28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Pazar 22 MART 2015 pazar yazıları EDITÖR: MİNE ESEN TASARIM: BETÜL BERİŞE 12 Avrupa’nın üzerindeki IŞİD hayaleti MALMÖ Yaşar Kemal ile Fransa’da bir tren yolculuğu... PARİS NEDİM GÜRSEL A M ALİ HAYDAR NERGİS arx ve Engels’in, 21 Şubat 1845’te yayımladıkları “Komünist Manifesto” şu tümcelerle başlıyordu: “Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti!...” Bu öngörü gerçekleşemedi. Onun yerine Avrupa’yı kasıp kavuran bir Nazi hayaleti gelip geçti... Şimdi de başka bir hayalet dolaşıyor Avrupa semalarında: Radikal İslamcı terör örgütü IŞİD hayaleti... Avrupa’nın bütün ülkelerindeki güvenlik birimleri, neredeyse gece gündüz alarm durumunda. Uçaklar, yolcu gemileri, trenler en gelişmiş teknolojik aygıtlarla kontrol ediliyor; çantalar, valizler didik didik aranıyor. Kimlik sorulmasına, üst aranmasına itiraz edenler elleri arkalarından kelepçelenerek götürülüyor. Yıllardır insanların serbestçe gidip geldikleri İsveç Danimarka sınırındaki Öresund Köprüsü de sıkı denetim altında artık. Özellikle hafta sonlarında caddeler, sokaklar polis kaynıyor. Aniden önünüze çıkan bir polis aracıyla durduruluyorsunuz. Ehliyet, ruhsat kontrolü bahane; kuşkulanılan kişilerin kimlik numaraları telsizle polis merkezine bildirilerek inceleniyor. Rahat yaşamaya alışmış İsveçliler uzun süredir tedirginler bu olağanüstü uygulamalardan. Buralarda da anne, babalar çocuklarına, “Akşam eve erken gel. Çöp kutularının yakınından geçme. Kalabalık yerlerde dolaşma!” demeye çoktan alıştı. Özgürlükler, güvercinin kanadında artık; dokunsan pırrr! diye uçup gidecek. dana’ya geldik!” dedi Yaşar Kemal. Sarı bir sıcak vardı. Boğucu, yoğun. Yapış yapıştı her yanımız. Yol boyunca Çukurova’yı yaşamış, Çukurova’yı anlatmıştı. ParisAvignon treninde karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. Daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyordum. Sabah güneşi yeni vurmuştu ağaçlara. Trenin camından meşeler, gürgenler geçiyordu. Yaşar Kemal’in sesi Anavarza kayalıklarındaki bir mağaranın derinliklerinden geliyormuşcasına serin, rahatlatıcıydı. Yolcuların tümü dikkat kesilmiş, anlamadıkları, kökenini bir türlü çözemedikleri bir dilde konuşan iki yabancıya bize bakıyordu. Arada bir, ben söze karışınca, susuyordu Yaşar Kemal. Ürkütücü bir IŞİD hayaleti dolaşıyor kentlerin sokaklarında. IŞİD terörünün, Avrupa’da henüz mısır patlağı gibi yayılmadığı günlerdi. Dünya, Esad’ın, Suriye’de nasıl devrileceğini konuşuyordu. Esad gitsin, ama yerine neyin geleceği bilinmiyordu. Kimse bu konuda fazla kafa da yormuyordu. O günlerde, Malmö’de düzenlenen Suriye konulu bir salon toplantısında, İranlı üniversite öğrencisi bağır bağır bağırıyordu: “Yapmayın, etmeyin! Ortadoğu’da yangın büyüyor. Bu yangında, İsveç dahil, bütün gelişmiş, kapitalist ülkelerin sorumluluğu var. Bugün bizi yakan bu yangın, onu tutuşturanları, uzaktan ellerini ovuşturarak yangını izleyenleri de yakar! Komşunun evini ateşe verdiğinizde, kendinizi kurtaramazsınız; sizin de eviniz yanar. Büyüyerek bizi yakan bu ateş, gün gelir sizi de yakar!..” Kimse duymuyordu, dinlemiyordu bu sözleri. Ses, salonun kalın duvarları arasında yitip gitti. (Bakınız, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2014, Pazar Yazıları) Suriye ve Irak’taki kanlı çatışmalar, çoğu daha önceki savaşlardan gelmiş Müslümanları derinden etkiledi. Eski düşmanlıklar, travmalar yeniden canlandı. Sünni Şii ayrımı körüklendi. Müslüman grupların karşılıklı, güvensizlikleri arttı. Dinsel gereksinmelerin karşılanması için açılan camiler, mescitler, İslami dernekler, mezhep kışkırtıcılığının merkezleri haline geldi. Müslüman gençler buralarda kısa süre içinde radikalleştirilerek saflaştırıldı. Aynı mezhepten olmayanlar, “cihat”’ yoluyla öldürülmeleri gereken kişiler olarak kodlandı. Bütün bunlar, Avrupa ve Kuzey ülkeleri polisinin gözleri önünde oldu... Bir Çin atasözü, “Kulelerden esen rüzgâr, şehirlerde kopacak fırtınanın habercisidir’’ diyor. Yeni yetişen gençler, anneleri, babaları; bombalar, barut kokuları arasındaki ülkelerini terk edip gelmiş savaş ailelerinin çocuklarıydı. Kime ve neye karşı olduklarını bilmeden, anlamadan saflaştılar, ölmeye, öldürmeye hazır hale geldiler. Fransa ve Danimarka başta olmak üzere Avrupa’nın çeşitli kentlerinde patlayan bombalar, ölümle sonuçlanan IŞİD saldırıları gözlerin açılmasını sağladı. Ancak, geç kalınmıştı. IŞİD saflarında savaşmaya giden, ancak sayıları tam olarak bilinmeyen İsveç, Danimarka, Norveç doğumlu Müslüman gençleri eğitilmiş ve daha da bilenmiş bir halde geri dönmeye başladı. İsveç başta olmak üzere, tüm Avrupa ülkeleri, her an yeni bir terör saldırısıyla karşılaşmanın korkusunu yaşıyor. Polisler ve güvenlik birimleri ise ellerinde kâğıt, kalem hâlâ, “IŞİD’e kaç kişi gitti, kaç kişi geri döndü” hesabı yapıyor; bir türlü tutturamıyorlar gerçek sayıyı... Koca koca siyasetçiler, toplumbilimciler, güvenlik güçleri, strateji uzmanları Avrupa’ya sıçrayacağı önceden belli olan tehlikeyi zamanında göremedi. Şimdi bunun faturasını masum kişiler ödüyor. İnsanın, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerini anlayacakları dilden yüzlerine haykırası geliyor: “Kör olasın demiyorum/ Kör olma da gör beni!..” ali.nergis@gmail.com ‘Komşunun evini ateşe vermeyin’ Güneş gözlüklerinden hızla bir katedral, bakımlı köy evleri, kırda otlayan beyaz inekler geçiyordu. Başaklar sararmamıştı daha. Oysa temmuz ayındaydık. Toprak yağmur kokuyor, sabah güneşi ağaçların arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Trenin penceresinden akıp giden Fransa, asfalt yollar, düzenli tarlalar, üzerinden geçtiğimiz çelik köprüler umurunda değildi Yaşar Kemal’in. Kadirli’de, eşkıya Remzi’yle içtikleri kahvenin köpüğünden, çeltik tarlalarından, Savrun Çayı’ndaki balıklardan söz ediyordu. Türkmen çadırlarından Toros yaylalarına, Irgat yüklü kamyonlardan Çukurova’nın kemikli sineklerine atlıyor, yazmakta olduğu Kimsecik adlı otobiyografik romanın ikinci cildinde sayfalarca betimlediği arıları, çocukluk günlerini anlatıyordu. Sonra Açasaz’ın Ağaları’na geliyordu sıra. “O iyi insanlar, o güzel atlara binmişler çekip gitmişlerdi”. Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Akyollu Mustafa Bey yıllarca kırmızı tüylü, kocaman bir kartal beslemişti. Eski Türkmen atları Horasan’dan Çukurova’ya doğru ulu bir su gibi “dağlardan boşanmış sel uğultusunda, toprağı sarsarak, nalları binlerce parıltıyla şimşeklenerek akıyorlardı”. Derviş Bey ile Akyollu Mustafa Bey sonu gelmez bir kan davası içinde tükenip giderlerken derebeylik düzeni de çöküyor, para düşkünü, gözünü kar hırsı bürümüş yeni bir Toprak yağmur kokuyordu timlenen traktörle sürülmüş tarlalara, bire bin veren bereketli toprağın tekdüze görüntüsüne bırakıyordu. ParisAvignon treninde Yaşar Kemal’le karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. Gerçek nerede bitiyor, düş nerede başlıyor kestirmek olanaksızdı. Tren güneye, davet edildiğimiz Akdeniz Yazarları Toplantısı’na götürüyordu bizi. Camdan kocaman gövdeli serin ağaçlar, yağmur bulutlarıyla kaplı gökyüzü, besili inekler geçmiyordu artık. Lyon’u çoktan geride bırakmış, Rhone vadisine girmiştik. Sağda bulana durula akan Rhone Irmağı, solda Cézanne’în, Van Gogh’un tablolarından tanıdığımız mor dağlar uzanıyordu. Rhone şarabının çıkarıldığı bağlar, bağlar, bağlar arasından geçiyorduk. İyice ısıtıyordu güneş. Tren Avignon garında durduğunda “Adana’ya geldik!” dedi Yaşar Kemal. Sarı bir sıcak vardı. Boğucu, yoğun. Yapış yapıştı her yanımız. Bizi karşılamaya gelen görevlinin arabasına doğru yürüdük. insan tipi doğuyordu Çukurova’da. Akçasaz bataklığı kurutulmuş, o güzelim Türkmen atlarının yerini traktörler almıştı. Ve gençliğinde nasıl sabaha dek traktör sürdüğünü anlatıyordu Yaşar Kemal. Gerçekle düş karışırken... Yusufçuk Yusuf’taki Habib Usta’yı düşünüyordum. Mavi traktörün üstünde eski bir Yunan tanrısı gibiydi. “Derisinin her deliğinde, bedeninin her zerresinde bir tadın, bir ömür boyu mest edecek bir tadın sarhoşluğunu duyuyor, toprakla, kokuyla eriyor, yitip gidiyordu”. Derviş Bey’in umursamazlığını, içine düş tüğü boşlukta çırpınışını, ayaklarının altından kayıp giden toprağı anlatıyordu Yaşar Kemal. “Toprak sürülüyor, ufalanıyor, açı lıyor, güzelleşiyor, kokuyordu”. Ve hızla giden trenin camından görülen kartpostal manzaranın yerini Çukurova alıyor; mavi, sarı, kırmızı, turuncu açmış çiçekleri, geniş kanatlı kartalları, ovayı bir baştan bir başa geçen ceren sürüleri, sıcakta fokurdayan uçsuz bucaksız bataklığıyla imgesel bir doğa Yaşar Kemal’in sesinde canlanarak kıpır kıpır devinmeye başlıyordu. Sonra birden değişiyordu manzara. Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin doğası yerini Yusufçuk Yusuf’ta be Otele giderken arabada Yaşar Kemal’in sınırsız imgelem gücünü, Çukurova’ya olan aşırı tutkusunu düşündüm. Fransız televizyonuna yaptığı bir konuşmada neden hep Çukurova’yı anlattığı sorulunca, yalnızca kendisinin değil tüm yazarların Çukurova’yı anlatıklarını söylemiş; Kafka’nın, Faulkner’in, Stendhal’in kendi Çukurovaları’nı, kök saldıkları toprağı anlatarak evrensele ulaştıklarını öne sürmüştü. Yaşar Kemal’in bu görüşü tartışılabilir elbette. Evrensele ulaşmak için mutlaka yerelden yola çıkmanın gereği de su götürür. Ama romancımızın halk yazınından, aşık geleneğinden kaynaklanan şiirsel ve epik anlatımındaki özgünlük, düşle gerçeği , doğayla insanı iç içe verişindeki sıcaklık yadsınamaz. Doludizgin koşturan kanatlanmış atlar gibidir Yaşar Kemal’in uzun soluklu cümleleri. Homeros’un deyimiyle “kanatlı sözcükler” hızla devinerek, birbirleriyle eklenip ayrılarak, sevişip coşarak roman dünyasını dokurlar. Ne var ki, bir yazar içine doğduğu, gelişip serpildiği kültürden başka kültürlerle de ilişki kurmalı ; tutku haline gelse de, varoluşunu temelendiren bir saplantıya dönüşse de, kendi Çukurovası’nın dışına çıkabilmelidir. Sınırsız imgelem gücü P Fatih Sultan Mehmet’le selfie çekmek oz vermeyi seven bir milletiz. Elinde fotoğraf makinesi olan birini görünce içgüdüsel bir şekilde anında poz vaziyeti alıyor ve “bir fotoğrafımızı çeksene” demekten geri kalmıyoruz. Belçika’da Türklerin de katıldığı etkinliklerde gazeteci arkadaşlarımıza ailemizin fotoğrafçısı muamelesi yapıyor, bunu gayet doğal karşılıyoruz. Allahtan şimdi selfie çıktı da herkes kendisinin fotoğrafçısı oldu, muhabir arkadaşlar biraz nefes aldı. Biz Türkler Avrupalılara poz vermeyi daha çok seviyoruz. Avrupalılara ilk poz verenlerden biri belki de ilki Fatih Sultan Mehmet. İtalyan ressam Gentile Bellini 1478’de Venedik Cumhuriyeti tarafından Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapmak üzere İstanbul’a gönderilmiş. Resmin günah sayıldığı bir coğrafyada Fatih’in tablosunu yaptırtması onun zamanına göre ileri görüşlü bir insan olduğunu gösteriyor. Tablonun sağ alt köşesinde 25 Kasım 1480 tarihi dikkat çekiyor. BRÜKSEL ERDİNÇ UTKU Osmanlı dünyasına yolculuk Londra’daki Victoria and Albert Müzesi’ne ait olan bu tablo ve 14201620 yılları arasında yapılan 160 farklı özgün sanat objesi 27 Şubat’tan itibaren Brüksel’de sergilenmeye başlandı. “The Sultan’s World” (Padişah’ın Dünyası) sergi sinde Rönesans döneminde askeri çatışmalara ve önyargılara rağmen gerçekleşen kültürel değişim ve karşılıklı etkileşim gözler önüne seriliyor. Güzel Sanatlar Sarayı’ndaki sergide Bellini, Dürer, Veronese, Tintoretto, Memling ve diğer sanatçıların eserlerinde Osmanlı’nın dünyasında yolculuğa çıkılıyor. 1453’te İstanbul’u fetheden Türklerin merak uyandıran medeniyeti Rönesans düşünürleri ve sanatçıları aracılığıyla Avrupa’ya yansımış. 1420, 1480 ve 1493 yıllarında gravürlere yansıtılan İstanbul’u en gerçekçi betimleyen 1520 yılında Giovanni Andrea Vavassore olmuş. Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç savaşı hatırası madalyalar, Jacopo Ligozzi’nin savaşan yeniçeri ve aslan betimlemesi, Conrad Gessner’in lale resmi, Michael Ostendorfer’ın 13001527 yıllarını kapsayan Osmanlının soy ağacı, padişahların, yakınlarının portreleri, II. Beyazıt’ın Polonya Kralı’na sunduğu Ahdnamesi,Türk okçu heykelçiği, haritalar, kitaplar, halılar, desen kitabı, madalyalar, zırhlar, kılıçlar, bilimsel aletler vb. yanında Johan Christian Ruprecht’in “10 bin Hıristiyanın katledilişi” gi bi tabloları da dikkat çekiyor. Dirck Volckertson’un Sultan Süleyman’ın ordusunun Viyana kapısından püskürtülüşü betimlemesi, Zacharias Wehme’nin Topkapı sarayı tasviri görülmeye değer. Ancak serginin sonunda yer alan Hans de Jode’ın 1659 yılında yaptığı Haliç manzaralı tablosu İstanbul özleminizi kaşıyan türden! Orta Avrupa ülkelerinde Osmanlı etkisinin bariz örnekleri de var sergide. Bohemya Kralı Mathias’ın Hans von Aachen tarafından yapılan tablosunda kaftan giydiği görülüyor. Kral Mathias, Ali Paşa’nın hediye ettiği kaftanla poz vererek hava atmış! Bir zamanlar Osmanlı hayranlığı o kadar yaygınmış ki Osmanlı ürünleri Avrupa’daki atölyelerde taklit edilip yeniden üretilir hale gelmiş. Türk ressam Haydar Reis’in (Nigari) Avrupa’ya hediye edilen Sultan Süleyman portresi birçok sanatçıya esin kaynağı olmuş. Bazı Orient meraklısı sanatçıların Osmanlı’ya seyahat etmesi de karşılıklı tanışmayı etkilemiş. 31 Mayıs’a kadar Brüksel’de gezilebilecek olan sergi, daha sonra da Türkiye ile diplomatik ilişkilerinin başlamasının 600. yılını kutlayan Polonya’nın Krakov şehrinde ziyaretçiler ile buluşacak. Ne demiştik en başta. Biz poz ver Ali Paşa’nın kaftanı meyi seven bir milletiz. Özellikle de Avrupalılara. PMagazine erkek dergisinin kapağını tarihinde ilk kez bir politikacı süslüyor. Derginin Mart sayısında Flaman Milliyetçileri NVA partisinden Anversli Federal Milletvekili Zuhal Demir poz verdi ve 9 sayfayı fotoğrafları ile doldurdu. Demir’in fotoğraf çekimleri ise parlamentoda yapıldı. Demir röportajda “Belki nahoş tepkiler gelecek ama güzel kıyafetler giyip, saçlarını, makyajını yaptırıp, poz vermek her kadının gizli rüyası... Hem kadınsı tarafını gösterebilir hem de dosyalarını da mükemmel bir şekilde takip edebilirsin. Ama politikada kadınlar baskı altında. Kadınlardan takım elbiselerini çekip erkek gibi davranması bekleniyor. Bu kilişeleri kırmak istiyorum” diyor. Poz vermeyi seven milletin bireyi olarak Padişah’ın Dünyası sergisine giderim de orada Fatih Sultan Mehmet ve Kanunu Sultan Süleyman ile selfie çekmez miyim? Hatta daha da ileri gidip sergideki tüm padişahlarla yaptım bu işi ancak yağlı boya tabloların ışık yansımasını iyi ayarlayamadığım için sadece Fatih ile Kanuni selfieleri paylaşılabilecek türden. Yazıyı gazeteye göndereyim, hemen face’den paylaşacağım! erdincutku@binfikir.be C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear