23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
14 HAZİRAN 2014 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA DİZİ 11 Zaman gazetesi yazarı Bulaç: ERDOĞAN’A Z aman gazetesi yazarı Ali Bulaç, 17 Aralık operasyonunu cemaatin dışında “uluslararası bir operasyon” olarak nitelerken “Uluslararası sistem biraz mafya kurallarına benzer. Yani anlaşmanın dışına çıkarsan, ilk kurşunu topuğuna, ikincisini dizine, üçüncüsünü beynine sıkar. İlk uyarıyı Reyhanlı’da yaptılar. Ama bizimkiler gerekli mesajı almadılar. İkincisini Taksim’de yaptılar. Üçüncüsü ise yaşanan son süreçti” diyor. Erdoğan’ın kendisine “yeni düşman” belirlemek için cemaati hedef seçtiğini savunan Bulaç, “Doğrudan ABD’yi hedef alamadıkları için cemaati hedeflediler” görüşünde. 17 Aralık sürecine nasıl gelindi? Benim şahsi kanaatime göre bu, içeriden destekli uluslararası bir operasyon. Böyle tanımlıyorum. Tayyip Erdoğan ve ekibine karşı bir operasyon. Türkiye’ye, hükümete ya da AKP’ye karşı değil, Tayyip Erdoğan ve ekibine karşı bir operasyon. 2011 yılına kadar AKP ve kurmayları uluslararası sistemle uyumlu çalıştılar. 2011’den itibaren, Erdoğan ve ekibi dediler ki “Türkiye, NATO’dan çıkacak ve Şanghay Beşlisi’ne katılacak. AB üyelik sürecini kesintiye uğratıyoruz, çünkü bizi almayacaklar, bizim de ihtiyacımız yok.” Yeni danışmanlar ekibi, Erdoğan’ı şuna ikna ettiler; dünyanın yeni düzenini üç büyük lider kuruyor: Obama, Putin ve Erdoğan. Oysa bu ne düşman lazımdı bölge ülkeleri tarafından ne de uluslararası sistem tarafından kabul edilebilirdi. 2011’den sonra Suriye’deki olaylar patlak verince, Suriye’de Esad rejimini devirip, Ortadoğu’da yeni bir hâkimiyet kurmak üzere harekete geçtiler. Yolsuzluk ve rüşvet tartışmaları? Birisini iktidardan etmek istiyorsan, bu artık eskisi gibi darbelerle olmuyor. Bu iktidarın da en zayıf noktası, rüşvet ve yolsuzluklardır. İran’da Ahmedinecad seçimi kaybedip Ruhani kazanınca, İran çok köklü bir karar aldı. Kayıt dışından kayıt içine geçme kararı... Zencani ve adamlarını yakaladı, parasına el koydu. Orada bu olayların ortaya çıkması, kendiliğinden Türkiye’deki kolunu açığa çıkarmış oldu. Ruşen Çakır, süreci yorumladı: İ Cemaatin ilgisi yok Cemaati bu süreçte dışarıda mı görüyorsunuz? Burada cemaatin bu olayla uzaktan yakından ilgisi yok. Yani bazı polislerin, savcıların cemaate sempatisi veya yakınlığı olabilir. Fakat, bu cemaatin bilinçli ve sistemli bir şekilde karar vererek, “Ben hükümeti düşüreceğim” diye başlattığı bir operasyon değil. Esasında Cemaatin buna gücü de yetmez. Erdoğan ve ekibi, doğrudan ABD’yi hedef alamadıkları için, cemaat üzerinden aslında ABD’ye ve NATO’ya karşı mücadele veriyor. Hükümetin yargıda ve emniyette attığı adımları nasıl yorumluyorsunuz? Yolsuzluklar ve rüşvet olayları ortaya çıkınca, bunları soruşturmamak için, üzerlerini kapatmak için hukukla oynamaya başladılar. Savcılar tayin edildi, polislerin yerleri değiştirildi, savcının verdiği görevler yerine getirilmez oldu, 12 Eylül referandumundaki bütün kazanımlar geri alındı. Cemaati iki şeyle suçluyor; uluslararası bir devlet adına Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı komplo kurdunuz, hükümeti devirmek istediniz. Yatak odalarımıza kadar girip dinlemeler yaptınız. Peki... Kim yaptı bunları? Bunu çıkar, mahkemeye ver, yargıla ve cezasını alsın, ceza infaz edilsin. ‘Dışişleri’ni ve Erdoğan’ı yeni Osmanlıcılar kuşattı’ 27 Nisan, dönüm noktası mıydı? Biz İslami kesimleri şöyle tasnif ediyoruz; “kültürel İslam”, “sosyal İslam” ve “politik İslam.” Milli Görüş geleneği, politik İslamdır. Asıl hareket sosyal Müslümanlıktır ve bunların içerisinde en güçlü olanı da Gülen hareketidir. Bu hareket de geleneksel tarikattan farklıdır. 2002’de Türkiye’nin hızla reform yapması, o geleneksel otoriter, totaliter kimliğinden çıkması ve demokratikleşmesi üzerinde bir koalisyon oluştu. 28 Şubat herkesi o kadar acıtmış ki, sosyal Müslümanlık, politik Müslümanlık ile işbirliği yapmak zorunda kaldı. 2011 yılına gelinirken, Türkiye’nin Dışişleri’ni ve Tayyip Erdoğan’ı ittihatçı kesim kuşattı ve bu stratejiyi dağıttı. Ben bunların ittihatçı yeni Osmanlıcılar olduğunu düşünüyorum. Bunlar ne cemaatten, ne milli görüşten geliyorlar, ne de İslamcılar... Sözünü ettiğim ittihatçı kesim Tayyip Erdoğan’a şunu telkin ettiler: “Topluma güvenilmez, halka güvenilmez. Türkiye’de iktidarda kalmanın formülü şudur; CHP+ordu eşittir iktidar. Şimdi biz, Ak Parti+Ordu eşittir iktidar olmalıyız, dolayısıyla askerlerle yeniden anlaşmalıyız.” Bu durum, haliyle Ak Parti’nin 2002’de başlattığı reformları sona erdirmesine ve tekrar askerle uzlaşmasına yol açtı. Cemaat ve diğerleri “anlaşma bozuldu, biz yokuz” dediler. Bunu dedikleri andan itibaren Ak Parti “Ben bunları devletin içinden temizleyeceğim” demeye başladı. Cemaat Ak Parti’nin kendisini tasfiye etmek istediğini anladı ve haliyle ciyak ciyak bağırmaya başladı. Mavi Marmara bir dönüm noktası mıydı? Ak Parti de şöyle bir strateji tespit etti: “Bizim Arap sokaklarında büyümemiz için İsrail’e karşı mücadele edeceğiz.” Bu çerçevede uluslararası bir eylem yapmamız lazım... Ne olabilir? Mavi Marmara bu konsept üzerinde hazırlandı. İsrail orada Arap âlemine mesaj verdi. Dedi ki, “Sizin güvendiğiniz kabadayı buysa, ben onun karizmasını çizerim.” Kürt meselesinde cemaatle iktidarın bakışları arasında fark olduğu, MİT krizinin de bu yüzden patladığı yorumlarına ne diyorsunuz? Cemaat PKK’nin tek başına bütün Kürtleri temsil konumuna getirilmesine itiraz ediyor. Fakat anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Kürt kimliğinin tanınması gibi konularda bir itirazı olduğunu zannetmiyorum. Fakat bu çözüm sürecinde, doğru ise PKK’nin hükümetten istediği en önemli şeylerden bir tanesi cemaatin Güneydoğu’da zayıflatılması ve dershanelerin kapatılmasıdır. Bu ne kadar doğru bilemiyorum ama cemaatte böyle bir algı var. Sadece Güneydoğu’da dershaneleri kapatmak mümkün olmadığına göre, bütün Türkiye’yi kapsama alalım algısı var. 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinde Gülen’in askerden yana tavır almasının nedeni neydi? Gülen de Sünni doktrini en prototip ifade eden hocalardan bir tanesi. Yani devletle hiçbir şekilde çatışmak istemez. Cemaatler 12 Eylül’e anarşiye son verdi diye destek verdikleri halde Fethullah Hoca 6 ay arandı. 28 Şubat’ta kriz olmasın, Erbakan hoca bıraksın. Allah muhafaza yeni bir darbe olabilir mülahazasıyla o konuşmaları yaptı. Fakat, o sürecin en büyük mağdurlarından birisi kendisi oldu ve 1 sene sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Başbakan’ın ‘ne istediler de vermedik’ sorusunu ters çevirirsek, cemaat ne istedi ve hükümet neler verdi? Bir toplumsal grubun siyasi bir partiyi desteklemesi ve ondan birtakım şeyler istemesi çok doğal bir şeydir. Çünkü demokrasi, bir müzakere ve pazarlık rejimidir. İktidara düşen şey ise ne veriyor ise hukuk içerisinde ve adaletten sapmadan vermesidir. Cemaat soruyor; “ne istedik verdin onu söyle?” Mesela diyelim ki, bir üniversite için arazi istemişler. Devlet vakıflara zaten arazi veriyor. Şimdi ise verdiği bütün arazileri geri alıyor. Bunu çıkıp Başbakan’ın net ve açık bir şekilde söylemesi gerekiyor. slami akımlar üzerine çalışmalarıyla tanınan Ruşen Çakır, süreci yorumladı İslami akımlar üzerine çalışmaları ile tanınan gazeteci Ruşen Çakır’a göre, 27 Nisan bildirisi tarih boyunca birbirine “güvenmeyen” iki kesimi bir araya getirdi. Ama o birliktelik, başladığı andan itibaren birbirini yıpratmaya başladı. Gelinen noktada yakın tarihe damga vuran önemli davaların “kuşkulu” hale geldiğin belirten Çakır, “Hükümetin bunları yeniden yargılama yoluna gideceğini pek sanmıyorum. Çünkü zamanında yapılan bazı usulsüzlüklerin tek faturasını cemaate kesmek adaletsizlik olur. Sonuçta bu ortak yapılan bir şeydi. Büyük bir ihtimalle hükümet, af gibi bir şeyle hepsini aradan çıkarmayı hayal ediyor olabilir” diyor. Ruşen Çakır, yaşanan süreçle ilgili sorularımızı yanıtladı. AKP ile cemaat arasında başta mesafeli görünen ilişkinin giderek yakınlaştığı söylenebilir mi? Başta AKP’nin tutup tutmayacağı konusunda şüpheleri vardı. Çok fazla AKP’ye angaje olup, AKP’nin başına bir şey gelirse bir tekme de oradan yemek istemiyorlardı. Öte yandan, ordu içerisindeki yapılanmaları aracılığıyla ordunun hazırlıklarını da öğreniyorlardı. Belli bir mesafe olmuş olabilir, ama diğer yandan AKP’ye sürekli olarak “Bu asker sizi yürütmez, beraber hareket edelim. Onlar sizi tasfiye etmeden, biz onları edelim” öneriyle de gitmişler belli ki. AKP ise cemaati ihmal etmiyordu ama cemaatin gazına da gelmiyordu. Bir taraftan da cemaatin devlet içerisindeki örgütlenmesinin de önünü açıyordu. Kapıyı sonuna kadar açmasa da aralıyordu. Çünkü eski iktidar sahiplerine karşı devlet içerisinde kendisinin yeteri kadar kadrosu yoktu. Bu süreç 27 Nisan’a kadar da böyle gitti. 27 Nisan koalisyon için tarihi nokta değil mi? Evet. 27 Nisan’da o açıklama gelip de, ordu “benim izin verdiğimin dışına çıkamazsın” diye tehdit Mecburi birliktelikti edince, şöyle bir ruh hali oluştu; “biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu adamlar iktidarı bize bırakmayacak.” Bu düşünceyle erken seçim kararı aldılar. Seçimde yüzde 47 oy oranına ulaştılar. O seçim aslında AKP’ye “askere karşı yanındayız” mesajıydı. Ondan sonra, bir de üstüne kapatma davası gelince artık büyük savaş başladı. Bir tarafta Ergenekon, bir tarafta kapatma davası... AKP bu yükü tek başına kaldıramayacaktı ve bu yüzden cemaatle bir işbirliği yaptı. Cemaatin sayesinde askeri vesayeti geriletti. Cemaat olmasaydı bunu yapamazdı. Ergenekon’da cemaatin konumunu nasıl yorumlarsınız? Merkezi... Her şeyi onlar yaptı. Yani bu siyasi iradenin tabii ki onayı, desteği ve teşviki vardı. Ama bütün o teknik yönünü onlar götürdü. Bir diğer önemli yönü olan medya yönünü de onlar götürdü. Kopuş nerede başladı? Aslında birleştikleri andan itibaren birbirlerini yıpratmaya başladılar. Birbirine güvenmeyen iki hareket söz konusu. Bu bir anlamda, mecburi bir birliktelik. Mavi Marmara ilk kavganın başlangıcı mı? Görünen o... Mavi Marmara’da çok net iki zıt pozisyon ortaya çıktı. Ondan sonra MİT krizi en kritik eşik oldu. 17 Aralık ise olayın koptuğu andır. Mavi Marmara’da neyin kavgası yapıldı? Başbakan’ın Milli Görüş geleneğinden de gelme, İslam dünyasına yönelik birtakım ihtirasları, hayalleri var. O anlamda da en cazip konusu Filistin meselesiydi. Orada bir olay çıkınca, bunun üzerinden yürüyebileceğini düşündü. Zaten İHH hükümetle paralel yürüyen bir organizasyon olduğu için, buradan bir güç alabileceğini düşündü. Daha önce “One Minute” olayıyla kendisine yönelen ilgiyi pekiştireceğini düşündü. Açıkçası, olayın bu kadar sert sonuçlanacağını öngördüklerini sanmıyorum. Bunu görselerdi, yapmazlardı... 17 Aralık olmasaydı Peki ya Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanması? Bu konuyu hükümetin istemediğini biliyorum. Yalnız şöyle bir şey var; Odatv operasyonuna itirazları yok. Hükümetin verdiği destek Odatv’ye verdiği bir destek. O da Odatv’nin Hakan Fidan aleyhine yaptığı yayınlarla alakalı. Ama bunlar, onun içerisine Ahmet ve Nedim’i ve hatta Hanefi Avcı’yı monte ederek, hükümetin destek verdiği operasyonun içerisine kendi parçalarını kattılar. Hükümetin Odatv olayının ayrıntılarını bildiğini sanmıyorum. Burada büyük bir şok yaşandı. Cumhurbaşkanı, açıkça eleştirdi bu olayı. Zaman gazetesi ve Milliyet gazetesine konuştu. Ama Zaman, Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarını bilerek çarpıttı. Orada eğer uyansalardı, bu kadar darbe yemezlerdi. Zekeriya Öz çıkıp meşhur açıklamasını yaptı, sonra da görevinden alındı. O bile, hükümetin kendi isteğinin dışında istemediği hesapların arada görülüyor olmasından memnun kalmadığını gösteriyor. Ama bunu kamuoyuna açıkça söyleme yoluna da gitmediler. Tam tersine Başbakan “işte bazı kitaplar bombadan daha tehlikeli” falan gibi Batı’nın asla kabul edemeyeceği açıklamalar yaptı. Ahmet ve Nedim olayı aslında hükümete büyük bir zarar verdi. Belki de, Ergenekon ve Balyoz’un toplamından daha çok zarar verdi. Peki ya hemen arkasından gelen KCK tutuklamaları? KCK’nin başında hükümetin desteği vardı ama bundan sonuç alınmayacağını bir süre sonra anlayınca frene bastı. Ama cemaat basmadı. Bu arada çok ilginç bir şekilde KCK operasyonlarının ileriki aşamalarında şunu görmeye başladık; KCK üzerinden MİT’e vurmaya başladılar ve MİT’in KCK içerisindeki, Kürt hareketi içerisindeki tüm örgütlenmesi Ergenekon’dan çıkamazlardı ni perişan ettiler, deşifre ettiler. Bu tam bir hesaplaşmaydı. Başbakan Erdoğan’ın en güvendiği kuruma KCK üzerinden savaş açtılar. Kürt sorununa bakışta nasıl farklılıklar var? Onlar, Kürt hareketini yok sayarak çözebileceklerini sanıyorlardı. Yani hükümetin yaptığı PKK ile görüşme yerine, biz “doğrudan Kürtlerle çözeriz” diyorlardı. Yani, Kürt sorununun çözümü için Kürtçe eğitim vs. gibi konulara çok sorunlu yaklaşmayabilirler ama bunun görüşüleceği yer olarak PKK’yi kabul etmiyorlar ya da etmemeye çalışıyorlar. Başından itibaren de buna karşı çıkıyorlar. Sorun büyük ölçüde buradan kaynaklanıyor. Son perdeye gelinirken dershane kavgası alevlendi. Kavganın doruk noktası mıydı? Dershane olayı, doğrudan cemaate yönelik bir hamleydi. Cemaat deyince akla dershane gelir, dershane deyince de cemaat gelir. Cemaatin ilk yola çıkışı dershanedir. Şu anda da Türkiye’de dershane sektöründe en öne çıkan yapı da budur. Başbakan Erdoğan’ın “Dershaneleri kapatacağım” dediği zaman, aslında bunun “Cemaatin çanına ot tıkayacağım” anlamına geldiği çok belliydi. Ergenekon, Balyoz, Şike... Türkiye’nin son dönemindeki tüm gelişmeler artık kuşkulu hale geldi. Bu davalar ne olacak? Hükümetin bunları yeniden yargılama yoluna gideceğini pek sanmıyorum. Çünkü zamanında yapılan bazı usulsüzlüklerin tek faturasını cemaate kesmek adaletsizlik olur. Sonuçta bu ortak yapılan bir şeydi. Büyük bir ihtimalle hükümet, af gibi bir şeyle hepsini aradan çıkarmayı hayal ediyor olabilir. Bana bu daha gerçekçi geliyor. Ya 17 Aralık olmasaydı? 17 Aralık olmasaydı, Ergenekon sanıklarının falan dışarı çıkabileceklerini pek sanmıyorum. Mesela KCK tahliyelerinin 17 Aralık’la alakalı olduğunu tahmin ediyorum. Peki bundan sonra kavganın seyri ne olacak? İkisi birden kaybediyor, yıpranıyor. Ama cemaatin yok olması diye bir şey olamaz. Dünyanın dört bir tarafında bu kadar okulu olan bir yapıyı nasıl dağıtacaksın? En fazla faaliyetlerine kısıtlamalar getirir, birkaç kişiyi içeri atarsın vesaire ama Başbakan her şeye kadir birisi değil. Giderek gücü azalıyor ve daha da azalacak. Ama bu cemaatin kazanacağı anlamına da gelmez. Şu anda cemaat, kendi kadrosu olmayan insanlardan aldığı desteği büyük ölçüde kaybetti. Bir cemaatten rahatsız olanlar, bir de hükümetten korkanlar var... Ama kendi insanından verdiği fire çok az. ERDOĞAN ‘ZATEN YÜZDE 1 OYU VAR’ DEDİ Peki ya bundan sonra? Tayyip bey, bu süreçte iki şey bekliyordu. “Diğer cemaatler gibi bana tabi olacaksın.” Bunu cemaat kabul etmedi. İkincisi, “beni devirmek istiyorlar, sen benim yanımda durmadın” diyor. Bunu bir siyaset stratejisi olarak kullanıyor. Şöyle inandırıldı; “bu cemaatin oy potansiyeli yüzde 1’dir. Bu süreçte bana bir düşman lazım. Hem bu süreçten kurtaracağım, hem de seçimi kazanıp sonra da Cumhurbaşkanı olacağım.” CHP zayıf bir düşman, MHP zayıf bir düşman, Kürtleri düşman yapamaz, çünkü bir süreç götürüyor. Ne yaptı? “Cemaati ötekileştireyim, yüzde 1’lik bir oy oranı var. Zaten bunlar sünepe, devlete karşı gelmezler” dedi. Ama beklediği gibi olmadı. Cemaat şimdi de pasif direnç gösteriyor. Bu durum da Tayyip beyi zor duruma düşürüyor. Cemaat artık etkili bir enstrüman olmaktan çıktı. Tayyip bey kendine “yeni bir öteki” bulmak zorunda. BİTTİ
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear