22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 23 MAYIS 2014 CUMA 2 HABERLER T.C. (Taşeron Cumhuriyeti) S oma’da yaşanan iş cinayetleri yüzlerce işçinin ölmesine sebep oldu. Bu ölümler sonrası insanların aklına iş sağlığı ve güvenliği ile taşeronlaşmanın ne olduğu geldi. Bu yazı için kullanılan başlık iddialı görülebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kısaltması olan T.C. neden ve nasıl Taşeron Cumhuriyeti olarak kullanıldı? Bu yazımda biraz ona değinmek istiyorum. Dünya genelinde kullanılan taşeron işçiliği kavramı işçi tedariki anlamındadır. Tedarik edilen işçiler o işletme için çalışırken taşeronun (alt işverenin) işçileri olarak kabul edilirler. Bu istihdam şeklinin genel hedefi işçi maliyetlerini düşürmektir. Geçmişte istisna olarak kullanılan taşeron çalışma sistemi 1980 sonrası neoliberal dönemde yaygınlaşmaya başlamıştır. 140 ülkede 700 sendikada 50 milyon işçiyi temsil eden Industrial Global Union’ın (Industrial Küresel Sendikası) raporuna göre, tüm dünyada taşeron işçiliği hızla yayılmaktadır. Çin’de kentlerde çalışan 280 milyon işçinin yüzde 20’si taşeron olarak çalışmaktadır. Meksika’da işgücünün yüzde 15’i taşeron işçisidir. Rusya’da taşeron işçi oranı toplam işçi istihdamının yüzde 40’ı düzeyine yükselmiş bulunmaktadır. İspanya’da bu oran yüzde 33, Filipinler’de yüzde 15, Hindistan’da yüzde 30’dur. Tüm dünyada kentlerde çalışan toplam 1.2 milyar işçinin ortalama yüzde 25’i olan 300 milyon işçinin taşeron firmalarda çalıştığı tahmin edilmekte olup bu sayı hızla artmaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde çalışma yasaları hızla değiştirilerek taşeronlaşma önündeki tüm engeller kaldırılmaktadır. Türkiye’de ise taşeronlaşma, Taşeron olarak çalışan işçiler genel itibarıyla iş güvencesinden yoksun, sendikasız, toplusözleşmesiz ve iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına uygun olmayan şekilde çalıştırılıyor. Asıl işverende çalışan kadrolu çalışanlarla aynı işi yapmalarına rağmen çoğu yerde aldıkları maaşlar kadrolu çalışanların yarısı kadar bile değildir. MAHMUT ASLAN DİSK Genelİş Çankaya İmar AŞ Baştemsilcisi AKP iktidarı ile hızla yaygınlaşmıştır. Türkiye’de 10 yılda taşeron çalışan sayısı 387 binden 1 milyon 700 bine çıktı. Bugün 275 kamu kurumu ile 33 bin 788 şirket taşeron işçi çalıştırıyor. Taşeron olarak çalışan işçiler genel itibarıyla iş güvencesinden yoksun, sendikasız, toplusözleşmesiz ve iş sağlığı ve güvenliği mevzuatına uygun olmayan şekilde çalıştırılıyor. Asıl işverende çalışan kadrolu çalışanlarla aynı işi yapmalarına rağmen çoğu yerde aldıkları maaşlar kadrolu çalışanların yarısı kadar bile değildir. Türkiye’de yaşanan iş kazalarının (cinayetlerinin) yüzde 90’ı taşeron çalıştıran işyerlerinde meydana gelmektedir. İşçinin yaşamak için emeğini satma zorunluluğunun, her tür lü usulsüzlüğün kaynağı haline geldi. Taşeronlaşmada yapılan usulsüz hizmet ihaleleri başlı başına sorgulanması gereken bir konudur. Hem özelde hem de taşeronda sadece yardımcı işler değil esas işler de yasadışı olarak taşerona veriliyor. İşçilerin anayasal hakkı olan sendikal hakları yok sayılıyor. Mahkeme kararları uygulanmıyor. Ancak AKP’nin kurduğu sermaye düzeni bununla yetineceğe benzemiyor. TBMM’ye gönderilmek üzere olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın hazırlattığı torba yasayla taşeron tanımının genişletilmesi gündemde. AKP, bir haksızlığı ve usulsüzlüğü daha yasalaştırma çabasına girmiş durumdadır. Soma Madeni’nde yaşanan olaylardan sonra işçiler sendika başkanının yaptığı konuşmaya tepki göstererek, başkanın konuşmasını engellediler. Türkiye’de sendikalaşma oranı giderek azalırken taşeron sistemde çalışmak, bazı sendikaların taşeron sendikaya dönüşmesine neden olmuştur. Soma madenlerinde örgütlü sendikanın seçimlerinde yaşanan olaylar da bunu doğrulamaktadır. Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan iki yıl önce Hürriyet gazetesinden Vahap Munyar’a verdiği röportajda “Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) tonunu 130140 dolara mal ettiği kömürün maliyetini özel sektörün çalışma tarzıyla 23.8 dolara düşürdüklerini” söylemiştir. Bahsettiği “özel sektör mantığı” işte tam da taşeron işçi çalıştırma mevzuatıdır. Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Utku Çakırözer’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’le yaptığı röportajda: “Biz kendi üzerimize düşen görevde inanın çok titiziz. Denetim zamanında yapılmış mı? Yapılmış. 8 tane programlı teftiş yapılmış. Ayrıca 8 şikâyet üzerine yine inceleme yapmışız ve giderilmiş. Madenler canlı organizma. Teftiş yapıldıktan bir saat sonra durum farklı olabilir. ...Görüntüde taşeron yok ama uygulamada galeriyi vermişler taşerona.” (Cumhuriyet 20.05.2014) diyerek madende yaşanan taşeronlaşmayı itiraf etmiştir. (Bu yazıda araya bir parantez açarak soralım: Bu kadar denetim yapılan yerde bu vahim olay nasıl yaşanmıştır? Aklıma şundan başka cevap gelmemektedir: Denetimi yapan devlet yetkilileri, özel sektörü siyasal baskılar sonucunda ya da aldıkları rüşvetlerle gerçek olarak denetlememektedir.) Yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı gibi Türkiye Cumhuriyeti çalışma alanında hızla Taşeron Cumhuriyeti haline gelmektedir. Taşeronlaşma ile ilgili mücadele etmek emekçi kitlelerin ana görevi olmalıdır. Siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve tüm demokrasi güçleri taşeronlaşmaya son vermek için bir araya gelmeliler ve konu ile ilgili halkımızı bilgilendirmek için gerekli çalışmaları yapmalılar. Taşeronlaşmanın yaygınlaşmasına neden olan AKP koalisyonuna (AKP ve sermaye grubu) yönetimden el çektirilmelidir. Son olarak yapılacak en önemli şey, özelleştirmelerin durdurulması ve özelleştirilen bütün kurumların devletleştirilmesidir. Kamucu, toplumcu bir Türkiye’yi kurmak emekçilerin ellerindedir. Nedir Bu Medya Sefaleti? Önce iki alıntı: Birinci alıntı, 18 Mayıs tarihli Yılmaz Özdil’in yazısından: “Susalım, pısalım, yazmayalım diye iftira üstüne iftira atıyorlar, kendi söylediklerini bize mal ediyorlar, sakalından utanmayanlar tescilli yalanlarıyla kimvurduya gidelim diye hedef gösteriyorlar. Topluca cevap veriyorum... Dünya tarihi sizin kadar ahlaksız bir medya kadrosu görmedi, biz sadece zeybek oynarken diz çökeriz, vız gelir tırıs gidersiniz.” İkinci alıntı, Melih Aşık’ın 21 Mayıs tarihli yazısından: “Tayyip Erdoğan’a gelince... Kelime seçiminde özenli davranmaya gerek görmedi. Konuşmasında kullandığı bazı sözcükleri dikkatlere sunalım: ‘Şerefsiz, edepsiz, ahlaksız, alçak, zavallı, haysiyetsiz, kirli eller, kirli zihniyet, vicdanınıza beton dökülmüş, utanmaz, hain, zelil, sefil, insan müsveddesi, dalkavuk, yazıklar olsun, sürüngen, utanmaz, nebbaş, mezar soyguncuları...’” HHH Türkiye’de medya mülkiyeti üçe bölünmüş durumda: 1) İktidarın bizzat sahip olduğu veya doğrudan denetlediği gazete ve televizyon kanalları; çoğunluktalar... Sınırsız siyasal, hukuksal destek ve mali kaynak kullanma olanakları var. 2) İktidarın denetimi dışında kalan bağımsız gazete ve kanallar; sayıları çok az... Bunların mali kaynakları çok sınırlı, hem de tepelerinde siyasal, mali ve hukuksal olarak “Demokles’in Kılıcı” asılı. 3) Bir de iktidarın hışmına uğramaktan korkan, ama son derece ihtiyatlı olmakla birlikte yine de ticari açıdan hayatta kalabilmek için okur, izleyici ve reklam geliri yitirmemek adına, zorunlu bir biçimde, az da olsa gerçeklere değinmeye çalışanlar var; bunların sayısı çok değil ama okur ve izleyici oranları yüksek... Arkalarında holdingler olduğu için, mali kaynakları bağımsızlar kadar az değil, ama iktidarınkiler kadar çok da değil; zaman zaman Başbakan’ın hışmına uğrayıp azar ve ceza yiyorlar, üstelik ellerindeki her şeyi her an yitirme riskleri var. HHH İktidar medyasının Yılmaz Özdil’e ve Yazgülü Aldoğan’a yönelik, saptırmalara dayalı, linç çığlıklarına ve iktidarı aklamak için attıkları, bireysel ve ırkçı nefret söylemi yansıtan manşetlerine baktığınızda... Başbakan’ın yukarıdaki sözleri aklınıza geliyor ve bu çılgın, utanç verici medya sefaletinin nereden kaynaklandığını anlıyorsunuz! 1 ) Siyaset yapmayalım, birlik olalım: Kendimi bildim bileli duyduğum en riyakâr söz. Suçları, yanlışları, vurgunları gizlemek; kitleleri, halkları uyutmak, kandırmak; sorumlulukları örtbas etmek için kullanılan bir laf salatası. Özellikle egemen sınıfların kullandıkları etkili bir silah. Çeşitli varyasyonları var: “Siyaset yapacaksan cüppeni çıkar da gel!”, “Bu milli davaya siyaset karıştırmayalım!”, “Dış politikayı siyaset malzemesi yapmayalım!”, “Bu acılı günümüzde siyaseti bırakalım!” Egemenler, muktedirler, halk ve emek düşmanları bunları derken kendi yalan dolan siyasetlerinin daniskasını yaparlar. Ve bu siyasetlerini hamaset nutuklarıyla sarıp sarmalayarak sizleri gerçekleri söylemekten, kendi siyasetinizi yapmaktan men ederler. Oysa tam aksine, kitleler, halk, bu Soma Gerçeği CENAP GÜVEN Avukat gibi günlerde daha duyarlı olduğu içindir ki, gerçekleri bugünlerde söylemek daha etkilidir. Önemli olan acı da olsa gerçeği, doğruyu söylemektir. Yalansız dolansız acıyı paylaşarak sorunlara gerçekçi çözüm bulmaktır. 2) Siyaset yapmak: Yaşamımızda hemen hiçbir şey siyaset dışı değildir. Ekmekler bozuldu, sular temiz akmıyor, kiralar pahalandı, ücretler az gibisinden en sıradan söylemler bile siyaset yapmaktır. Siyaset yapmak, yurt ve dünya sorunları hakkında söz söylemek, görüş bildirmek ve en üst düzeyde bunlara çözüm yolu arayıp bulmaktır. Böyle olduğu içindir ki, her yurttaşın, her kurumun siyaset yapması hem hakkı, hem de görevidir. Siyaset yalnızca siyaset mensuplarına bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. 3) İktidarın, hükümetin siyasi ve hukuki sorumluluğu vardır: Hükümetin siyaseten sorumlu olduğu açıktır. Bunun için rapora, bilirkişiye, araştırma, soruşturma vs. bir hususa gerek yoktur. Dünyanın hemen her demokratik ülkesinde böyle bir durumda ilgili bakan, bakanlar, hükümet istifa eder. İktidarın, hükümetin, bugüne kadarki verilere göre, aynı zamanda büyük olasılıkla hukuki sorumluluğu da vardır. En azından bu konuda bir araştırma, soruşturma başlatılmalıdır. Bir kusurları varsa cezalandırılmalılar, yoksa aklanmalıdırlar. Bu yapılmadığı takdirde, hukuki sorumluluk beşinci, onuncu derecedeki sorumlu kişiler üzerinde kalacak ve bu durumda bu büyük haksızlık, adaletsizlik kişi, kişiler, toplum vicdanında onulmaz büyük yaralar açacaktır. 4) Sistem sorunu: Bütün bunların ötesinde ve üstündeki temel gerçek şudur. Bugünkü iktidar, emek ve insan odaklı bir görüşe sahip değildir. Böyle olduğu içindir ki ülkede 18. yüzyıl vahşi kapitalizminin, daha da kötüsü bir soygun, talan düzeninin geçerli değer yargıları hüküm sürmektedir. Sorunun köklü çözümü insan, emek odaklı, topluma ve doğaya saygılı, şeffaf, demokratik bir iktidar ve bu çizgide bir politika izlenmesinde yatmaktadır. Uyu Yavrum, Uyu K Prof. Dr. CENGİZ KUDAY uzey Kafkasya’da 18281829 OsmanlıRus Savaşı’nın ardından yapılan Edirne Antlaşması ile bölgedeki Osmanlı varlığı sona erdi. Çerkezler, Abazalar, Dağıstanlılar ve diğer Kafkas halkları Ruslarla savaştı. Uzun süren savaşlar sonucu (30 yıl) Kafkas Federasyonu Başkanı Şehy Şamil 1859’da teslim olmak zorunda kaldı. 1864 yılında KafkasRus savaşı bitti. OsmanlıRus Antlaşması sonucu yüz binlerce Kafkasyalı göçe zorlandı. 2 Nisan 1864’te Soçiye gelen Rus Prensi Mihail, Çerkez liderlerinden topraklarının Rus yerleşimlere ayrıldığını ve bir ay içinde topraklarını terk etmelerini aksi takdirde sonuçlarına katlanacaklarını bildirdi. 21 Mayıs 1864’te göç başladı. 1 milyon 200 bin ila 1.5 milyon Kafkasyalı ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Binlercesi zor şartlarda, yollarda, denizde öldü. Osmanlı topraklarına ulaşanların binlercesi hastalık ve açlıktan kaybedildi. Göç edenlerin büyük kısmı deniz yoluyla gelmeye çalıştı. Yolcuların büyük kısmı hastalıktan, bir kısmı da gemilerin Karadeniz’in dalgalarına dayanamayıp batması sonucu öldü. Ölüm korkusu ile ne buldularsa binmeye çalıştılar. Yollarda bir kısmı hasta ve zayıf yolcular, çocuklar, ihtiyarlar taşıyıcı kötü gemi sahipleri tarafından denize atıldı. Bu trajik olaylar çok fazla yaşandı. O bölgeyle çok yakın ilişkiler içinde bulunan bir ağabey olan Dr. Cemalettin Umil Bey tarafından anlatılan bir hikâyeyi nakletmek istiyorum. Bir teknede, yüzlerce ilticacı kişiler arasında, kucağında ölen bebeğinin denizciler tarafından denize atılmasını önlemek için bir annenin yavrusunu kucağında sallayarak söylediği ninni: “Uyu yavrum uyu (Shich nane) Kabaran denizin dalgaları beşiğin olmuş sallıyorlar seni Rüzgâr vuruyor yağmacıların ak renkli yelkenlerine Beşiğin gemiye Shich nane shish noniy (Uyu yavrum uyu) Artık babanın evinde değilsin Karadeniz’in koynundasın Rüzgâr tam hızıyla vurduğunda Küçük vatanlarına geri dönmek için, hatırla denizin tuzlandığını Göç edenlerin gözyaşları ile Büyüdüğünde tekrar geç Karadeniz’i Bul evinden geri kalanları, temizle ocağını sarmış sarmaşıklardan Tekrar yak sönen evin ateşini Bu, şiirin bir kıtası. Aslında birçok devam kıtası mevcut. Ayrıca dünyanın çok tanınmış bir sanatçısı, Soprano HiblaGerzmava tarafından seslendirilmiştir. Şiirin tamamı 10 kıtadır.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear