02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
22 ŞUBAT 2013 CUMA CUMHURİYET SAYFA 13 Güvenilen dağlara kar yağması bu herhalde! Danıştay ve Yargıtay başkanları peşi peşine isyan etti: “Olmaz olsun böyle adalet!” İkisi de Bülent Arınç’ın çok yakın arkadaşı... Ardı ardına göreve geldiklerinde.. Arınç, neredeyse sevinç gözyaşları dökmüştü: “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor!” Bir yıl ancak geçti. Şimdi ikisi birden, Allah verdi demiyor verip veriştiriyor: “Bu adalet değil!” Niye? İktidarın kurduğu/ kurguladığı yeni adalet düzeni eskisini bile aratır oldu. Başkanlar vicdanlarının sesine kulak verince arkadaşlığı unuttu. Bastılar feryadı! Meğer onlar, mahkeme kapılarında sürünensüründürülen vatandaşlardan dertliymiş. Adalet mülkün yani devletin temeli! Mülkün temelinde çatlak oluştu. Yıllar önce bir Anayasa Mahkemesi başkanı itiraf etmişti: “Yargıçlar vicdan ile cüzdan arasına sıkışmış durumda!” Bu sıkışıklığı, halkımız klasik bir yoldan ve cibilliyeti müsait yargıç ve savcılar üzerinden çözmeye çalıştı: “Avukat tutma hâkim tut!” Milletvekilliği de gazetecilik gibi merak etkinliği: “Acaba son on yılda rüşvetten yargılanan kaç hâkim ve savcı var?” Tayyip Bey ve arkadaşları... Hep tökezleyen yargıdan yakındı. Adında “adalet” olan partiyi Sabiha Locası Yüksek Yargının Feryadı bu nedenle kurduklarını söyleyip durdular. “Kul hakkı” ve “Hz. Ömer adaleti” gibi etkileyici söylemlerle iktidara geldiler. Ama kendi terazilerine göre bir adalet düzeni kurmaya yöneldiler. Mülkün temelindeki çatlak ise daha da derinleşti. Kendi dönemlerinde göreve gelen en tepedeki iki yüksek yargıcın ortak feryadı bu yüzden. Hatır gönül, lagarlık, yaranmacılık, “salla gitsin ileri bir tarihe” anlayışı, “bilirkişiye havale et” ve rüşvet.. Vatandaşın, adalete olan inancı yok oluyor. “Avukat tutma, hâkim tut!” düzeni değiştirilemedi.. Aksine bu kez iktidarın kendisi “hâkim ve savcı tutmaya” yöneldi. Bir de Avrupa ve Asya’nın en büyük adalet saraylarını inşa etmeye... Adalet yok oldukça adalet sarayları daha da büyüdü. Adalet “şefaat ve merhamet” gerektiriyor. Oysa para inşaatta! Geleceği güvenceye almanın garantisi ise “yandaş yargı”da! Yargıyı, özellikle de Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu denetim altına alacak düzene geçildi. Ama tam başarılamadı. Şimdi sıra yüksek yargıya tek çatı projesi.. Ne de olsa devir TOKİ devri! Adaletin çatlağı temelde... Ve Yargıtay ve Danıştay başkanlarının yakındığı “polis, savcı, İmralı’da İlk Taviz!... Her şerde, bir hayır var. Acaba tersi de doğru olabilir mi? İmralı sürecini şer olarak görenler varsa... Bu şerden hayır çıkacağını umanlar da çok şükür çok. Bendeniz ikincilerdenim. Hatta şerrin hayırları çıkmaya başladı bile. Hayrın en hayırlısı ise... Başbakan’ın kendi sözünü kendisinin yalanlamasıdır! 1 “BDP’liler seçilmiş milletvekili; herkes onlara saygı duymalı!” diyor. 2 Ama kendisi pek saygı duymadı! 3 Duysaydı günlerden beri hepsi de seçilmiş milletvekili olan bazı BDP’li milletvekillerine ambargo koymazdı! 4 “Kürt sorunu yok. Kürt vatandaşın sorunu var!” diyordu... 5 Ama Kürt vatandaşın sorununu BDP’li bazı Kürt milletvekillerinin konuşmasına izin vermedi! 6 “Bizler milliyetçiliği ayaklar altına aldık!” dedi. 7 Kastettiği belli ki “Atatürk milliyetçiliği”! 8 Ayak altına aldığı “Kürt milliyetçiliği” olsa Öcalan ile masaya oturmazdı! 9 Pardon... Önceki gün “İmralı’da kimseyle masaya oturmadık!” diye açıkladığına göre... 10 Demek ki İmralı’da görüşmeler masada değil, bağdaş kurarak güneydoğu usulü minder veya sedirde yapılıyor! 11 Bu da modern ve laik cumhuriyetimizin ilk ve son tavizidir inşallah! bilirkişi ve hâkim” düzeninde! Adaletin işleyişi, kifayetsiz bir “SABİHA Locası”na (savcı, bilirkişi, hâkim) sistemine teslim edilmiş durumda. Danıştay Başkanı Karakullukçu’nun sisteme çullanması boşuna değil. Yargıç ve savcıların çoğunluğu artık adli, mesleki ve vicdani sorumluluk almak istemiyor. Davaları “bilirkişi”ye havale edip duruyor. Bilirkişinin ise sırtında yumurta küfesi yok. Adalet terazisi ise hiç yok. Ücretlerini alıp yazıyorlar raporlarını kenara çekiliyorlar. 20 yıldır bilirkişi raporlarına göre... Ya “beraat”ına ya da “müebbet”ine hükmedilip durulan sosyolog Pınar Selek’ten.. Gizli tanık, uydurma delil, seçmece bilirkişi raporu ile yargılanıyor gibi yapılan Balbay’ın, Haberal’ın, Tuncay Özkan ile öteki milletvekilleri, gazeteciler, komutanların “Böyle adalet olmaz!” isyanlarına kulak asan olmadı. Sonunda çok ürkek ve gevşek de olsa Başbakan da “tutuklu adaletten” yakınıyor gibi yapmaya başladı... Ama bu kamusal feryada yüksek başkanların katılması hiç hayra alamet değil. Daha doğrusu, hayra çok alamet. Adalet ve Kalkınma iktidarının sonunu “kalkınmasızlık” kadar, “adaletsizlik” hızlandıracak. Terör en çok da adaletsizlikten azmıştı. Şimdi İmralı’dan destek ve şefaat beklemeye yönelmek biraz da adaletsizliği onarmak için... GÖRÜŞ ercan yeşilyurt Bilim ve Değişim Toplumsal değişim ve dönüşümleri sağlayan en önemli şey bilimdir. İnsanlık tarihine bakarsak, bilim ve teknolojik gelişimin toplumlarda geri dönülemeyecek değişimler yarattığını görürüz. Bilimle ilgilenmeyen toplumlarda önemli değişimler olmamıştır. Toplumlardaki bütün büyük değişiklikler hep bilimin ilerlemesi sayesinde olmuştur. Bilgi güç ile özdeştir, insan ve toplumlar bildiği kadar güçlü olur. Yani bilgi üreterek toplumun gücü artırılabilir. Batı toplumları gelişimini doğrudan bilimsel devrimlere borçludur. Bilim insanın, giderek toplumun düşünce şeklini değiştiriyor. Toplumsal yönetimleri, kapitalizm, sosyalizm gibi tüm sistemleri etkiliyor, hatta belirliyor. Siyasal devrimlerle meydana gelen değişim ve dönüşümlerde durağanlaşma ve geriye dönüşler yaşanabiliyor. Ama bilimsel devrimlerin yarattığı toplumsal yapıda, bugüne kadar geriye dönüş görülmemiştir. Çünkü bu bilimsel devrimler doğrudan insanlığın niteliğini değiştirmektedir. Klasik bir örnek, Hitler Almanyası’nın çöküşü, milli gelirin kişi başına sıfıra düşmesi ve 20 yıl sonra dünyanın sayılı gelişmiş ekonomileri arasına girmesi. Önemli olan ne kadar kazandığın değil, nasıl kazandığındır, insanın niteliğidir. Bir insanın, bir toplumun ve bir ülkenin hem saygın, hem üretken olmasının yolu bir tek eğitimden geçer. Düşünemeyen, üretemeyen insanların da toplumların da gelişme imkânı yoktur. Hep kafama takılmıştı, bu Yahudiler neden dünyanın en gelişmiş insanları diye. Son günlerde İshak Alaton kitabını okudum, adı “Lüzumsuz Adam”. Bugün dünyadaki Yahudi nüfusu sadece 14 milyonmuş, bizim İstanbul’dan az. 7 milyar insanın sadece yüzde 0.2’si. Yüz yıllık Nobel ödüllerinin yüzde 32’sini almışlar. İnsanlığın gelişimini yani bilimsel buluşların yüzde 70’ini yine onlar yaratmış. İshak Alaton diyor ki: “Bir Yahudi, bir dünya vatandaşının 160 katı daha zeki değil. O da bir beyin, bu da bir beyin.” Kitaptan bir alıntı: “Buradaki anahtar cümle eğitimdir. Başka bir izahı yok. Yani bizimkiler eğitime çok önem veriyorlar. İyi eğitim, sıradışı eğitim. 18 ve 19. asırda, Almanya’dan, Polonya’dan, Romanya’dan kaçan Yahudiler Amerika’ya gittikleri zaman ne yaptılar? O fakir terziler, ayakkabıcılar, tamirciler ve akla gelen bütün o mesleklerin insanları çocuklarını okuttular. Paralarının en büyük kısmını çocuklarının eğitimine verdiler. Öyle ki ikinci kuşak, üçüncü kuşak yaşamaya başladığı zaman Amerika’da en yüksek eğitimi almış azınlık Museviler idi. Avrupa’dan gelenler... Profesördür, üniversite hocasıdır, sinema ve sanat dünyasındadır, yazardır, araştırmacıdır... İz bırakan adamlar. Bunlar kendilerini topluma mal etmeyi bir nevi misyon olarak görürler.” Ben de eğitimin önemini tanıdığım insanların şahsında hep sağlamasını yapmışımdır. Herkese önce nereli olduğunu sorarak başlarım, eğitimi, kariyeri, işi bende bir kanaat oluşturur. Yahudi örneğindeki gibi, ülkemizin de yoksul, çaresiz, horlanan bölgelerindekiler daha çok eğitim çabası içindedir; Artvin, Tunceli gibi. Bunu önce Cumhuriyeti kuran kadrolar görmüşler ve yatılı okulları, sonra Köy Enstitüleri’ni açmışlardır. Bu sayede yüz binlerce fukara çocuğu eğitilmiş, binlercesi, eğitici ve bilim adamı olmuştur. Benim de ilkokuldan üniversiteye hocalarımın çoğu Köy Enstitüsü çıkışlıydı. Bu gençler, toplumun aydınlanmasına, üretimine, sosyalleşmesine katkı sağlamıştır. Bugün ülkemizde demokrasiden, hukuktan, insanlıktan söz edilebiliyorsa, devletin eğitim olanağı sağladığı fukara çocukları sayesindedir. Zaten devletten beklenen, herkesin kendi hayatını kendisinin kazanmasını sağlamasıdır. Bugünkü dünyayı iyi kavrayabilmek için, toplumların daha önceki yapılarına da bakmak gerekir. 18 ve 19. yüzyıllardaki düşünüş ve davranış biçimlerine bakmak gibi. Son elli yıldaki bilimsel gelişmenin insanları nasıl etkilediğini, kontrolsüz ya da kontrol edilemeyen bu bilimsel devrimlerin, toplumları, sistemleri yeniden yarattığını... ‘Komutan! Komutaan!’ MERİÇ VELİDEDEOĞLU Başlığı oluşturan seslenişe, çağrışa ancak “9”, evet “dokuz kapı”dan geçtikten sonra tanık olacağız değerli dostlar. Bu kapıların “4”ü insanlardan, jandarma erlerinden, “5”i de bir metreyi aşan demir parmaklı engellerden, barikatlardan oluşuyor; ama yine de jandarmanın, robokopların TOMA’ların gözetimindeler. Sanırım; “18 Şubat 2013” günü Silivri’de “Ergenekon Davası”nın “276.” duruşmasını izlemek için verilen “savaşım”ı değil “savaş”ı dile getirmeye çalıştığım anlaşılıyordur. O gün de iki arabayla “Simgesel Eylem Grubu” olarak yine “Silivri” yolundaydık; mahkeme binasına yaklaşık “iki” kilometre kala durdurulduk; bu jandarma erlerinden oluşan “ilk” kapı; büyük yoğun bir kalabalık geçiş için bekliyor; tek tük olsa da geçişe izin veriliyordu; arabadan inip kalabalığa daldım. “İzmir”den gelenlerin bir bölümü, sabah “5.30”dan bu yana “dört” saattir bekliyorlarmış; buz gibi ayazda; ayakta öylece... Tanıyanlar, itişkakış beni öne geçirdiler; birden jandarmayla karşı karşıya kalıverdim; “basın”danım dedim; asker, “hayır”ı bastı; haklı; “sarı” basın kartım yok. Neyse ki genç komutan hemen yaklaştı, üstelik “buyrun!” diyerek geçirdi. Yürümeye başladım; grubumuzu yüzlerce kez “Silivri”ye götürüp getiren “Saniye Yurdakul”un, “Nizamettin Çetinkaya”nın sesleri geliyor; anlatmaya çalışıyorlar, çırpınıyorlar... Onları orada bırakmanın, hele onca saattir bekleyenlerin önüne geçmenin ne denli “haksızlık” olduğunu duyumsamaya başlayınca hızlandım... Ne ki; buz gibi “ayaz”, iyice beliren “yokuş”, yaşlı “yürek” izin vermedi; hem adımlar küçüldü hem de hız kesildi; tıpkı önümdekiler gibi ağır ağır tırmanışa geçtim. Sanırım bir kilometreyi aşmıştık ki, jandarma erlerinden oluşan ikinci kapıya vardık; iyi de oldu, soluk aldık; kimliklere bakıp salıverdiler; kaç yıldır arabayla geçtiğimiz “köprü”yü geride bırakmıştık ki, bir tıkanma daha; neyse kolay atlattık. Geldik yerleşkenin ana “kapı”sına; baştan beri buradan giriş yok bizlere; yine de sıkı bir kimlik kontrolü var; bu kapının önünden bir “u” dönüşüyle yine tırmanma başlıyor; ama yalnız bugün için yeni bir “yolcuk” düzenlenmiş; “7580” cm genişliğinde, sağı solu demir parmaklı çifte bariyerlerle çevrili, çarpa çarpa yürüyoruz; sonunda mahkeme salonunun olduğu binanın önündeyiz artık... Ne var ki, bunca yıldır kullandığımız kapıdan giremiyoruz; kapı, yoğun bir jandarma korumasında; binanın önündeki giriş alanında koca bir “robokop” ordusu hazır, sanki biraz “huzursuz”lar, “av” kokusunu almış gibi... Peki, nereden gideceğiz? Daha ilerideki, küçük salona gidilen “kapı”dan girilecek sonra geriye dönüp ters bir yürüyüşle içeriden şimdi önünde durduğumuz kapıya, dolaysiyle binanın girişine ulaşılacak; öyle yapıyoruz, bu yeni “kapı”nın önüne gelip kontrolden geçtikten sonra sola “geriye” dönüp yürüyeceğiz; ama on adım attık atmadık tam donanımlı jandarma erlerinden oluşan bir geçişten de geçmemiz gerekiyor; henüz kimliğimiz elimizde, sıraya girip bir bir bu “kapı”yı da aştık. Ve işte artık herkes için geçilmesi en zor “kapı”dayız; daracık oluk gibi girişi olan iki “kapı”cık var; kapıların ağzında öyle bir yığılma ki, yüzlerle insan “pestil” olmuş gibi; nasıl soluk aldıkları şaşılası bir durum, başlar hep yukarıya dönük. Tam bu sırada, geride bıraktığımız kapıya yakın barikatlara saldırı başlatıldığı, “TOMA”ların harekete geçtiği, olanca şiddetiyle “biber gazı, su” püskürtüldüğü haberi ulaştı; kameramanlar koşturuyor, ortalık toz duman; ileride demir parmaklıklara dayananlar haykırıyor: “İnsanlar top gibi yolun kenarından çukurlara yuvarlanıyorlar!”; kimisi de “Tam bir cehennem!” diye çığlık çığlığa... Kameramanların arkasından gitmek istedim; ama tanıyan bir Avukat Hanım kolumdan tuttu, “Burada bekleyin, ben komutana söyleyip sizin girmenizi sağlayacağım” diyerek uzaklaştı; ben de demirparmaklı barikata yapışıp öylece kaldım. Birden; sıkı direnen, içeriye girmemize izin vermeyen jandarma eri onca insana seslenerek: “İçinizden bir tek şu ‘ihtiyar’ı geçireceğim” dedi; kolumdan çekip geçirdi; yürüyorum; Av. Hanım ile Komutan geliyorlar, beni gördüler... Sonraki kapılardan geçiş kolaydı, görevliler yıllardan beri tanıyorlar; yoğun kalabalıkla salona giriş, son “kapı”ydı; ama öyle olmadı; bu kez salon içindeki “BASIN” bölümüne ulaşmak “son kapı” olacaktı. Çünkü bu bölümde yer almak için gereken “BASIN” kartları, “Danışma”da kalmadığından, jandarma bir türlü geçmemize izin vermiyordu; çok üzücü bir tartışma yaşandı; böylece tüm “kapı”ları aşmıştık... Duruşmanın içeriğini ve ara kararı basından okumuşsunuzdur, “TV”lerden izlemişsinizdir; “Başkan Yargıç H.H. Özese” ara kararı okuyup noktaladığında, izleyicilerden “protesto” alkışları, “yuuh!” sesleri yükselince; “görmüyor musun, neredesin” dercesine, olanca gücüyle haykırdı: “Komutan, komutaan!” Dışarda “asker” ile “halk”ın karşı karşıya getirilmesi “yetmedi mi” diye düşünürken, genç bir muhabir arkadaş hafiften: “İster misiniz, ‘TOMA’lara da seslensin?” demez mi... KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] UYDUDAN NAKLEN HAKAN ÇELİK [email protected] BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN 1/ Her türlü 1 çalışmalar2 da, özellikl e s p ord a 3 yetiştirici. 4 2/ Dürüst, 5 iyi ahlaklı... İstanbul’un 6 bir semti. 3/ 7 Fazladan kı 8 lınan namaz ya da tutu 9 lan oruç... 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Arnavutluk’un plaka imi. 4/ Ulus 1 P A R Ş Ö M E N lararası Tiyat 2 A B A R A K U N ro Enstitüsü’nün 3 Ş A N D E L R A simgesi... Nâzım 4 A K E K A B İ R Hikmet’ in bir 5 B Ü KME O Y oyunu. 5/ Siirt A R E S ilinde bir kaplı 6 A S I R ME D Y A A ca... Kurşun bo 7 Ğ N A N A Y ruların ağzını aç 8 I S I makta kullanılan 9 E L MA S İ Y E ucu sivri takoz. 6/ Muğla’nın Milas ilçesine bağlı turistik bir belde... Ceviz büyüklüğünde bir domates cinsi. 7/ Radyum elementinin simgesi... Oyunda cezalı çocuk... Güzel sanat. 8/ Hint sanatında sıkça betimlenen, timsah, yunus ve fil karması efsanevi su canavarı. 9/ Bir küre ya da yuvarlağın üstünde döndüğü eksen... Yeşil ile mavi arası renk. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Işınım yeğinlik düzeyini algılayıp ölçen aygıt. 2/ Yararlı... Lifleri dokumacılıkta kullanılan değerli bir bitki. 3/ İşe yaramayan, boşa giden... Bir renk. 4/ İtici neden, güdü... Argoda çok çalışan öğrenciye verilen ad. 5/ Doku teli... Bulgur, biber, soğan, domates, maydanozla yapılan ve asma yaprağına sarılıp çiğ olarak yenen bir yiyecek. 6/ Eski yapı ya da kent kalıntısı... Asker. 7/ Eski Mısır’da güneş tanrısı... Büyükanne... Utanç duyma. 8/ Bir yükün yukarıya kaldırılmasını sağlayan araç. 9/ Balçık... Üzerine yazı yazmak için hazırlanan deri. 1 2 3 4 5 6 7 8 9
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear