Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA CUMHURİYET 19 MART 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER GÖRÜŞ SEVGİ ÖZEL Amaç Eğitim Değil, Türk Devrimini Sonlandırmak Eğitim sistemimiz, MEB’in başına geçenlerin siyasasına göre biçimleniyor. Aklın öncülüğü, bilimsel veriler göz ardı edilerek sistemin orası burası oyuluyor. 12 Eylül darbesi eğitim birliği ilkesini bozdu, sistemde öyle büyük ve karanlık delikler açtı ki, bugünkü iktidar, bu delikleri bilimsel değil, dinsel ve ırksal yamalarla kapatmaya çalışıyor. 15 yıldır süren 8 yıllık ilköğretim, bir ölçüde başarılı oldu; ancak imam hatiplerin orta bölümlerinin kalkması, Kuran kurslarının sınırlanması, imam hatibi bitirenlerin meslek seçimi gibi durumlar, “milliyetçilik”te dinsel ve ırksallığı baskın kılanları, 1940’lardan bu yana rahatsız ediyordu. “Milliyetçi muhafazakârlık”ın Türkçesi, “ulusçu tutuculuk”tur. Bu kesim, Türkçesini kullanmaktan kaçınır; çünkü “ulus, ulusçuluk, ulusal” gibi kavramlar, Türk devriminin kazanımlarıdır. Türk devrimi tutuculuğu reddeder; ulusal ve evrensel değerleri evrensel ve çağdaş bilgiyle harmanlamayı amaçlar. İlkin kavramların içi boşaltıldı; “muhafazakârlık”a olumlu anlam yüklendi. “Ulusçuluk, ulusallık, ulusalcı” gibi kavramlar, “darbecilikle, Ergenekoncu” olmakla eşleştirildi; iktidarın akademik sanlı ağızları söz oyunlarıyla bu kavramları çirkinleştirdi; sözde aydınlar da bu yemi yuttu. Aynı ağızlarda Atatürkçü ve ulusalcı olmak, suça dönüştürüldü. Önce “sosyal bilim liseleri” açıldı; eğitim sisteminin bir yerine eski yazıyı sokmak için bunlara yapay savlarla “Osmanlıca” ve “eski yazı” dersi kondu. Bu arada cumhuriyet dönemi, öğrenci andı, Atatürk’ün gençliğe seslenişi vb. tartışmaya açıldı; ulusal bayramlar ya ertelendi ya da okullarda ve alanlarda tören yapılmaması kararlaştırıldı. Birdenbire ilköğretimlerin 4. sınıfından başlamak üzere Arapça dersi programa alındı; arkasından “4+4+4 ucubesi” geldi. Bir kısım aydınımsılar (çoğu gazeteci), çoğunun da eğitim konusuyla ilgisi ve bilgisi kısıtlı; ama her gece TV’lerde eğitimbilim uzmanıymış gibi şakıyorlar. 8 yıllık eğitimin 28 Şubat’ın dayatması olduğunu, hiç tartışılmadığını söylerken utanmıyorlar. Ne dünü biliyor, ne bugün dayatılan tuzağı görebiliyorlar. Örneğin kimi liselere konan eski yazı ve dil dersi, ilköğretimin 4. sınıfına sokulan Arapçayla “4+4+4” modeli arasındaki bağı kuramayacak kadar alıklaşmış durumdalar. İktidar, 8 yıllık eğitimin büyük zararlar verdiğini açıkladı. Neresi yanlış, neresi zararlı; sözde aydınlar ve “medrese” özlemli üniversite de susuyor. İktidar açısından eğitimbilimin kuralları değil, kendi siyasasının tamyol ilerlemesi önemli. MEB’in bir telaşı var; çünkü iktidarın geleceğe ilişkin tasarıları bu bakanlıkta biçimleniyor. MEB’in birçok uygulaması; amacın sağlıklı eğitim olmadığını gösteriyor. “Dindar” gençlik yetiştirmek için bir an önce Atatürkçü düşüncenin silinmesi, devrimlerin ve devrimci ruhun yok edilmesi, “kindar” olunması gerekiyor. Yazık ki Türk devrimi ve Atatürk’le hesaplaşma, laik eğitimi silme noktasına geldi; bu hesaplaşmaya destek verenlerin çoğu ise “dindar ve kindar kavganın” değil, Türk devriminin sağladığı olanakların ürünü. Gelin görün ki bunun ayrımında değiller. Ulusunu yayılmacının, yobazın elinden kurtaran; bireylerin akılcı ve bilimsel doğrularla eğitilip düşüncesi ve vicdanı özgür yurttaşlar olmasını isteyen Atatürk, “dindar ve kindar” aymazlığın ulusu nerelere sürükleyeceğini; saltanat ve hilafet düşkünlerinin, hızla yükselen devrimler karşısında kılık değiştireceğini, ilk fırsatta gerçek kılıklarıyla su yüzüne çıkacağını biliyordu. Gençliğe armağan ettiği “sesleniş”te söyledikleriyle yaşadıklarımız çelişiyor mu? Yıllarca gizli hesaplarla biçimlenen Türk İslam Sentezi, eğitim sisteminin kılcal damarlarına dek indi; geriye inanca göre yürütülecek gençliğin kafasına girmek kaldı. “4+4+4” modelinin anlamı açık. MEB, ilköğretimde Arapça dersiyle Kuran kurslarını okullaştırmak; eski yazı ve dili yaygınlaştırarak “dille din” arasındaki bağı yeniden kurmak; imam hatiplerin orta bölümlerini açarak çocukları dinsel eğitim seçeneğine zorlamak ve kızları yavaş yavaş eğitim kurumlarının dışına taşımak istiyor. Eğitimi dinselleştirecek “4+4+4 ucubesi” akılcı olmakla kurnazlık arasındaki farkı gözler önüne sermiştir. Ancak kurnazlık pek “hayırlara vesile” olmaz; gerçekleri çarpıtmak da her zaman her yerde “edep dışı”dır! Çünkü ulusa yalan söylemekle sövmek arasında büyük fark yoktur; ikisi de aynı kapıya çıkar; saygısızlıktır. Fildişi kulesine tüneyip dürüstçe inananı değil dinciyi; başörtüsünü değil türbanı savunan sözde aydınlar, eğitimsiz bırakılan, inancı ve köken farkı siyasaya araç yapılan yoksul halkı hiç düşünmediler; merak ediyoruz; şimdi sokağa bakınca ne görüyorlar? Köprüyü geçene dek dayı sayılmak, herkesi incitir; ama kimse unutmasın, “4+4+4 ucubesi” yaşama geçerse, herkesi “ulusalcı” sayarak dışlayabilir! Dışlayacaktır da. Çünkü amaç, eğitim iyileştirmek değil, Türk devrimini sonlandırmaktır! Cumhurbaşkanlığı Seçiminde Kime Oy Vermeli? Aday, etkinlikleriyle, özel yaşamıyla, geçmişiyle, uluslararası haberalma örgütlerinin süzgeçlerine takılmayacak saygın bir kişi olmalı. Siyasal partiler elbette inandıkları ilkeler doğrultusundaki uğraşlarını sürdüreceklerdir. Ancak çoğulcu demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri, insan haklarını korumanın ötesinde kişisel veya örgütsel amacı bulunmayan bağımsız ve yansız bir cumhurbaşkanının varlığı, tüm yurttaşlar ve siyasal akımlar için ertelenemeyecek önemde yaşamsal bir güvencedir. Güney DİNÇ zensiz ve “benmerkezli” yaklaşımlarla gerçekleştirilen anayasa ve yasa değişiklikleri, uygulamada önemli tartışmalara neden oluyor. Bunlardan birisi de cumhurbaşkanlığı seçiminin 2012 veya 2014 yıllarından hangisinde yapılacağıdır. Benim vurgulamak istediğim konu çok daha farklı. 2007 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliğine göre, cumhurbaşkanı ilk kez halkın oyu ile seçilecek. Bir başka yenilik de adaylık için, milletvekili olma zorunluğunun bulunmaması. Anayasanın 101. maddesine göre, “Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi (için) 20 milletvekilinin yazılı teklifi” yeterli gelmektedir. Adaylardan birisi belli. Aday olmanın ötesinde, kamuoyu onu daha şimdiden seçilmiş bir cumhurbaşkanı gibi görüyor. Bugüne kadar gerçekleştirdiği uygulamalara ve anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanlığının genişletilen yetkilerine bakarak ileride daha başka neler yapabileceğini tasarlamaya çalışıyor. Başka bir aday var mı? Pek çok kişi, böylesine onurlu bir göreve özlem duyabilir. Ankara’nın çatısındaki, yenilenen Çankaya Köşkü’nde kış aylarında kartopu oynamayı, yaz sıcağında Tarabya’daki Huber Köşkü’nde serinlemeyi kim istemez? Yine de kimsenin kuşkusu olmasın, başına devlet kuşu konacak kişi, görevlerini eksiksiz yerine getirmek için var gücüyle çalışacaktır. En azından koskoca Türkiye’de cumhurbaşkanı olabilecek niteliklerde başka insanlar kalmamış gibi! Sorunun çözümü belli. Cumhurbaşkanlığı seçiminin gerçek bir yarışmaya dönüşebilmesi için seçilme olasılığı bulunan birden fazla adayın katılması gerekir. Siyasal partilerimiz bu konuyu çok gecikmeden ele alabilmelidir. Matematiği Bilmeyen Yazar Coşkun TECİMER B Ö kendisinden öncekilerin yaptıkları gibi. 2014 yılında yapılacak olan yerel seçimlerde belediye başkanı olmayı tasarlayanlar, daha şimdiden bölgelerinde kendilerini göstermeye, seslerini duyurmaya başladı. Çünkü seçilme umutları olduğunu düşünüyorlar. Sorumu yineliyorum; cumhurbaşkanlığına başka bir aday var mı? Günü geldiğinde, siyasal partilerimizin alanı boş bırakmayacaklarını biliyoruz. Yasak savarcasına art arda kendi “nafile” adaylarını çıkaracaklardır. Amaçları seçimi kazanmak değil, seçmenlerini yitirmemek için önlerine oy vermelerini istedikleri birer joker koymak olacaktır. Benzer olaylarda daha önceleri yaptıkları gibi. Ortak aday Amaçları AKP’nin adayını seçtirmekse, söylenecek söz yok. Yeni arayışlardan söz edebilmeleri için, ortak bir aday üzerinde anlaşmalarından başka seçenekleri bulunmuyor. Bu işin kolay olmadığını biliyoruz. Ne var ki olanaksız da değil. Partilerin iki temel koşulda görüş birliğine varmaları yeterli gelebilir. Birincisi; üzerinde anlaşacakları kişinin, kendilerinden veya kendilerine yakın birisi olması için dayatmamalarıdır. İkinci koşul da cumhurbaşkanı olabilecek nitelikteki yansız bir aday üzerinde anlaşabilmeleri. Aday, etkinlikleriyle, özel yaşamıyla, geçmişiyle, uluslararası haberalma örgütlerinin süzgeçlerine takılmayacak saygın bir kişi olmalı. Siyasal partiler elbette inandıkları ilkeler doğrultusundaki uğraşlarını sürdüreceklerdir. Ancak çoğulcu demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri, insan haklarını korumanın ötesinde kişisel veya örgütsel amacı bulunmayan bağımsız ve yansız bir cumhurbaşkanının varlığı, tüm yurttaşlar ve siyasal akımlar için ertelenemeyecek önemde yaşamsal bir güvencedir. Böyle bir yola gidilecekse, aralarında izleyecekleri yöntemi belirlemek, üyelerinin ve seçmenlerinin desteğini almak için, önlerinde çok fazla zamanları bulunmuyor. Politika yapmak, güncel tartışmaların ötesinde böylesine önemli sorunlara da çözüm üretmek olmalı. İrili ufaklı partiler Yakın geçmişte aldıkları oylara göre, AKP’nin dışındaki hiçbir siyasal partinin tek başına önereceği adayı cumhurbaşkanı seçtirme olanağı bulunmuyor. CHP’nin, MHP’nin, BDP’nin ve irili ufaklı öteki partilerin cumhurbaşkanlığı için anayasal olanak bulurlarsa aday göstermelerinin tek bir anlamı olabilir. Rahatlıkla, “Bu partiler de AKP’nin adayının cumhurbaşkanı olmasını istiyorlar” diyebiliriz. İstemek bir yana, gelenekleşen tutumlarıyla bu sonuca destek vermiş olacaklardır. Burunlarının ucundan ötesini değerlendiremeyen politikacıların ülkemizi nasıl seçeneksiz bıraktıklarının bundan çarpıcı örneği bulunamaz. Sanki Mustafa Balbay’ın Yelkenlisi Müyesser Yıldız’ın Kedisi Muhsine HELİMOĞLU YAVUZ Cumhuriyet’te, koğuşta yaklaşık dokuz aydır yalnız kalan gazeteci Müyesser Yıldız’ın, kendisine arkadaşlık etmek üzere koğuşunda bir kedi beslemesine izin verilmesini istediğini okuyunca, aklıma Mustafa’ya götürdüğüm yelkenli geldi. Mustafa’nın, izlemeye gittiğim Silivri’deki duruşmalarından birinde Yıldız Kenter, Şükran Soner, Fazilet Kuza ve daha başka arkadaşlarla birlikte, duruşma arasında Mustafa’yla görüşürken, kendisine cebimden çıkardığım bir yelkenliyi verdim ve “Mustafa hücrende yalnız oturmaktan sıkıldığın zaman, bu yelkenliye biner ve bir Boğaz turu yaparsın” dedim. Mustafa da büyük bir ciddiyetle “Olur Hocam, sağolun, sıkıldıkça sizin bu yelkenliyle dolaşırım” dedi ve alıp cebine koydu. Ben o yelkenliyi Karadeniz’den getirmiştim. Şimdilerde iyi bir hekim olan, ilk öğrencilerimden Ümran’ın eşi taşlara meraklıydı. Fatsa’daki deniz kenarında olan evlerinde, sabahları kıyıyı tarıyor ve üstünde doğal olarak ilginç şekiller oluşmuş küçük taşları topluyordu. Bazılarını da bana verdi. Bunların içinde biri vardı ki görür görmez ilgimi çekti. Çünkü üstünde belki biraz da benim benzettiğim, minicik bir yelkenli görüntüsü vardı. O küçük taşı büyük bir özenle sakladım ve İstanbul’a döner dönmez de Mustafa’ya götürdüm. Duruşmadan koğuşlarına dönerken, üstlerinin inceden inceye arandığını biliyordum. Ama belki de bizim aramızda sır olan, bu minicik yelkenli taşımıza bir şey demezler diye düşündüm. Sonra da üst aramasında elinden alınıp alınmadığını hiç sormak istemedim. Çünkü o yelkenliyi hep Mustafa’nın koğuşunda, yazı masasının üstünde bir “özgürlük çağrıştırıcısı” olarak düşünmek istiyorum. Mustafa çıkınca da sormayacağım... Ama ona gerçek bir yelkenliyle, bir Boğaz turu armağan edeceğim. Biliyorum ki “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...” Şimdi de Müyesser’e bir kedi götürmek istiyorum. “Koskocaman” bir yelkenliyi duruşma salonuna soktuktan sonra, minicik bir kediyi mi sokamayacağım... Yalnız yeni bir Karadeniz gezisine mi çıksam, yoksa böyle üstü kedi resimli bir taşı, Büyükada sahilinde bulabilir miyim bilmiyorum. Ya da en iyisi bir masal kedisi bulsam daha iyi olur. Böylece, Müyesser onu cebinde koğuşa sokarken bağırıp kendini belli etmez. Çünkü masal kedileri akıllıdır. Bir tutuklunun kedisi olmanın önemini kavrayıp, ona göre davranır. Bir halkbilimci olarak, masallar benim ülkem olduğuna göre, bu “masal kedisi”ni bulmam da hiç zor olmaz. Ama ne olursa olsun Müyesser’e bir “kedi” götürmeliyim. Hani “Bir ata bir krallık” diyor ya büyük yazar. Bazan yalnızlığı, özellikle de içinde özgürlük barındırmayan “zalim yalnızlığı” paylaşacak ve yalnızlık olmaktan çıkaracak bir kediye de bir krallık verilebilir. Evet... Müyesser’e bir kedi... ir tanıdık gazeteci yazar; matematiğinin iyi olmadığını, tam bir edebiyatçı olduğunu biraz da övünerek anlatmıştı. Gazetelerde de zaman zaman matematiği bilmediğini ima eden, hatta açık açık söyleyen yazarlara rastlıyorum. Üstelik bu durumdan hiç yakınmıyor, hallerinden de pek memnun görünüyorlar. Sanıyorum ki bizdeki gazeteci yazarların bir kısmının matematikle arası pek hoş değil. Bunu da pek sorun etmiyor, üzerinde kafa yormaya değer bulmuyorlar. Edebiyatçıların bazılarındaki bu matematiği dışlama eğilimini, günümüzde çok popüler olan uzmanlaşmanın, uzmanlaşmayı kutsayan dünya görüşünün bir uzantısı olarak görüyorum. Oysa ki insan beyni bir bütün ve uzmanlaşmanın ne denli insan doğasına uygun olduğu tartışılır. Bir alanda uzmanlaşma, kişinin kendisini yaşamın diğer alanlarına kapatmasına neden olabilir. Bu da beynin birçok alanının kullanılmayarak körelmesi demektir. İyi yazar olmak matematiği dışlamayı gerektirmez. Ünlü matematikçiler arasında edebiyat tadında yapıtlar sunan yazarlar hiç de az değildir; Bertrand Russel, Godfrey Hardy bunlar arasında sayılabilir. Örneğin Rus kadın matematikçi Sonja Kowalewsky hem matematiğe hem de edebiyata meraklıymış. Kariyer yaşamına başlamadan önce kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girmiş ya edebiyatçı olacakmış ya da matematikçi. Sonunda matematikçi olmaya karar vermiş. Ama edebiyatı seven bir matematikçi olmuş, edebiyattan hiç kopmamış. Sonradan yazdığı anılar bir edebiyat yapıtı niteliğindeymiş. Hepimizin yakından tanıdığı Ömer Hayyam da edebiyat ve şiire meraklı bir matematikçiydi. karmaşık konular olması gerekmiyor. Önemli olan matematik kafasına sahip olmaktır. Bununla, sorunlara analitik yaklaşabilmeyi, konuları gerektiğinde basitleştirip aralarındaki bağlantıları ortaya koyabilmeyi, tıpkı bir matematik problemi çözer gibi aşama aşama daha üst düzey düşünce ve sentezlere ulaşabilmeyi kastediyorum. Matematik düşüncesine sahip olmak, aynı zamanda mantıklı ve tutarlı olmak demektir. Matematikte sayılarla, sembollerle yaptığımız soyut çözümlemelere yaklaşım biçimimiz gerçek yaşama bakışımızın aynasıdır. Matematiği sevmediğini söyleyen yazar belki de matematiksel bakış açısının yaşamın her alanında olaylara bakış açımızı etkilediğinin farkında değil. Matematikte duygu olmadığını söyleyenler vardır. Bu doğru değil. Bir heyecan ve motivasyon duygusu olmasa matematik problemleri üzerinde kim saatlerce çalışır? Çözüme ulaşıldığında hissedilen mutluluk en yoğun duygulardan biri değil midir? Tam bir koordinasyon yok Memleket sorunları için kafa yoran yazar, gerçek bir matematik titizliğine sahip olsa kendi içinde daha tutarlı olur, bugün söylediğini yarın inkâr etmezdi. Bizdeki kimi yazarlar ,dün söylediklerini bugün unutuyor, unutmuyorlarsa da reddedebiliyor. Kimileri de göğüslerini kabarta kabarta yanlışlarını kabul edip basit bir özür ile tutarsızlık ve çelişkiden kurtulacaklarını düşünüyor. Bunların birçok nedeni olabilir ama ben matematik düşünme biçimine sahip olmamanın da bu davranışlara katkısı olduğunu düşünüyorum. Sanki bir gün beyinlerinin bir bölgesi diğer bir gün başka bir bölgesi çalışıyor ama aralarında tam bir koordinasyon yok gibi. Matematiksel mantık olmadığı için konular birbirine eklektik biçimde birleştirilmiş. Birbirine taban tabana zıt görüşleri için de “yaşamın gereği değişim” deyip aradan sıyrılıyorlar. Matematik, yazarlar kadar siyasetçiler için de gerekli. Politika erbabı matematiği ne denli iyi bilirse o denli tutarlı ve mantıklı olur, bu da ülke için daha evladır. Ancak bir şartla; bildiği matematiği kendi çıkarı için değil, halk için kullanmak şartıyla. Matematiği iyi bilip bunu halkın aleyhine kendi için kullanacaksa bundan kimseye yarar gelmez, tabii kendisinden başka. Böyle bir siyasetçi belki de matematikten anlamayan yazardan daha zararlıdır, çünkü zeki ve kurnaz olduğu için baş edilmesi daha zordur. Yoğun iletişim Zekâ üzerine yapılan çalışmalar beynin değişik bölümlerinin farklı işlevleri olduğunu göstermiş. Bununla birlikte bölgeler arasında çok yoğun bir iletişim ağı var. Bu nedenle bir bölgesi zedelendiğinde diğer bölgeler de bu durumdan etkileniyor. Farklı bireylerde belli bölgelerin daha güçlü olduğunu biliyoruz. Beyin bölgeleri arasında kullanım gücü açısından farklılıklar gözlense bile beynin tüm bölgelerinin kullanılması bana daha insani bir tutum olarak görünüyor. Sıradan bir bireyin tercihi bu yönde olmayabilir, ancak toplumu ilgilendiren konularda yazı yazanlardan, ülkeyi yönetenlerden bunu beklemenin hakkımız olduğunu düşünüyorum. Matematik derken bunun mutlaka türev, integral gibi C MY B C MY B