22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 12 MART 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Samsun’a Şimdilerde Çıksaydı Neler Söylerdi? Hayatımın En Anayasa Ürküntüsü BAŞTA Sayın Meclis Başkanı olmak üzere, AKP iktidarının mensuplarında öyle bir üzüntü ve yakınma havası esiyor ki, izlenmesi çok ibret verici. Neymiş, bir kısım partilerde ve “bir kısım basın”da “yeni anayasa” çalışmalarına karşı anlaşılmaz bir soğukluk ve ilgisizlik varmış. Çekingenler sürekli eleştirilmekte, oyunbozanlıkla ve neredeyse bir çeşit ürküntü havası yaratmakla suçlanmakta. Doğrudur, böyle bir hava var, ama bunu yaratanlar aranıyorsa, AKP’yi yönlendirenler herkesten önce aynaya bakmalıdırlar. Çünkü, bir etki ve tepki sorunu ve onlar başlangıçtan beri bu sorunun yanlış tarafında yer almışlardır. iz de “anayasacılık” denen düşünce akımının dünyadaki seyrine şöyle bir bakalım. Bilen bilir ki özgürlük, bağımsızlık, eşitlik ve insancıllık isteklerinden kaynaklanan ve Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgeciliği ile Fransa’daki istibdat kralcılığına karşı çıkan ihtilallerin yarattığı bir akımdır bu. Başlatanlar, düşüncelerini bir temel yasa metnine sokup o metni bir tür “toplum sözleşmesi” olarak ülkelerinin yönetiminde egemen olmasını sağlamak peşindedirler. Elbette, bir etki ve tepki durumu vardır: Osmanlı’da bile Kanunu Esasi yandaşları ile karşıtları çatışır. Zaman zaman, roller değişti ve anayasaların özündeki temel ilkeleri uygulamak isteyenler toplumu tepeden ve hatta zor kullanarak yönetmek istemekle suçlandılar; ilkeciler ise Fransa’nın devrimcileri gibi “ihtilal”in özgürleştirici gücünden yana olmayı savundular. Kemalist akım da bundan pek farklı değildir ve Cumhuriyetin anayasa metinlerinde kendini gösterir. imdi, AKP iktidarının başlarında birkaç hukukçuya ısmarlanan anayasa metinlerine bakalım: Hepsinde “hürriyet, hak, hukuk ve hatta Avrupalılık” sözcüklerine sinmiş bir karşıdevrim kokusu var. İktidarın anayasa sözü ettiğini duyanlar, cumhuriyetçi, ürkmesin de ne yapsın? Yalnız onlar mı? AKP’nin beşte üç oyla anayasa değişikliği yapmak için sadece beşaltı parmak beklediğini ve bunları özerklik, anadilde eğitim gibi bir/iki ödünle BDP’den alabileceğini bilenler, bu “yeni anayasa” oyununa katılıp da rol mankeni mi olsunlar? Hele aynı iktidarın 2004 ve 2010 halkoylamalarıyla yargı organlarının kuruluş ilkelerine 1971’in 12 Mart dönemindekilerden pek farklı olmayan ne gibi darbeler indirdiğini biliyor ve sonuçlarını hâlâ yaşıyorlarsa... Yönetici güçlere ram olmuş bir yazılıgörsel medyanın da alkışları eşliğinde garip isimli davalarla toplumun zinde güçlerinin ve çok iyi yetişmiş beyinlerinin peşine düşülüyor. Bu ve benzeri konularda toplumun çeşitli kesimlerinde beliren tedirginliğin dile getirilmesi durumunda da sinirli bir tahammülsüzlük tepkisi sergileniyor. Garip bir saltanat eylemi tavrı içinde... Erhan KARAESMEN B Ş Yazarımız yurtdışı programı nedeniyle yazılarına kısa bir süre ara verecektir. , büyük adam Samsun’a doksan küsur yıl sonra bir kere daha çıksaydı… Elbette hayal ve düşünsel fantezi... Ama biraz imgelem çalıştıralım. Belki o dönemlerin utkusuyla, coşkusuyla günümüzün perişanlığını karşılaştırmak üzere bazı ipuçları yakalayabiliriz. Deneyelim. Büyük Nutuk’un hemen girişindeki o görkemli “manzarai umumiye” değerlendirmesinden yola çıkarak, büyük adam herhalde vurucu ve kalıcı şeyler söylerdi. Benzersiz beyin gücü, alabildiğine derin insan, toplum sevgisinin yanı sıra devasa bir toplumsal angajmanın yetkinliğiyle kim bilir neler söyleyecekti? Şöyle bir şeylerle söze gireceğini hayal edelim… “Ülkemin tersanelerine, uzay kalkanı üslerine yabancılar el koymuş olabilir. Seni komşu ülkelere saldırtmak için cihan âlem ayağa kalkmış olabilir. Ulusal onur duygusunun güven ve huzur vericiliğini hiç yaşamamış iktidarlar seni millici ve Kuvayi Millici benliğinden uzaklaştırmış da olabilir. Ama soylu geçmişinle bunlara karşı koyabilmelisin. Fazla gecikmeden karşı koyma yoluna düşmenin zamanıdır…” Hemen arkasından “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinden söz ederdi, herhalde: “Cihanda sulh” kavramının belirlediği bekleyişlerden dünyada epeyce uzaklaşılmışa benziyor. Ama bizim buradaki durum daha vahim. Bölgesindeki ülkelerin işlerine çok beceriksizce karışan bir Türkiye var ortada. Bölgenin köklü, bir ağabey ülkesi olarak Türkiye’nin vakur bir dengeleyicilik içinde olması gerekirken uzaklardan gelen kışkırtmalarla komşusunu ısırmaya kalkan bir konuma girmesi çok acıklı… “Yurtta sulh”, ulusal dirlik düzenliğimi O zin yürürlükte olması demektir. Biz tarihin en şanlı olayına, o mucizevi İstiklal Savaşı’na Türk Kürt Azeri Balkanlı Sünni Alevi gayrimüslim ya da muhafazakâr serbest düşünceli yurttaş ayrımını yapmadan giriştik. Bağımsızlık ateşi çevresinde halkalanmış dayanışmalı tek bir bloktuk. Cumhuriyetin çağdaşlaşma arayışlarının coşkusu tek yürek davranışını pekiştirmişti. Ancak sonraki aşamalarda ve özellikle son on yılda yoğunlaşmış düşünsel yetisizlikler ve yönetsel beceriksizliklerle ülke içi dengeler altüst olmuşa benziyor. Kargaşa ve karşılıklı yiyişme içinde buna bir çözüm bulunmasını harici ve dahili bedbahların hiçbiri arzulamıyor. Doksan küsur yıl önce yaptığımız gibi Anadolu topraklarında birkaç ay dolaşabilsek, bu sorunlar kümesini rahatlıkla kökünden çözerdik. Bu, toplumun, liderine gündelik bireysel çıkar ve tüketim paylaşımı hesaplarının çok ötesinde tam bir kucaklaşmayla yakın gelinmesini gerektirmektedir. potansiyel gözüyle baktığımız “eğitim”e ağırlık vermiştik. Eğiticiliği ve öğretmenlik uğraşını yetkin ve saygın bir meslek konumuna ulaştırmayı istedik. O dönemin öğrenme ve öğretme coşkusu dünya için örnek oluşturacak bir düzeydeydi. Günümüzün eğitim curcunasıyla oraya buraya ekilmeye çalışılan dinsel eğitim bağlantılı tohumlara bakıldığında, hayretlere düşüyor ve derin üzüntü duyuyoruz. Bu memlekette, yüksek eğitim olayında YÖK gibi yalan yanlış kurumlaşmalarla ve vicdan hürriyeti adı altında kıyafet düzenine tanınan ilkel serbestilerle boğuşmak zorunda kalınabileceği hesapta hiç yoktu. Önemli Günü Fazıl SAY kinci senfonim “Mezopotamya” 23 Haziran’da Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında İstanbul’da seslendirilecek. Sanırım şu ana kadar, hayatımın en önemli günü, o gün olacak: Koyduğumuz tarih; 23 Haziran 2012. “Neden?” derseniz, yazdığım en iyi eser olduğunu düşündüğüm bir müzikle dinleyicilerin karşısına çıkıyorum da ondan... İ Kandırmaca tüketim Oy pazarları Günümüzdeki gibi ulusal üretime hiç katkıda bulunmadan seçimlerde oy pazarları oluşturma ve politik yandaşlık sergileme yoluyla açıktan beslenen büyük kitlelerin var olabileceğini hayal bile edemezdik, Samsun’a doğru yol alırken… Emek, üretim, verim kavramlarının ölçülü ve tasarruflu bir harcama anlayışı içinde benimsenmesine gayret ettik. O günlerin el verdiği ölçülerde ulusal sanayi hamlesini başlatmıştık. Arkasındaki öğe ithalatı azaltıcı yerli üretimi gün ışığına çıkarma gayretleriydi. O dönemlerin önemli ekonomik dayanağını oluşturan tarım alanında gelişmeye sahip çıkıp yardımcı olacak uzmanların yetiştirilmesine önem verdik. Ayrıca, temel büyük bir Tasarruf anlayışından ve ilkesinden tüketim hovardalığına geçiş elbette kendiliğinden olmadı. Küreselleşme denen kandırmaca tüketimi arttırma yolunda direktifler verdi. Üretimi güya arttırmak için gerekli ara malların dışalım yoluyla edinilmesi kaçınılmazdı. Tüketim amaçlı ithalatla birlikte dış ödemeler açığının kapanması böylece hayal olacaktı; oldu. Tüketim hummasının, gittikçe yayılması mevcut iktidar tarafından neredeyse kamçılanıyor. Günümüz iktidarının kuvvetle desteklediği borçlanarak tüketim eğilimi daha nerelere ulaşacak? Buna karşılık, geleneksel tarım ülkesi bir Türkiye besin maddeleri ithalatına mahkum kılınıyor. Yoğun kentleşme içindeki bir ülkede çok inşaat işi kendini gösterir. Ancak şimdilerdeki yapı etkinliği üretim tesislerine değil, tüketsel kullanımı ağırlıklı bir yığın anlamsız binanın inşa edilmesine yöneliyor. Ankara’nın yüzyıl öncesindeki köylük halinden çıkarılıp akılcı kentsel gelişme çizgisinde yapı birimlerine kavuşturulması anlamlı ve uygar bir kentsel gelişme denemesiydi. Hâlâ soluk alınabilecek parklı, bahçeli, ağaçlı köşeleri bol bir kent yaratmaya çalışılmıştı. İnanılmaz bir çirkinliğe kavuşturulan Ankara kent merkezinde bizim diktiğimiz ağaçların kesilmesinden, ayrıca üzüntü duyuyoruz. İstanbul’un tarihi karakterine uygun düşmeyen yaklaşımlarla “dönüşüm” yutturmacası adı altında gayrimenkulden rant sağlamaya zaten yatkınlaştırılmış bir toplumda ortalığı çirkinlikler pazarına çeviren bir yapılaşma ağının tuzağına düşülmüş bulunuluyor. Geçen yıl “Avrupa Kültür Merkezi” gibi uluslararası dikkat çekebilecek bir konumu, akıl almaz bir kültürsüzlükle heba etmiş bir yönetim bilinçsizliği yaşadık. Özellikle son on yıldır, birbirinden ucube alışveriş merkezi binaları ve ruhsuz yapı birimlerinin yan yanalığıyla oluşturulan modern“!” site tesisleri çağdaş kentsel yaşama çok endişe verici biçimde damgasını vuruyor. Eskilerden bir kez daha söz edelim. Bu şanlı savaş kazanılıp Cumhuriyet dönemi başladığında halkın ve toplum katmanlarının haklarını güvence altına alan bir devlet yönetim düzeni kurmaya çalışmıştık. Yasalar, yargı düzeni, devletin ve toplumun yönetiliş biçimi çağdaş akılcılığa dayanılarak oluşturulmuştu. Bazı kesimlerden yöneltilen “din düşmanlığı, zındıklık” suçlamalarına aldırmaksızın akıl ve gelişme yolunda yürümeye gayret ettik. Bunca yıl sonra laikliğin çağdaşlık ve akılcılık arayışı simgesi olduğu açıkça ortadayken, tüm Cumhuriyet kazanımlarının bir nefret odağı haline dönüştürülmesi çok endişe verici. Bu, geri gidişe işaret ediyor. Bunun yanı sıra, okumuş ve aydın insana çok sert bir yan bakış son dönemlerde sürekli biçimde ortaya dökülüyor. Yönetici güçlere ram olmuş bir yazılıgörsel medyanın da alkışları eşliğinde garip isimli davalarla toplumun zinde güçlerinin ve çok iyi yetişmiş beyinlerinin peşine düşülüyor. Bu ve benzeri konularda toplumun çeşitli kesimlerinde beliren tedirginliğin dile getirilmesi durumunda da sinirli bir tahammülsüzlük tepkisi sergileniyor. Garip bir saltanat eylemi tavrı içinde... Oysa, biz, Büyük Savaşta sadece İngilize, Fransıza, İtalyana, Yunana karşı değildik. Büyük bir kavga da o teslimiyetçi sultanlık anlayışına karşı verilmişti. Ve kazanmıştık. Hatırlana... Bir senfoni nasıl çalışılır? “Mezopotamya”, “Nâzım Oratoryosu” ve “Hayyam Klarinet Konçertosu” gibi, özenle bir şahısı anlatmaya çalışan bir eser değil. “İstanbul Senfonisi” gibi bir şehri anlatmaya çalışan bir eser de değil. Mezopotamya Senfonisi, Richard Strauss’un kendi başyapıtı olarak gördüğü “Bir Alp Senfonisi” için dediği gibi: “Bir ineğin süt vermesi gibi” tarzındadır kanımca… Tüm doğallığıyla, 42 günde bestelenen, 10 bölümlü, 55 dakikalık, 130 kişilik bir dev orkestra için kurgulanmış, 190 sayfalık el yazımı orkestra partisyonunu kapsayan bir senfonidir. (Bir orkestra partisyonu sayfasının yazımı yaklaşık 23 saat sürer. Bu süre, besteyi yapıp, orkestrasyon eskizlerinin çizilmesinden sonraki en son aşamadır. Benim için kasım ve aralık ayları gece gündüz demeden, unutulmaz bir hummalı çalışma…) Mezopotamya Senfonisi’ni, orkestra kadrosu çok fazla olduğu için bazen iki A3 sayfayı üst üste yapıştırarak çalışmak zorunda kaldım tüm enstrümanların ne çaldığını yazabilmek için. Düşünün ki o sıradaki akan müziğin süresi 78 saniyedir. Richard Strauss’un bu “Bir ineğin süt vermesi gibi” deyişini bu yüzden severim. Orkestra eserleri için, oldukça zor bir durumdur bu doğallığa varabilmek… Orkestrayı ve eserin anlatımını kendi içinde duyuyor olmak gerekir. 130 kişinin her birinin tek tek ne çaldığını düşünmek ve tahmin etmekten çok, “duyuyor” ve “biliyor” olmak lazım… Çünkü “düşünmek ve tahmin etmek” o yoğunluktaki bir konsantrasyonda “engel”dir. “Mezopotamya”yı bestelerken hürdüm. Farklı yollar denedim, bazen o güne kadar gittiğim yolların ters istikametine gittim. Bir aşamadır benim için… Sanırım, biraz da tecrübe ile ilgili konulardır, duyduğundan ve bildiğinden emin olabilmek. Mesela şu anda, 2001’de bestelemiş olduğum Nâzım oratoryosunun notasına baktığımda, eksikler ve yanlışlarla bana gelmiş genç bir öğrencim karşımdaymış gibi hissediyorum. ??? 2003’te İstanbul Kültür Sanat Vakfı ile aramız açılmıştı. Geçen sene, Sayın Bülent Eczacıbaşı’nın samimi gayretleri ile aramız düzeldi. Kendisine teşekkür ediyorum. “Mezopotamya”yı İKSV siparişi üzerine besteledim... (Sipariş, “bir” orkestra eseri idi, eserin konusunu, yapısını, kadrosunu ben belirledim.) Festivalde, Gürer Aykal yönetiminde Borusan Senfoni Orkestrası, 23 Haziran günü, Haliç Kültür ve Kongre Merkezi’nde eseri yorumlayacak. (Mezopotamya Senfonisi ile ilgili 11 dakikalık bir ön belgeseli internetten bulabilirsiniz.) Mezopotamya senfonisi ne anlatır? 10 bölümün başlıkları şöyle; 1 Ovada iki çocuk 2 Dicle 3 Ölüm kültürü üzerine 4 Melodram 5 Ay 6 Güneş 7 Kurşun 8 Fırat 9 Savaş üzerine 10 Mezopotamya türküsü Bu eserde “ölüm kültürü” ve “savaş” üzerine yoğunlaşma var. Sadece günümüz Ortadoğu ve Güneydoğusu değil konumuz… Mezopotamya’da ta başından beri, Asur, Babil, Urartu, Sümer döneminden beri, akla ilk gelen şeylerden biri, savaş… Ortadoğu’da bir türlü bitmeyen savaş… Evrendeki en anlamsız şey olan “savaş”. Mezopotamya Senfonisi, bir barış çağrısıdır. Theremin diye bir enstrüman var, bu eserde solist görevi gören theremin bir çeşit “elektromanyetik dalgalar” ile çalınır. Çalması çok zordur. Madde olarak enstrüman yoktur, elektromanyetik dalgaların frekanslarından elde edilen sesler vardır. Theremin, bana hep bir meleğin sesi gibi gelmiştir. “Melek Mezopotamya’yı korusun” misali, bu, senfoninin leitmotifidir. Carolina Eyck, 19 yaşında, günümüzde bu enstrümanı en iyi çalan olarak bilinir ve İstanbul konserimizde o çalacak. Ay ve Güneş var, bu eserde… Beethoven ve Debussy’ın eşsiz “Ayışığı” eserlerini, piyanoda çalmışlığım vardır, çok iyi bilirim. Benim eserimde Ay “ürküten/ gece karanlığına anlam katan” bir leitmotif. Güneş ise, tapınılan / göz kamaştıran/hayat veren bir leitmotif. Nehirlerim var senfonide; Dicle ve Fırat… Dicle’nin sakin ve duru akışı, Fırat’ın köpüklü, devinimli akışı… Ovada iki çocuk, bas flüt ve bas recorder tarafından temsil ediliyor. Bu iki çocuk büyür, birisi vurulur. (Kurşun bölümü) senfoni hep onların ağzından aktarılmaktadır. Mezopotamya’nın ana teması, Urfa bölgesinden, bir Kürt halk türküsüdür. 23 Haziran günü, bu konserime sizleri beklerim... İyi bir eser ile buluşacağımızı düşünüyorum… C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear