29 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
29 EKİM 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 27 gârları kanatlandırmalarını, bizi birbirimizle ve doğayla barıştırmalarını bekler oluyor. Bize nereden geldiğimizi, üstünde yaşadığımız bu toprakların sayısız gergefte rengârenk dokunmuş, nasıl göz alıcı bir kilim oluşturduğunu, o renklerin herhangi birini görmezden gelmenin nasıl onulmaz bir hata olduğunu hatırlatmalarını bekliyor. Ama bugün o kilimin sökülen düğümlerinden, parçalanan ipliklerinden kan damlıyor, güzelim motiflerin üzerini kan lekeleri kaplıyor. Görünmez kılıyor onları. Ana tanrıçaların ayağa kalkma, şu coğrafyayı hepimize anlatma, bu “tarihsel zaman”ın dışında bir de alttan alta süren değişmez bir “kutsal döngü” olduğunu hatırlatma vakti çoktan geldi, geçiyor… Ana tanrıçalar diyarı Kırık Kalpler Müzesi İzmir’de Gazi Kadınlar Sokağı’na varmadan, oraya varmak için herhalde hayli yaralanmış olmak gerekir, öyleyse yaralarıyla gelebilenler için diyelim, Viran Gönüller Kahvesi açılmıştı. Viran gönüller her zaman açıktır da kahvesi hâlâ açık mıdır bilemem. Kahvenin hatırı kırk yıl sayılır da viran gönüllerin hatırı kalmış mıdır, onu da bilemem... Adı bir kahvehaneden çok bir müzeyi hatırlatıyor. Viran gönülleri ne yaparlar, kırpsan da onlardan yıldız çıktığı pek görülmemiştir, ya “birinci dereceden tarihi eser” diye koruma kapsamına alırlar ya da “eh, zamanı gelmişti zaten” diye müzeye kaldırırlar! Dedim ve cümlenin sonunda da kendimi ele verdim! Müzeye kaldırmak, müzelik olmak... Dil, müzeye nasıl baktığımızı da gösteriyor. Eskimiş, zamanı ve modası geçmiş, artık kimsenin yüzüne bakmayacağı varsayılan şeyleri, sanki insanları rahatsız etmesin, şurda burda karşılarına çıkıp göz zevklerini bozmasınlar diye, gözden ırak, eh böylece ilgiden de ırak, çoğunlukla da kuytu, soğuk yerlere koymak oluyor demek ki müzeye kaldırmak. 2010’da yayımlanan yeni İstanbul Ansiklopedisi’ne (NTV Y.,) “Özel Müzeler” maddesini yazarken anlamıştım nasıl müze yoksulu olduğumuzu! 2 yılda fazla bir şey değişmiş olduğunu da sanmıyorum. Orhan Pamuk’un “dünyada bir romanla bağlantılı ilk müze” olma özelliğini taşıyan Masumiyet Müzesi dışında. O da aslında bir tür “kırık kalpler müzesi” sayılır. Roman kahramanı Kemal Basmacı, kavuşamadığı sevgilisi Füsun’a ait eşyaları biriktirmeye başlar... Sonra bu heves bir gurura dönüşür. Heves gurura nasıl dönüşür derseniz, onun için de ya müzeyi görmelisiniz ya da müzeyle ilgili kitabı okumalısınız, derim. Türkiye’de müze olarak tasarlanan ilk yapı, 1891’de inşa edilen İstanbul Arkeoloji Müzesi. Sonra Topkapı, Dolmabahçe, Türk ve İslam Eserleri Müzesi gibi tarih, arkeoloji ve etnoğrafya odaklı müzeler açılıyor: “Onlar çoğalırken, öte yandan da günceli gözeten, farklı ilgilere ve arayışlara cevap veren müzeler gündeme geldi. Böylece klasik, bazen mimari yapısı, bazen de tarihi ağırlığıyla, insanı daha kapısında, zamanın ağırlığını da hissettirerek, deyim yerindeyse hayli çaresiz bırakan büyük müzelerin yanı sıra, daha renkli, daha neşeli, belki daha hafif, bazen de müzikli, eğlenceli müzeler hayatımıza girmeye başladı. Hepsi de tam olarak müze kavramının kapsamına giriyorlar mı, emin değilim. Eğer ‘müze’nin ‘musalar’dan, şairlerin ve âlimlerin, yani bir bakıma sanatın ve bilimin koruyucuları olan esin perilerinden geldiğine inanıyorsak müze olarak görebiliriz hepsini” diye de eklemişim. Böyle birkaç müze var, Sunay Akın’ın kişisel çabaları ve özverisiyle oluşturduğu Oyuncak Müzesi, Rahmi Koç Müzesi gibi. Bir de bilmediğimiz müzeciler var. Müze kurmamış, ama “İçimizdeki Müze”yi düşlemiş Abdülhak Şinasi Hisar gibi bir büyük yazarımız da bunlardan biri. Bu konuyu sürdürmek üzere, Cumhuriyet Bayram’ınız kutlu olsun. ? Ana tanrıçaların ayağa kalkma, şu coğrafyayı hepimize anlatma, bu “tarihsel zaman”ın dışında bir de alttan alta süren değişmez bir “kutsal döngü” olduğunu hatırlatma vakti çoktan geldi, geçiyor… doğrudan bir koşutluk kurulabilir mi bilmiyorum. Ama mitoloji bir anlamda insanlığın “kültürel bilinçaltı” ise bu bilinçaltının içinde söz konusu iki “budama”nın çok benzer ve koşut anlamlar yüklendiğini düşünüyorum. nın kendini içine hapsettiği bu tuhaf düzen içinde doğadan, evrenden ve insanlıktan giderek kopuşunu izlerken, paranın, savaşın ve gücün tanrılaştığı bu “dünya düzeni” içinde hep birlikte sonu belirsiz bir mecrada sürüklenirken, insan şu diyarın “ana tanrıçalarının” ayaklarını vurup bir doğrulmalarını, yüzlerce yıllık ezgileriyle yeniden rüz Doğu Akdeniz’i çevreleyen topraklar ana tanrıçaların diyarıdır. Sümer’in İnanna’sı, Akkad’ın İştar’ı, Mısır’ın İsis’i, Anadolu’nun Kibele’si mitolojik öyküleriyle birbirlerini izleyerek Bereketli Hilal’in çevresini dolaşırlar adeta. Hem doğubatı hem de kuzeygüney eksenlerinde tam bir geçiş alanı ve köprü oluşturan Anadolu, ana tanrıçaların da tercihli mekânı olagelmiştir. Bu topraklarda kimi zaman yan yana kimi zaman birbirinin yerini alarak yaşayan, gelişen sayısız medeniyet ve kültür bizim bugünümüzü şekillendiren arka plandaki mayayı oluşAkkad tanrıçası İştar. turmuşlardır. Ölmedirilme ritüelleri ve ana tanrıça motifleri bu mayanın en önemli unsurlarındandır. Günümüz… Günümüz dünyasına bakarken insa Ritüeller ve ‘kutsal döngü’ Ölmedirilme ritüeli, çok çeşitli yan anlamların yanı sıra dünyanın sürekli yenilenen “kutsal döngü”sünü de simgelerken, tabiat ve toprak ile özdeşleşen “ana tanrıça” motifi ise insanın doğa ile uyum çabasının uzak çağrışımlarını taşır bize. Ana tanrıçaların tarihsel süreç içinde giderek geri plana itilip silikleştirilmesi, mitolojilerdeki kadın motifinin ya kadına biçilen toplumsal rol modelleriyle sınırlanması ya da canavarlaştırılması, cadılaştırılması ile ölmedirilme ritüellerindeki “dirilme” boyutunun ancak batıni mezheplerin, tarikatların törenlerinde varlığını koruyabilmesi arasında C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear