22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHUR YET 26 AĞUSTOS 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Şike Olayında Yangın Unutulan 26 Ağustos BİR zamanlar manzumelerimiz “26 Ağustos gece sabaha karşı / Topların çelik ağzı...” diye gümbür gümbür gürüldeyen sözlerle başlar, çocuk göğüslerimiz Cumhuriyetin gururu ve özgüveniyle haykırılan marşlarla şişerdi. Gerçekten 26 Ağustos 1922’nin sabahı, yıllarca sürecek olan bir başkaldırışın uykulu düşman mevzilerine mermi yağdıran top atışlarıyla ilan edildiği bir sabahtı. İki yüzyıllık gerileyişin, bocalayışların, yenilgilerin, istilaların ardından yaşanan böyle bir sabah kolay unutulamazdı. Bugün, 26 Ağustos 1931 günü Cumhurreisliği yatıyla Boğaz’dan Karadeniz çıkışına kadar gelen Mustafa Kemal’in ani bir kararla süvariye “Zonguldak’a gideceğiz!” emrini verişinin de 80. yıldönümü. Büyük kurtarıcı, o gün herhalde dokuz yıl önce Afyonkarahisarı’nda duyduğu top seslerinin heyecanını yeniden duyar gibi olmuş olmalı ki, köklü bir sanayi atılımının “muharebe”sini başlatmak üzere Zonguldak’a ayak basmak istemiş olabilir. itekim, o gelişin ardından kömür üretimine devletçe önem verilmeye başlanmış, bu işin FransızBelçika sermayesiyle çalışan bir yabancı şirket ve birkaç yerli girişimciyle başarılamayacağı kısa zamanda görülerek 1937 devletleştirmesiyle bütün havza Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin sahipliğine geçmiştir. Sonrası, yani Zonguldak’ın layık olduğu çağdaş ve büyük sanayi merkezi durumuna getirilemeyişi, belki de başka birçok işimiz gibi 26 Ağustos öncesindeki akılcılığını tam anlamıyla sürdüremeyişin sayısız örneklerinden biri sayılmalıdır. afer kutlamaları, çoğu zaman, daha öncesi ihmal edilerek gerçekleştirilir. Tam olarak anlatamamışızdır ki, 30 Ağustos neredeyse bir yıl süren bir sabrın, yoğun hazırlığın ve ciddi planlamanın sonucudur. Şu günlerde iyi düşünülmemiş, iyi hesaplanarak planlanmamış dış politika değişiklikleri yüzünden yanlıştan yanlışa sürüklenirken 30 Ağustos öncesinin akılcılığını anımsamamak olmaz. Örneğin, Batı dünyasının son derece açık petrol hesapları dolayısıyla sürdürdüğü olaylar dizisinde, Türk diplomasisinin içine düşürüldüğü hüzün verici durumlar, hesapsızlığın, planlama yokluğunun ve kolay başarı elde etme sabırsızlığının sonucu değil mi? 26 Ağustos sabahının topçularındaki özgüven, bunun için yok şimdinin adamlarında. Bu olaydan bir hukuk dersi çıkarmamız gerekir. O ders şudur: Konu ne olursa olsun, ülke hangi ülke olursa olsun, asla ve asla gerçek ya da tüzelkişilerin hak arama özgürlüğünü ortadan kaldıran bir işlem yapılamaz. Yukarıdaki örnek bu ilkenin ihlalidir. Prof. Dr. Erdener YURTCAN N Şike, Fransızca bir sözcük, ‘chiqué’ olarak yazılıyor. Şike denildiği zaman, herkes ne anlatılmak istendiğini hemen anlıyor. Ancak şikeyi düzenleyen hukuk metinlerinde birkaç sözcükten oluşan tanımların tercih edildiği dikkati çekiyor. Şikede görünüşte bir mücadele vardır. Herhangi bir spor karşılaşmasında yarışır gibi yap, herkesi kandır, oysa sonuç çoktan belirlenmiş, her şey yalancı görüntüde. Türkiye sporda şikenin üstüne gitti yasama boyutunda. 14 Nisan 2011 tarihinde 6222 sayılı yasa çıkarıldı. Yasanın konusu sporda şiddeti ve düzensizliği önlemek, ama belkemiği şikeyi ve teşvik primini cezalandırmak. 3 Temmuz 2011’de İstanbul bir pazar sabahına uyanırken, haber ajanslarının araçları ve çalışanları hummalı bir çalışmaya girmek durumunda kaldılar. Futbol camiasında yer yerinden oynuyordu; önce gözaltılar, sonra ifadeler, sonra sorgular, son noktada tutuklamalar. Tutuklananlar da futbolun önemli isimleri olunca, işin önemi daha da artıyordu. Adalet mekanizması kendi çarkını işletedursun, herkes aynı soruyu soruyordu. Şimdi ne olacak? Oysa olacağı belliydi, fakat bunu görmek için hukuku iyi süzmek gerekiyordu. Şike kavramı aslında sporun içinde yer alır, bu nedenle de spor disiplinine tabidir. Burada hukukun statü hukuku dalı ortaya çıkar. Bir spor dalının içinde değişik sıfatlar, unvanlar ve kimliklerle yer alan kişiler, bu statünün sonuçlarına tabidir. Bu sonuçlar içinde, sporun disiplinine aykırı davranma halinde, disiplin cezalarına çarptırılmak da vardır. Futbol disiplini içinde bir alt kümeye indirilmek ya da puanının silinmesi de başka bir şey değildir. Fakat önceki gün bomba patladı, TFF, Fenerbahçe’nin UEFA Şampiyonlar Ligi’ne katılmasını yasakladı. Bu olayın sonucuydu. Gerçek şuydu: UEFA, TFF’ye 23.08.2011 günü bir yazı gönderiyor, “Fenerbahçe’nin bu ligden çekilmesini sağlayın, Kulüp bunu yapmazsa, siz yasaklayın, aksi takdirde UEFA Türkiye için soruşturma açacaktır” diyor. TFF yazıyı kulübün iki yöneticisine yalnızca okutuyor, tebliğ dahi etmiyor ve 24.08.2011 günü cevap bekliyor. Kulüp olumsuz cevap veriyor ve dün akşamüstü yasaklama kararı çıkıyor. ‘Hangi Çağda Yaşıyoruz!’ Hüseyin DUYGU / Kopenhag Hukuk dersi Dün UEFA’da Şampiyonlar Ligi’nin kura çekimi yapıldı. UEFA’nın tavrı sürüyor, Fenerbahçe’nin yerine Trabzonspor bu lige alınıyor. Fenerbahçe şaşkın. Bu olaydan bir hukuk dersi çıkarmamız gerekir. O ders şudur: Konu ne olursa olsun, ülke hangi ülke olursa olsun, asla ve asla gerçek ya da tüzelkişilerin hak arama özgürlüğünü ortadan kaldıran bir işlem yapılamaz. Yukarıdaki örnek bu ilkenin ihlalidir. Bu sonuç başka türlü açıklanamaz. Teknik hukuk yaklaşımı ile Fenerbahçe bu olayda UEFA’nın Tahkim Kurulu’nda hakkını aramak hakkına sahiptir. Fakat atı alan Üsküdar’ı geçince, 25.08.2011 günü kuralar çekilince, Fenerbahçe haklılığını ispatlasa ne olur ki. Sormak gerekmez mi? 3 Temmuz 2011 günü başlayan olayda UEFA’nın 23 Ağustos’u beklemesini kim, nasıl açıklayabilir? enerbahçe’nin ipini çektiler Bu konuda ceza hukuku disiplin hukukundan önce gelir, bunun aksi düşünülemez. Aynen sahte belgeyle okulda eğitim gören öğrencinin öğrenciliğine son vermek için, ceza mahkemesinin belge sahteciliğini kesin hükümle karara bağlamasında olduğu gibi. Resim bu iken, önceki gün TFF ile UEFA el ele verdiler ve Fenerbahçe Spor Kulübü’nün terimi bağışlayınızipini çektiler. Tabii ki yangın çıktı, her yanı sardı. UEFA müfettişi soruşturma savcısı ile geçen hafta görüşüp gittikten sonra, herkes rahatlık içine girmişti. F Z adınlara en kötü davranan 10 ülkenin 9’unun yer aldığı Müslüman ülkeler arasında bulunan Türkiye, 2002 yılından günümüze, kadının örtünmesi ve evlere kapatılması sonucu kadınsız bir toplum haline getirilmiş ve buna koşut olarak Türkiye’de kadın cinayetleri 2002 yılından 2009 yılına kadar yüzde 1400 oranında artmıştır. Şiddet gören kadınlarımızın bir kesimi boşanmaya ya da evden kaçmaya başlıyor ve önce, devlet sığınma evlerinin kapılarını çalıyorlar. Fakat sığınma evlerinin sayısı sadece 65 olup son derece yetersizdir. Sığınacak bir yer bulamayan ve o zamana kadar da K Çocuk Kumalar, Kadın Cinayetleri Yard. Doç. Dr. Çetin KAYA öldürülmemiş olan kadınların yüzde 86’sı, tekrar aynı cehennem hayatına geri dönmekte ya da fuhuş ortamına sürüklenmektedir. Aslında devlet, kadını korumada kararsızdır. Çünkü çoğu yöneticiler önyargılı olup, kadına iyi gözle bakmıyor ve eğer bir kabahat varsa, onu kadında buluyorlar. Örneğin, AKP Milletvekili Prof. Hikmet Özdemir, tüm milletvekillerine “Kadının cehennemlik olduğunu” bildiren hadis kitapçığı dağıtıyor (Ruhat Mengi Vatan, 14.05.2006). Peki, parasızlık nedeniyle mi şiddet gören kadınlar ya da himayeye muhtaç kızlar için gereği kadar sığınma evleri açılamıyor? Hayır, konu para değil. Para olsaydı, devlet yönetimi kendini kaybedercesine Somali’ye para yağdırmazdı. Kaldı ki o paralar aile planlamasından yoksun, ortalama çocuk sayısı 67 olan bir Afrika ülkesinde kısa sürede buharlaşıp gidecektir. Ayrıca şiddet altındaki kadınlarımızın dramı ve büyük olasılıkla sonunda seks pazarlarına sürüklenecek olan kâğıt mendil satan küçük kızlarımızın durumu, Somali’ye para yağdıranları ırgalamadığı gibi, devleti de ırgalamıyor zaar! Oysa bugün, Türkiye’deki 56 genelevde seks tacirlerinin eliyle çalışmak zorunda bırakılan 40 bin çaresiz kadın vesika almak için sıra bekliyor; ve kayıt dışı çalışanlarla birlikte seks işçilerinin sayısı 100 bini buluyor (Cumhuriyet, 28.03.2011). Bir yandan ıstdırap içindeki 100 bin kadınımız fuhuş batağından ve bir o kadarı da öldürülmekten kurtarılmayı beklerken, diğer yandan, etrafına övgüler saçan Ajda’lı show turları düzenleniyor. İşte ben, sevap diye buna derim arkadaş! aşkalarının acılarını, duygu ve düşüncelerini küçümsemek, aşağılamak ve duyarsızlık belki de çağımızın en büyük sosyal hastalığı. Son yıllarda ve son günlerde Batı Avrupa’da yaşağımız ırkçı saldırıları ve Avrupa’da ırkçılığın boyutunu anlamaya çalışıyorum. Batı Avrupa’da ırkçıların devlet ve polis tarafından hoş görülmesi ve korunması yalnız bizi değil, demokratik toplum yapısını da tehdit ediyor. Bilindiği gibi çok kısa süre önce Norveç, savaşlar dışında tarihinin en kanlı siyasi katliamlarından birini yaşadı. Katliamı gerçekleştiren Norveçli faşist katilin katlettiği gençlerin büyük bir kısmının Norveç’te antifaşist örgütlenme içinde olmaları, canlarına mal oldu. Bütün bu ırkçı faşistlerin verdikleri ortak mesaj şöyle: “Avrupa’yı Müslümanlardan ve komünistlerden kurtarma amacıyla bu saldırıları yapıyoruz.” Ne yazık ki son günlerde Türkiye’de de ırkçı saldırılar oluyor. Çorum, Maraş ve Sivas katliamlarının acıları daSavunageldiğimiz ha geçmeden, sorumluevrensel değerler, ları açığa çıkarılmadan Türkiye’nin çeşitli yerinsanları birbirine lerinde irili ufaklı ırkçı yakınlaştırmak, saldırılar oluyor. Türkikaynaştırmak ye’deki ırkçı saldırganlar da Avrupa’da ırkçıların içindir. Barış ve söylediklerini tekrarlıgüzel bir yaşam yorlar. Adını çok iyi biliçindir. diğiniz eski bir Başbakan, ‘Bana sağcılar suç işliÇocuklarımıza yor dedirtemezsiniz’ di‘göreceğiniz güzel yerek yapılan saldırılara günler var’ göz yummuştu. diyebilmek içindir. Biz yurtdışında yaşayanlar artık birer ‘dünya vatandaşı’ olduğumuzu anlamak zorundayız. Yeni bir dönemece geldi yaşam. İki ülkeli olmaktan tek ülkeli olmaya doğru evrildi yaşamımız. Yabancılıktan göçmenliğe, göçmenlikten yurttaşlığa. Yaşadığımız ülkenin yurttaşı olmak, yeni bir kimlik edinmek anlamını içeriyor aynı zamanda. Edineceğimiz ve aynı zamanda kendimizi de katacağımız yeni bir kimlik. Oluşumunda bizim kadar, yaşadığımız ülkenin de yer alacağı, hem etkileyip hem etkileneceğimiz bir kimlik bu. Tanımını ancak çok kültürlü bir insan, çokkültürlü bir toplum diye yapabiliriz. Ne yazık ki Danimarka’da şu anda durum iyi görünmüyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nun, Danimarkalıların yabancı insanlara karşı davranışlarını eleştiren raporları ve Norveç’teki ırkçı katliam; özeleştirisel, samimi bir tartışma başlatacağına, Danimarka’nın alıngan ve saldırgan tutumu sürüyor. Yabancı düşmanlığının siyasi ve kültürel kabalığına karşı çıkan güçler; görüşlerinin doğru, tartışılmaz ve kusursuz siyasi düşünce olduğunu iddia eden çatlak sesli, barış istemeyen bir sağ düşünceyle karşı karşıyalar. Savunageldiğimiz evrensel değerler, insanları birbirine yakınlaştırmak, kaynaştırmak içindir. Barış ve güzel bir yaşam içindir. Çocuklarımıza ‘göreceğiniz güzel günler var’ diyebilmek içindir. Her zamankinden daha çok barışa ve hoşgörüye gereksinimimiz var. Demokratik ve açık toplumdan, aydınlanmadan yanayım. Dünyanın her yerindeki her türlü ırkçı ve faşist saldırıyı kınıyor ve lanetliyorum. Bertolt Brecht’in dediği gibi ‘Hangi çağda yaşıyoruz!’ huseyin@pc.dk B C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear