10 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHUR YET 15 HAZ RAN 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Çirkin Siyasetin Nedenleri... Yeni Güç? SEÇİM sonrasında cumhuriyetin temellerini sağlamlaştırmak için yeni mücadele gücü ararken, ister istemez “Cumhuriyetin ardındaki güç neydi?” diye sormadan olmaz. Kemalizmle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sıradan bir rejim türü olmayıp devrim ürünü olduğunu, devrimciliğin ise, “Durmayalım, düşeriz” sloganıyla özetlendiği gibi, ancak sürekli devrimcilikle, yani her zaman rasyonalizm ve pozitivizm yönünde, aklın ve bilimin gösterdiği doğrultuda davranmakla ayakta kalabileceğini bilerek işe başlanmalıdır. Yine bilmek gerekir ki, devrim yaklaşık yirminci yüzyılın ortasından beri “karşıdevrim”e yenik düşüyor. 27 Mayıs dönemi gibi devrimci görünüşlü kısa kesintiler dışında, bu sinsi yenilgi hâlâ devam etmekte. Eğer bunlara karşın cumhuriyet henüz büsbütün yıkılmayıp ayakta kalmış görünüyorsa, unutulmamalı ki, bu ayakta kalış, son zamanlara kadar özündeki Kemalist mayanın ve ardındaki somut ordu gücünün dolaylı destekleri sayesinde olmuştur. Ama, hep öyle kalamazdı ve kalmadı da. Mayayı yeni katkılarla güçlendirmek, desteği de hiç nostaljiye kapılmaksızın yeniden bulmak gerekiyor. ayın Kılıçdaroğlu’nun kısa sürede ve elindeki örgüt malzemesiyle elde ettiği başarı asla küçümsenemez. Ama, bir “ana” muhalefet için asıl başarı “iktidar doğurmak” olduğuna göre, o sonuç bu gidişle epey uzak görünüyor. Mayanın, kendi özüne uygun olarak, etnik ve demagojik görünümlü çözümlere kaymadan, ulus kavramının ekonomik ve sosyal nitelikli yapısal devrim hedefleriyle güçlendirilmesi ve geniş halk yığınlarının bu tür hedeflere kazandırılması gerekiyor. Özelleştirme ve taşeronlaştırma furyalarına seyirci kalmanın bu yönde bir iktidar özlemi yaratmış olduğu söylenemez herhalde. üçlü desteği yenilemeye gelince, eski desteği ya da gücü daha fazla yıpratmamak ve doğru bir sosyal zemine geçmek için yeni bir düşüncenin geliştirilmesi gerekiyor. Özellikle, soyut devrimcilik sözleri edenlerin son zamanlarda uzak kaldıkları bir alana iyi belirlenmiş somut hedeflerle girerek. Bir ülkenin doğal kaynaklarını, kamusal gücünü oluşturan işletmelerini, ulaşım ve iletişim araçlarını özelleştirme talanlarına sunmak, hem ülkeyi hem de o kuruluşlardaki emekleriyle geçinen halk kitlelerini zayıflatmaz mı? Üç dönemdir bu tür politikaları yürütmüş olan bir iktidarın basit, somut, ama yüzeysel sosyal yardım formülleriyle o kitlelerden oy alır duruma geçmiş olmasına karşın, devrim, halk, emek sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin bu alanda yaya kalmaları utandırıcı değil midir? Aynı şey, gençliğin ve dolayısıyla üniversite dünyasının cumhuriyetçi siyasal destek unsuruna dönüştürülmemiş olması konusunda da söylenebilir. Sendikalı işçilerle memurları, meslek kuruluşlarının örgütlü üyelerini ve üniversiteli gençlerle ailelerini yeni devrimciliğin yasal ve gerçek destek gücü olarak sağlam bir siyasal örgütlenme içine almak düşünülemez mi? Tüm siyasal partiler, siyasal iktidara egemen olmak için mücadele ederler. Fakat siyasal iktidara egemen olunca farklı davranırlar. Sermaye sınıfının partileri, bu sınıfı destekler, çıkarlarını korur. Bu sınıfa yeni olanaklar sağlar. Emeği temsil eden partiler, toplumun büyük çoğunluğuna yarar sağlayan bir düzen kurmak için çalışır. Prof. Dr. Eren OMAY lkemizde siyaset çok çirkinleşti ve yozlaştı. Bunun nedenlerini anlamak için siyaseti çözümlemek gerekir. Siyaset nedir? Bu sorunun yanıtı, siyasetin tanımıdır. Fakat tanımlar, siyaseti tam anlamıyla aydınlatmaz. Çünkü doğası çok karmaşıktır. Dinamik bir model, siyaseti tanımlardan daha çok aydınlatır. Siyasetin dinamik bir modelini yapmak için gereken çıkış noktası üretim sürecidir. Çünkü üretim, toplumsal olayları belirleyen temel toplumsal etkinliktir. Bu a priori bir kabul değildir. Bilimsel bir gerçektir. İnsanlar birlikte üretim yaparlar. Bu nedenle aralarında ilişkiler doğar. Özellikle üretim araçlarının özel mülkiyetinden doğan ilişkiler çok önemlidir. Çünkü bu ilişki türü toplumu oluşturan sınıfları yaratır. Onların niteliklerini belirler. Toplumu oluşturan sınıfların çıkarları uyuşmaz. Bu nedenle sınıflar arasında çelişki doğar. Bu çelişkinin etkisiyle sınıflar arasında bir mücadele başlar ve sürer. Siyaset, bu çatışmanın yankısıdır. Sınıflar arasındaki mücadeleden türeyen toplumsal etkinliktir. Duverger, siyasetin dinamiğini açıklayan bu modeli şöyle özetlemiştir: Üretici güçler mülkiyet ilişkileri toplumsal sınıflar sınıf mücadelesi siyasal çatışmalar. Örneğin modern burjuva toplumlarında üretim araçları üzerinde özel mülkiyet geçerli Ü S G dir. Bu mülkiyet şekli, toplumda iki ana sınıfın, burjuva ve emekçi sınıflarının oluşmasına neden olmuştur. Gelişmiş burjuva toplumlarında siyaset bu iki sınıfın mücadelesinin yarattığı toplumsal etkinliktir. Sınıflar, siyaseti, siyasal partileri örgütleyerek yaparlar. Sınıf, siyasal partinin toplumsal temelini oluşturur. Siyasal partide temeli olan sınıfın sözcülüğünü yapar. Onun çıkarlarını korur. Örneğin günümüzde sağ partiler sermaye sınıfının, sol partiler emeğin sözcüsü ve temsilcileridir. Tüm siyasal partiler, siyasal iktidara egemen olmak için mücadele ederler. Fakat siyasal iktidara egemen olunca farklı davranırlar. Sermaye sınıfının partileri, bu sınıfı destekler, çıkarlarını korur. Bu sınıfa yeni olanaklar sağlar. Emeği temsil eden partiler, toplumun büyük çoğunluğuna yarar sağlayan bir düzen kurmak için çalışır. Amaçla, amaca ulaşmak için kullanılan araç arasında diyalektik bir ilişki vardır. Birbirlerini etkilerler. Bu nedenle amacı sermaye sınıfını beslemek olan partiler için siyaset bir çıkar kavgasıdır. Kimin, nerede, ne zaman, ne elde edeceğini belirleme etkinliğidir. Emeği temsil eden partilerin amacı hakça bir toplumsal düzeni gerçekleştirmektir. Bu nedenle, emekçi partiler için siyaset sanat ve bilimi içeren düzeyli bir etkinliktir. Eğer emekçi partilerle sermaye sınıfı partilerinin güçleri arasındaki fark büyük değilse, siyaset göreceli olarak nitelikli bir etkinlik olur. Fakat emekçi partiler güçsüz, sermaye sınıfı partileri siyaset dünyasına mutlak egemen ise siyaset çirkinleşir. Çünkü sermaye sınıfının katmanları arasındaki çıkar çelişkileri toplumun başat çelişkileri olur. Katmanların çıkarlarını savunan partiler kurulur. Bu partilerin dünya görüşleri, siyaset anlayışları, ülkenin çözüm önerileri farklı değildir. Bu nedenle aralarında felsefi, bilimsel bir tartışma gerçekleşmez. Siyaset demagojinin ardına saklanmış ganimet paylaşımı kavgasına dönüşür. Ülkemizde, emekçi partiler çok güçsüz, sermaye sınıfının partileri siyaset dünyamıza egemen olduğu için bu tür siyaset geçerlidir. Ülkemizde siyaset bir geçim kapısı, zenginleşme yoludur. Siyaset yöntemi hile ve entrikadır. Söylemi, içerikten yoksun, estetikten mahrumdur. Siyaset dünyamızın aktörlerinin, yani siyasetçilerinin çoğu yetersizdir. Bilgi düzeyleri düşüktür. Dünya görüşleri yok denecek kadar sığdır. İnsanımızın siyasetle ilgili değer hükümleri çok olumsuzdur. İnsanımızın çoğuna göre siyaset, yalanı çok doğrusu az bir oyundur. Bu anlayış, insanımızı siyasete yabancılaştırmıştır. Bu nedenle, insanımız siyasetin dışında kalmış, siyaset toplumumuzla sağlıklı bir ilişki kuramamıştır. Bu olumsuz siyaset tarzı toplumumuzun derin bir zaafıdır. Çünkü bu siyaset tarzı ile toplumsal sorunlarımızı çözemeyiz. Sağlıklı bir toplum olamayız. Anlamsız tartışmaların içinde bunalırız. Ülkemizin ihtiyaç duyduğu nitelikli siyaseti kim kuracaktır? Özlediğimiz siyaset dünyasını, ütopya peşinden koşmayan, gerçekçi, emekçi sınıfına dayanan, bilimsel bir dünya görüşünü özümsemiş bir siyasi parti kuracaktır. Halkımızın böyle bir partiyi yaratacak bir gizilgücü (potansiyeli) vardır. Balkon... Mahallede hanımların “Balkon konuşmaları” apartman kültürünün istişare mekânlarıdır bir bakıma... Balkondan balkona... Cep telefonu avucunda dururken, sarkılıp yapılan “balkon konuşmalarının” önemi, yanda “balkon dinlemesi” yapan komşulardan gelir aslında... Herkes duysun: “Yeni mi aldın?..” “Ben istemedim, yine de almış...” “Benimki sana da alayım dedi, ama ben istemedim...” Sanırsınız ki araba alınmış... Ya süpürge... Ya tava... Siyaset yapılan mekânlar da balkonla çeşitlendi: Arka oda görüşmeleri... Kapı arkası kararları... Koridor yaklaşımı... Yatak odası oluşumu... Ve balkon konuşmaları... “Balkon konuşması” adını doğal olarak balkondan alıyor... İçindeki “bal” ve “kon” hecelerinden olsa gerek, daha balkonda konuşma yapılmadan “herkesi kucakladığı” peşin olarak kabul ediliyor zaten... Ki medyamız haberi çok önceden “Herkesi kucaklayacak balkon konuşması yapacak” şeklinde veriyor size... Herkes... Bu sefer kucağı geniş tuttu nitekim: “Ramallah, Kudüs, Şam, Beyrut, Batı Şeria, Saraybosna, Kahire...” Herkes kucakta... Ama bizler genelde bir balkon kucaklamasından sonra gittik... Baskınlar, tutuklamalar, hapisler, atılmalar, kovulmalar, itilmeler, kakılmalar... Ramallah’ı kucaklayıp, kendi gazetecilerini, aydınlarını, komutanlarını içeriye tıkan şafak vakti operasyonları da zaten bir önceki balkon konuşmasındaki kucaklamadan hemen sonradır... Balkon kucaklamasından sonraya denk geldi: Hiddet, tehdit... Hakaret... Ve infaz... Kapı arkası hesapları, koridor politikaları, arka oda görüşmeleri, yatak odası oluşumlarından sonra, “balkon konuşmaları” siyasi tarihimizde yerini aldı da... Sosyal medyanın sloganı daha temkinli: “Kanmak yok... Yola devam...” Yok eğer tüyecekseniz: Yangın merdiveni politikası... Arka taraftan... Simav Depreminin Düşündürdükleri… Prof. Dr. Mete TAPAN ep bir yerde dep Kendilerine içtenlikle terem olunca, jeo şekkür borçluyuz. Buna loglar, jeofizik karşın, bu tür aydınlatçiler bilimsel olarak dep maların depreme karşı remin nasıl, nerede ol alınacak önlemler yöduğu veya büyüklüğü, nünden ne denli yararlı şiddeti üzerinde görüş olduğu konusunda kuşve değerlendirmelerini kum var… yapıp, bizleri deprem ko1999 depreminden sonnusunda aydınlatıyorlar. ra yaklaşık on iki yıl geç H ti. Bu arada 1999’dan günümüze dek ülkemizde gerçekleşen depremlerin fiziksel özelliklerini telelevizyonlarda veya yazılı medyada bilim insanları tarafından öğrendik, ancak halkımızın deprem riskini azaltması yönünden bu aydınlat maların ne denli başarılı olduğu konusunda büyük endişelerim olduğunu belirtmek isterim. Depremin şu veya bu şekilde olması, büyüklüğü insanımızı pek ilgilendirmiyor. Evinin yıkılması, sevdiklerini depremde kaybetmesi veya geçim kaynağı olan hayvanlarının telef olması onun için, depremin özelliklerini bilmesinden çok daha önemli. Dolayısıyla, depremin bir afet haline gelmesine neden olan yapıların yıkılmasını nasıl önleriz veya orta büyüklüklükte bir depremde dahi yıkılacağı kesin olan bu yapılardan insanımız en kısa sürede nasıl kurtulur gibi soruların cevabını bulmaya yönelik tartışmalar, görüşler medyamızda yer alsa çok daha iyi olur düşüncesindeyim. Bu konularda, yönetimlerde bilim kurumlarında yıllardır araştırma yapmış, yönetici, politikacı ve bilim insanlarının, inşaat mühendislerinin, mimarların, ekonomistlerin, kentbilimcilerinin ve sosyologların medyada insanımızı aydınlatmalarının çok daha yararlı olacağına inanıyorum. Özellikle, politikacılarımız bu konuda ellerinden gelen her şeyi yapmak zorundadırlar. İnsan canından daha önemli hiçbir şey yoktur. İnsana değer vermeyen bir devlet politikası da düşünülemez. Şu geçen on bir yıl içinde, İstanbul’da tüm yapılar deprem riski yönünden devletin öncülüğünde ve katkısıyla incelenmiş, gerekli olanları yıkılmış veya güçlendirilmiş olsaydı, herhalde bugün daha rahat, daha huzurlu olmaz mıydık. Fayların hareketini gözlemek, depremin ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı üstünde olasılıklarla ilgili araştırmalar yapmak kuşkusuz son derece önemlidir. Ancak, İstanbul’da gelecek 25 yıl içinde 7.2 büyüklüğünde bir deprem olacaktır veya olabilir demekle maalesef iş bitmiyor. Oysa 7.2 büyüklüğünde bir deprem olsa dahi, hiç kimse ölmeyecek, kimse günlerce toprağın altında kalmayacak diyebilmek önemlidir. Tüm yöneticilerimize seslenmek istiyorum. Ne pahasına olursa olsun, evlerimizin depremlerde yıkılmaması için her türlü girişimde bulunmanın yollarını aramamız gerekir. Başta, devletin politikasını belirleyen yöneticilerin Türkiye için en önemli sorunun ve tehlikenin deprem olduğunu kabul etmeleri ve programlarında “deprem”le ilgili çalışmalarına öncelik vermeleri gerekmektedir. Hiçbir politik çıkarı düşünmeden, başka bir deyişle partilerüstü bir yaklaşımla yapıların sağlıklılaştırılması konusunda modeller geliştirilmelidir. Eğer, bugünün teknolojik olanaklarına karşın 5.9 büyüklüğündeki bir depremle Simav büyük bir yıkımla karşı karşıya kalabiliyorsa, bu durum 1999’dan bu yana deprem riskini azaltma yönünde yapılan çalışmaların yetersiz olduğunu gösterir. Fayların, fiziksel gelişmesinin izlenmesi veya kırılmalarının gözlemlenmesi gibi verilerin büyük bilimsel değerleri olduğu yadsınamaz, ancak deprem gerçeği karşısında yine depreme dayanıksız yapılar içinde oturmaya zorlanan toplumun bir bireyine bu bilimsel çalışmaların katkısı veya yararı nedir sorusuna politikacılarımız nasıl cevap verebileceklerdir? Orta büyüklükte bir depremde bireyin kafasına yapının döşemesi, duvarı iniyorsa veya yüzlerce konut kullanılamaz hale geliyorsa, herhalde devletin yöneticileri rahat uyuyamazlar… Sayın devletimizin yöneticileri, önceliklerinizin içinde kuşkusuz “deprem olgusu” da vardır. Bunun böyle olduğuna, yürekten inanıyorum. Gördüğünüz gibi, ülkemizin bu konudaki durumu da son Simav depreminden sonra ortada… Lütfen bu konuda devletin çaresizlik içinde olmadığını Türkiye halkına gösterin… İnsanımızı deprem değil, yapılar öldürüyor. Ne pahasına olursa olsun, bu ölümlere, deprem sonrası insanlarımızın çektiği sıkıntılara son verelim… C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear