23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHUR YET 22 MAYIS 2011 PAZAR 18 Sonuna Yolculuk” (*) adlı “Geceninbaşyapıtın yazarı Celine, tavizsiz, geçimsiz bir büyük edebiyatçı ve kendisini yoksullara adamış iyi bir doktordu. Ama tuhaftı: İkinci Dünya Savaşı sırasında bir yandan yoksul Yahudiler ve Alman işgaline karşı direnişçiler dahil, hastalarını ayrım yapmadan tedavi ederken, öte yandan resmen “antisemit” olup Alman düzenini öven yazılar yazıyordu. Onun enginliğinde bir aydının, nasıl olup da ırkçı bir düşünceyi savunduğu bugün bile hayretle sorgulanır. Yanıt, belki de Celine’in salt Yahudilere değil, kendisi dahil herkese ve her şeye muhalif oluşudur. Acıyıp yardım ettiği yoksullara bile düşman, tüm dünyayla kavgalı, kendisine uzatılan eli ısıracak kadar öfke adamıdır. Celine kimseden yana değildir ve övdüğü Almanlara bile söver! Alman işgali altındaki Fransa’nın en gizemli gecesi, bugün bile konuşulan efsane sahnenin kahramanı Celine’dir. Yılı tam bilinmiyor. Kimi tarihçiler 1942 sonu diyor, kimi tanıklar 1943 ya da 1944. Paris’teki Alman Kültür Ataşeliği, işbirlikçi Fransız yazarları şatafatla ağırladıkları davetlere Celine’in katılmamasına bir anlam verememektedir. Yine böyle bir davete icabeti için arkadaşı İspanyol büyükelçisi Antonio Zuloaga’nın aracılığı istenir. Celine epeyce nazlandıktan sonra “he” der, ancak bir koşulla: Yanında ressam Gen Paul’ü de getirecektir. sonra geçilen salonda “Haydi Gen Paul, yap bakalım şu bıyıklıyı!” çağrısıyla anlaşılır. Ressam kalkar, tabakasından bir parça kara tütün alıp burnunun altına sıkıştırır, perçemini alnına düşürür, bir kolunu ileri uzatıp: “Harrr, harr, harr!” diye hırlamaya başlar. Hitler’in inanılmaz gülünçlükte, çok başarılı bir taklididir. Celine coşkuyla alkışlar ve bazı davetliler gülmemek için dudaklarını ısırırken, Almanların öfkesi tehditkâr bir hal alır. Geceyi hapisanede geçirmek istemeyen Antonio Zuloaga, iki kafadarı yakasından tuttuğu gibi kapı dışarı eder, kendisi de beraber… Üçlüyü Monmartre’a götüren arabada, ressam Gen Paul arkadaşı Celine’in çıkışını hararetle kutlarken, Antonio Zuloaga da yazara aynı çıkıştan ötürü sitem eder. Arabaya bindiğinden beri konuşmayan Celine, bu sitem üstüne sessizliğini bozup: “Dua et ki kendimi tuttum. Aklımdan geçen her şeyi söyleseydim, daha beter olurdu!” der. Roman şablonunu tersine çevirip edebiyatta devrim yapan Celine, Nazilerden yana çıkarken de cesurdu, dönerken de. Bizim ellerde AKP hükümeti gak deyince hamam tası, guk deyince havlu koşturan kimi köşebentlerin, bugün çekingen “gazeteciyiz, eleştiririz” dönüşlerine bakıyorum da… Demek ki yalakalığın da bir raconu, dönekliğin bile bir çapı var ve bizimkiler, yalakalıkta da döneklikte de... yazarlıkta olduğu kadar çapsızlar! *YKY, 2010 “Sadaka zengini yoksullara, yalaka denir.” NICOLAS DE CHAMFORT Yalakalıktan Dönekliğe Çapsızlık Yazar, yemeğin başında somurtur. Masadaki Almanların, Yahudiliği itham ettiği kitabı “Çerden Çöpten Katliam”a düzdükleri övgüleri dinler, dinler, sonunda patlar: “Bu kadar yağcılık yeter! Ben antisemitlik hoş görülmezken antisemittim. Devlet politikasına dönüşen bir Yahudi avcılığına katılmamı herhalde beklemiyorsunuz. Oyun bitti, ben yokum!” Bozulan Almanlar konuyu değiştirir, cepheden gelen haberleri konuşmaya başlarlar. Celine, araya girer: “Palavra atıp duruyorsunuz, galiba iyi gitmiyor işler. Sakın yeniliyor olmayasınız?” Şaşıran bir Nazi, yazara III. Reich ordularının nihai zaferini taahhüt edince, Celine’in ağulu dili iyice sarkar: “Ezberindeki yol haritasını boşuna okuma zavallım, yutturamazsın! Sizin maymun cızlamı çektiğinden beri işiniz bitti!” AKP’li Beyoğlu Belediyesi, sokak Diyarbakır’dan Son Gün Notları Kimi kötümser dostların öngörülerinin tersine “olaysız” geçen 2. Diyarbakır Kitap Fuarı bu akşam sona eriyor. Geçen yıl 88 bin 500 olan ziyaretçi sayısı bu yıl büyük olasılıkla 100 bini zorlayacak. Yayınevleri ve yazarlar da kitaplarının gördükleri ilgiden genellikle hoşnutlar; fuarı “başarılı” olarak değerlendiriyorlar. Diyarbakır’ın ve bölgenin ekonomik ve sosyal koşulları göz önüne alındığında, bunlar bu “kadim kültür kenti”nin ve insanlarının hanelerine artı olarak geçecek olgular. Diyarbakır, “büyük” medyanın toplumun, özellikle de toplumun Güneydoğu ve Doğu Anadolu dışında kalan insanlarının kafalarına yerleştirmeye çalıştığı gibi bir “şiddet kenti” kesinlikle değil. Devlet burada insanların taleplerine biraz hoşgörülü, biraz anlayışla yaklaşabilse, isteklerine kulak verse, verdiği sözleri tutsa yaşanan olumsuzlukların birçoğu yaşanmayacak. Fakat devlet burada özellikle “devletleşiyor”, “demir yumruk” siyaseti izliyor. Devletin bölgedeki üniformalı ya da üniformasız temsilcilerinin içselleştirdikleri ve buna uygun olarak izledikleri siyaset Kürt yurttaşlarımızı devletten uzaklaştırıyor. Başta Diyarbakır olmak üzere bölgeyi ve bölge insanlarını 2005 yılından bu yana tanımaya çalışıyorum. Altı yıl önce ilk geldiğimde PKK’nin eylemlerini “terorizm” olarak değerlendiren aydınlar, mühendis, hekim, işletmeci, dilbilimci gibi yüksek eğitimli insanlar bugün o eylemlerden “savunma savaşımı” olarak söz ediyorlar. Batı’da “terörist” olarak tanımlanan silahlı eylemciler burada “gerilla” olarak, “kahraman” olarak nitelendiriliyor. Ölenler için yas tutuluyor. Bugüne kadar verilen 35 bin ölü, bölgedeki çekirdek ailenin sayısal yapısı da düşünüldüğünde yüz binlerce “yakın” anlamına geliyor. “Eski” acılılar, “yeni” acılıların acılarını paylaşıyor. Bu duygusal ortamı bilmeden, anlamadan Kürt sorununu anlamak olası değil. Nitekim AKP’nin “açılım politikası” da dağdan inen PKK’lilerin Habur Kapısı’ndan girmeleriyle başlayıp yüz binlerce insanın gelenleri karşılamaya çıkmalarıyla sona erdi. İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da oturup Kürt sorunu üzerine sürekli ahkâm kesenlerin bu karşılama gösterilerinin görüntüleri karşısında düştükleri şaşkınlık hâlâ belleklerdedir. Ülke genelindeki yaygın kanının tersine “ayrılıkçılık” bölgede egemen bir düşünce değil; hiç kuşkusuz bu düşüncede olanlar da var, fakat bunlar Kürtler arasında çok küçük bir azınlığı oluşturuyor. Bölge insanlarının ortak özlemi “barış”; artık kimse ölmesin, silahlar sonsuza dek sussun istiyorlar. Her meslekten aydınlar devleti “inanılabilir” bir erk olarak görmekten vazgeçiyorlar. Örneğin, son vurulan 12 PKK’linin beraberlerinde getirip Türkiye’ye sokmak istedikleri söylenen “2 adet Kalaşnikof piyade tüfeği (15 adet şarjör ve 450 adet mermisi ile birlikte), 2 adet Biksi makineli tüfek (300 adet mermisi ile birlikte), 4 adet RPG7 roketatar, 26 adet RPG7 roketatar mühimmatı, 30 adet RPG7 roketatar sevk fişeği, 1 adet Doçka uçaksavar silahı (250 adet mermisi ile birlikte), 39 adet el bombasının” varlığına inanmıyorlar. Bu sayıda silah ve mühimmatın salt ağırlığı itibarıyla bile o dağlık bölgede 12 kişi tarafından taşınamayacağını ileri sürüyorlar. Bu silahları görmemiş, tanımamış bir insan olarak bu savlar gerçeği ne ölçüde yansıtır, bilemiyorum ama insan düşünmeden de edemiyor. 1970 yılında bir dergide yayımladığım makalelerimden birinde Kürt sorunundan söz ederken, “Galiba sorunun esası Kürt değil, Türk sorunu” diye yazmıştım. 41 yıl sonra bakıyorum, değişen pek bir şey olmamış. Bu duygularla ayrılıyorum Diyarbakır’dan... Masada kimisi boğulur, kimisi öksürürken, birisi “Hitler’den söz ediyorsanız, kendisi sapasağlam!” diye itiraz edince, daha beteri gelir: “İktidardaki budaladan söz etmiyorum. Gerçeği dört dörtlüktü. Ama siz de biliyorsunuz ki, uzun zamandır mezarda. Yerine bu budalayı seçmekle hata ettiniz. İşe yaramazın teki! Felakete götürüyor sizi.” Ev sahibi Nazilerin elinden bir kaza çıkmak üzeredir. Yazar Fernand de Brinon ve Antonio Zuloaga araya girer, ortalığı yatıştırırlar. Ancak Celine, Almanlarla işini bitirmemiştir. Yanında niçin ressam Gen Paul’ü getirdiği, kahveden kahvelerindeki sıraları sorgusuz sualsiz toplayıp götürüyor ve kahve sahiplerine sıra yerine tek kişilik iskemle, koltuk, vb. koymalarını öğütlüyormuş. (Birgün gazetesi, 16.05.2011) Sevgililerin birbirine değip sarılabileceği sıraları toplayıp imha etmek vacip, ancak yerine tek kişilik oturak koymak yetersizdir. Uzanıp el ele tutuşabilirler, El Hak! Haramdır. Kalkıp ayakta sarmaş dolaş olurlar, zinhar! O da günahtır. Kazık koysunlar. Ucunu da yuvarlarlar, hem oturan rahatlar, hem oturtan… Esnafa da belediyeye ödenen kaldırım işgaliye kirasını hatırlatır. Fotoğraf: AL AR F ERSEN K M K ME DUM DUMA BEH Ç AK ‘ G ’ N O K T A S I behicak@yahoo.com.tr Başbakan’ın ‘Kıyı’ Vaatleri “Siyaset anlayışımızda; sahil, kumsal, kıyı, kenar yok. Her bir vatandaşımızın yaşam tarzının teminatı biziz...” Başbakan Antalya’da bunları söyleyince, siyasi yorumcular “Kıyı kuşağındaki halkı etkilemeye çalışıyor” dediler... Çünkü aynı konuşmasına şunları da eklemişti: “İnsanların yaşam tarzlarıyla hiçbir zaman ilgilenmedik, ilgilenmeyiz; kimsenin kılık kıyafetine, yediğine, içtiğine karışmadık, karışmayız.” (16 Mayıs 2011gazeteler) Türkiye’nin oy haritasına bakarak “kıyı” denince sadece “yemeyi, içmeyi, kılık kıyafeti” akıllarına getirenlerimiz çoğunlukta... Böyle olunca da “muhafazakâr” bir liderin seçimi kazanmak için “merak etmeyin, içkinize, giysinize dokunmayız” diyerek oy istemesi olağandır. “Olağan olmayan” ise “içkiye, giysiye karışılması tedirginliği” ve bunun dillendirilmesi değil midir? “Karışmayız” sözü, “demek ki karışılabilir” anlamına da gelmez mi? Yanıtlarını siyasi yorumcularımıza bırakırsak, yine Başbakan’ın Mimarlar Odası Antalya Şubesi Başkanı Osman Aydın diyor ki: “Kamuoyu önderleri bir yana, muhalefetin milletvekili adayları bile bizim davalar açarak engel olabildiğimiz kıyıların işgal planları hakkında ne bilgi sahibi, ne de sorup öğrenerek seçim söylemlerine yansıtıyorlar.” Üstelik kıyıları halka kapatan bu planları, 12 Eylül’den kalma yasalar sayesinde ve belediyelerin elinden alınmış yetkilerle merkezi hükümet hazırlıyor. Demokrasinin “ilerisi” şöyle dursun, “normal”inde bile olmaması gereken bu “imar darbeleri”nden asla söz edilmiyor. Muhalefet de fazla önemsemeyince, içki ve giysi özgürlüğü savunulurken halkın denizden özgürce yararlanma hakkını gasp eden projeler almış başını gidiyor... İşte size tam da seçim öncesi açıklanan “uçuk” bir örnek: Fatih Altaylı’nın geçenlerde Habertürk’te açıkladığına göre Antalya’nın Finike ilçesinde, kıyı bir yana “denizi yağmalayan” turistik bir proje geliştirilmiş. Suyun üzerinde “Ay Yıldız” şeklinde tasarlanan ve Dubai’deki Palmiye Adası’na benzeyen “çılgın proje”nin “arsa”sı yok! Çünkü “inşaat alanı” olarak Finike Körfezi’ni kullanıyor. İlçenin AKP’li Belediye Başkanı Nail Dülgeroğlu, iktidar partisinin kıyılardaki ender temsilcilerinden olduğundan partisinin göz bebeği; denizdeki proje için demiş ki: “Heyete bu projeyle ilgili her türlü desteği vereceğimizi söyledik. Başbakan’ın Finike’ye çok önem verdiğini biliyoruz. Böyle bir marka proje bizi mutlu eder.” Adı “Eurasia (AvrupaAsya) Adası” olan proje, karadaki gibi “tapu” bilgileri belli bir parselde yapılmayacağından, belediyenin nasıl “ruhsat” vereceğini ise kimse bilemiyor. “Suda kaçak yapılaşma” içinse AKP’nin seçim afişlerindeki söylemiyle “hayaldi gerçek oldu” denilmesi şansı henüz ufukta görünmüyor. Denebilir ki bu proje, yağmada “karadan denizlere taşan” yeni bir dönemin öncüsü olma niyetinde... Aynı anlayış iktidarda kalırsa, ilk “torba yasa”lardan birine girecek korsan maddelerin “denizde inşaata ruhsat”ı düzenleyeceğinden emin olabilirsiniz. HARB SEM H POROY Finike’de ‘çılgın’lık UYDUDAN NAKLEN HAKAN ÇEL K fhakancelik@mynet.com BULMACA SEDAT YAŞAYAN giderek artan “kıyı yağması”na karşı susmayı yeğlemesi ise aynı yorumcuların “sorgulamama”sından ötürü olmalı.. “eleştirilmeyen” konulara neden yanıt verilsin ki? İktidar partisi kıyı kesimlerimizdeki yerleşmelerden oy alamasa bile deniz kenarlarını imara açma ve kamu arazilerini yatırımcılara dağıtma konusunda, bu olayın mucidi Özal’ı bile aratan politikalar izliyor. Örneğin eskiden sadece parsel ölçeğinde kalan ayrıcalıklı turizm planlarını “bölge” ölçeğine çıkartan; hatta koskoca yarımadaları, tüm ilçeleri ve köyleriyle “turizm alanı” ilan eden bu iktidar değil mi? Ne var ki şu çokbilmiş “kamuoyu önderleri”miz, örneğin “laiklik” denince sadece “başı açık”lığı anladıkları gibi, “kıyı” denince de sadece “rakıbalık muhabbeti”ni önemsediklerinden, iktidarın kıyılara düşkünlüğündeki “imar talanı” gerçeğini de göremiyorlar. Kimliğimi kaybettim. Hükümsüzdür. İBRAHİM YÜCA 1 2 3 4 5 6 7 8 9 SOLDAN SAĞA: 1/ Eski savaş gemi 1 lerinin baş taraflarında bulunan top 2 suz lombar. 2/ Lok 3 manruhu... Bitkisel 4 ya da hayvansal maddelerin etkili 5 özü. 3/ Hisse... İşe 6 yaramaz, kötü. 4/ 7 Meslek... Ermenistan’ın para birimi. 5/ 8 Çubuklu çizgileri 9 olan kumaşlar için 1 2 3 4 5 6 7 8 9 kullanılan sözcük... Çekişme, kavga. 6/ Halk di 1 M Ü T E B B E L linde sütlaca verilen ad... 2 A R O M A MA N Duman lekesi. 7/ Gemici, 3 K E M R O P Ü işçi gibi kimselerin eğlen 4 L B A K L A N mek için gittikleri içkili ve 5 UG İ Y A T A T danslı yer... Yurdumuzun 6B A L A T İ R E bir bölgesi. 8/ Gölgede N A R GO kuruması için tütün yap 7 E V S İ S raklarının asıldığı üstü ka 8 O F İ S palı sergi... Uzun omuz 9 A T A S A G U N atkısı. 9/ Özellikle kumaş ve çinilere uygulanmış, modern sanatta da kullanılmış bir süsleme motifi. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Tahılın taşını ayıklamaya yarayan elek... Osmanlılarda gümrük vergisi. 2/ Bir elçiliğe bağlı uzman... Nazilerin politikasında Germen ırkından kimselere yakıştırılan ad. 3/ Şarap... Tahsin Yücel’in bir romanı. 4/ Brezilya’nın plaka imi... Ödenmiş ya da ödenecek olan hesapların dökümü. 5/ Güzel sanat... Ender, seyrek. 6/ “İkinci karşılaşma” anlamında kullanılan spor terimi... İlaç. 7/ En büyük, en çok... Yunan abecesinde bir harf. 8/ Çeşit... Üçlü ya da dörtlü gruplar halinde birbirinin içine geçebilecek biçimde yapılmış sehpa takımı. 9/ Soyundan gelinen kimse... Eskiden Yahudilerin ayırt edilmek için omuzlarına taktıkları sarı kumaş. C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear