24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 25 EYLÜL 2009 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ülkeyi Sıfırlamak HİÇLİK anlatan bir kavramın, yerine göre, birdenbire na- sıl ağırlık ve büyüklük kazanabileceğine klasik örnek ola- rak aritmetikteki “sıfır” rakamı gösterilir. Yok etme, hiç- leştirme, ortadan kaldırma anlamında kullanıldığı zaman bi- le müthiş bir kesip atma ve kök kazıma anlatan bir yanı var “sıfır” sözcüğünün. “Sıfır işkence” gibi hedefler ne kadar etkileyici değil mi? Ama aynı sıfır, başka rakamların sağına sıralanınca devleşip hiçbir yere sığmazlaşabiliyor. Sayın Dışişleri Bakanı’ndan “komşularımızla sıfır prob- lem” sözünü duyunca, ister istemez maça çıkışta “nema problema” deyip sonra bir çuval dolusu gol yiyerek başı eğik giden Sırp antrenörü anmadan edemiyor insan. Böyle olduğu için, “Komşularla problemleri sıfırlayacağız” derken onları büyütüp kendi ülkemizi sıfırlama tehlikesi her zaman vardır. Elbet son derece şık ve barışçıl bir formül bu “komşular- la problem sıfırlama” formülü. Hele “hep bir adım ön- de olmak” gibi bir düsturla tamamlanınca melek görüntüsü kazandırabiliyor biz Türklere. Peki, komşular, sıfırlama şöyle dursun, hiç problem ol- mamış konuları bile kocaman bir davaya, tutkuya, saplantıya dönüştürmüşlerse ne olacak? Haydi birkaç ülkeyle sorunları sıfırladık diyelim, başkalarıyla ilişkilerde sözümüze sadık olmak için ödün vermek zorunda bırakılmaz mıyız? “Mü- zakere ve pazarlık eder, sonuçta uzlaşırız” dense bile, böy- lesine abartılı bir söz komşularda yerli yersiz umutlar ve bek- lentiler yaratmaz mı? Yunanistan ve Ermenistan gibileri “Haydi her sorunu sı- fırlayalım” diye sıraya girerlerse, durup dururken başımı- za açtığımız böyle bir sorun karşısında ne yapacağımızı iyi- ce hesapladık mı? Elbet herkes her yere bir yerlerden gelmiştir ama, da- ha önce gelenin son gelene yan gözle baktığı da bir ger- çek. Unutmayalım ki, bu coğrafyaya en son gelen biziz. Faz- la gerilere gidilmese bile, yüzyıllar boyu bu toprakları ken- dilerinin saymış bir yığın kavim, uygarlık, devlet ve impa- ratorluk var. Grekler Romalılara, Doğu Roma Perslere, Arap- lara, Selçuklu ve Osmanlı Türklerine, yani önce gelen son- ra gelene hep istilacı, işgalci, gaspçı diye bakmıştır. Ara- dan geçen yıllar eskiden yaşananları unuttursa da, içlere sinen kinler, kursaklarda kalmış hevesler kolay silinmez. Hatta, bazılarının zihninden şöyle bir düşüncenin geç- tiğini düşünmek bile mümkün: Acaba Türklerdeki bu sı- fırlama isteği, geçmiş günahlardan arınmak için mi doğdu? Böyle düşünenler ister istemez bir kefaret isteyeceklerdir. Ödeyecek miyiz? mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Dünya Dönüyor!.. Osmanlı’daki atalarımız Müslümandılar ve namaz kılarlardı... Onlardan bize bir özdeyiş kaldı... Ne demişlerdi: “- İbadet de mahfidir, kabahat de...’’ ‘Mahfi’ ne demek?.. Gizli!.. Peki, Tayyip ve şürekâsı AKP’li politikacılar, bir yandan siyaset yaparken neden öte yandan gösteriş olsun diye toplu namaz kılıyorlar?.. Yazının tam burasında telefon çaldı... Reşit Aşçıoğlu.. Sandım ki her zamanki gibi Galileo Galilei’den söz açacak; ama bu kez başka bir şey söyledi... Ne söylediğini yazının sonunda açıklayacağım; önce Galileo’ya gelelim... Aşçıoğlu, Galileo’nun 476 sayfalık yapıtını Türkçeye çevirdi. Çeviri sürecinde sürekli konuştuk, tartıştık, mu- habbet ettik... Pek mi önemli?.. Evet!.. Çünkü Galileo’nun yapıtı 370 yıldan beri ilk kez Türkçeye çevrildi. Yapıt ‘Çizme’de Latinceden İtalyancaya dö- nüşümün başlangıcında yazılmış; öyle bir zaman ki dilin incelikleri ve kuralları daha pekişmemiş; ilk İtalyanca kitap Machiavelli’nin, ikincisi Ga- lileo’nun... Kitabın adı şöyle: “Dünyanın İki Ana Sistemi, Dönen ve Duran Sistemler Hakkında Diyalog’’ Reşit, çeviri sürecinde hem bir uzmanla ileti- şim içindeydi, hem de bir İtalyanla al takke ver külâh çeviriyi tartışıyorlardı. İtalyan kızıyordu: - Reşit, benim anlayamadığım metni sen na- sıl anlarsın?.. Yanıt belliydi, Reşit hem İtalyanca, hem Latince biliyordu; ama, İtalyan Latinceyi bilmiyordu. Onların kaç yüzyıl önce yaşadıkları bu sorun, Os- manlıcadan Türkçeye geçerken bizim başımıza gelecekti. Galileo ne diyordu?.. Duran dünyanın bilimi başkaydı, dönen dün- yanın bilimi başka!.. Evren insan aklınca yeniden keşfediliyordu; bu arada İngiltere’de çok saygın ünlü Thomas Hobbes, Galilei’yi görmek için İtal- ya’ya geliyordu. Hobbes ne demişti: “- İnsan insanın kurdudur.’’ (Homo homini lupus) Sözün doğruluğu, kilisenin papazları Galileo’yu yemeğe kalkışınca kanıtlandı. Telefonda Reşit’in sesini duyunca yine Gali- leo’dan söz açacak sandım... Ama ilk kez başka bir şey söyledi: - Çok üzüldüm, dedi, sahte fatura düzenle- mekten yargılanan Maliye Bakanı Kemal Una- kıtan Meclis’te AKP tarafından affedilmiş; sanı- rım dünyanın hiçbir parlamentosunda böyle bir şey olamaz. Güldüm... Toplu namazlarıyla ünlenen AKP’lilerin cüret- lerini düşündüm; bunlarda ne ibadet mahfi, ne de kabahat; ikisi de açık!.. Kendilerini dönen değil, duran dünyada sa- nıyorlar. (18 Ocak 2003 tarihli yazısı) K analõn tuşuna bastõğõmda soh- betin çoktan koyulaşmõş ol- duğunu gördüm. Programda yeniçeri konusu işlenirken bir soru patlatõveriyor gaze- teci, karşõsõndaki öğretim üyesine: “Biz Vi- yana’ya kadar gittik, orayı neden ala- madık?” TV’de tarih musahibliğinden ta- nõdõğõmõz genç bilge kişi(!) yanõtõnõ hemen yapõştõrõyor; aklõmda kaldõğõ kadarõyla şöy- le ikna etmeye çalõşõyor suali tevcih eden programdaşõnõ: “Hava muhalefeti işleri bo- zuyor, yağmur fazla yağıyor orada o mevsimde. Aslında Yavuz gibi bir sultan alabilirdi Viyana’yı; Kanuni de yapabi- lirdi o işi.” “Canlı”sõ birkaç gün öncesin- de yayõmlanmõş olan program böylece (o gün için) sonlanõyordu. Ben de hayret-en- giz bu “pax ottomana”dan sonra televiz- yonu kapattõm ve başõmõ silkeleyerek öğ- rencilik yõllarõmõ hatõrladõm, çaresiz. Ders- lerini dinlediğim, kahve sohbetlerine de ta- nõk olduğum Mükrimin Halil Yınanç’õn 1959-60 yõllarõndaki anlatõm yöntemlerini anõmsadõm; yarõm yüzyõl önce kahve kö- şesinde meraklõya seslenen o tarihçilik tarzõnõ -günümüzdeki her türlü teknik ve müzikal şatafata boğulan gösteriden- çok da- ha safiyâne ve dürüst bulduğumu anladõm. Bu makalemde tarihçiliğin provalarõnõ medya yoluyla yapmaya çalõşan gazeteci- lerin veya iletişim olanaklarõnõ kullanarak düşüncelerini topluma yaymaya çalõşan, akademik unvanlar taşõyan ve tarihçilikte il- la da profesyonel (uzman) olmayan kişile- rin adlarõnõ ilan ederek nafile bir tartõşma- ya bulaşmak istemiyorum. Elinde muhte- şem medya olanaklarõ bulunan gazeteci ve onlara destek veren akademisyenlerle ba- şa çõkmam mümkün değil. Hele hele, tarih gibi yenilenebilir bir bilgi dalõnda -gerek- li gereksiz dile getirilen binbir çeşit soru ile daldan dala atlayarak- bilgiçlik arz etmek olanaksõz bir şey benim için. Sadece, ta- rihçiliğin özümsemeye çalõştõğõm mesleki kurallarõna sõğõnarak hiç de hoşuma git- meyen, “ben/biz her şeyi bilirim/biliriz” edasõyla, “biz yaptık, fethettik, kılıçla al- mamıza rağmen yaşamalarına izin ver- dik, refah getirdik…” yargõlarõyla dinle- yenleri büyülediklerini sananlarõn tarih ile fazla oynadõklarõnõ belirtmek, merak uyan- dõran bazõ tarihi konularõn barutla doldu- rulmalarõnõn tehlikeli olabileceğini du- yumsayarak uyarõda bulunmak istiyorum. Başka bir gün, yine “o” TV’de, Ağustos 2009 içinde Rusya Başbakanõ Putin’in Türkiye’ye gelişi irdelenirken tarih devre- ye giriyor, 18. yüzyõl başlarõna gidiliyor, Ka- tarina-Baltacõ ilişkileri gazeteciliğin yaka- lamaya çalõştõğõ sansasyon dürtüsüyle gün- celleştiriliyor, “biz yine de Prut’u kaza- nabilirdik” gibi bir formatla mesele su- landõrõlõyor ve Rus çariçesine yüklenmek is- tenen gizem ile güya toplum cezbediliyor, aydõnlatõlõyor. Rusya’ya ilişkin, bu kez kitaplarda kar- şõmõza çõkan, bir başka “biz”li anlatõmda da “18. yüzyılda bizim Rusya’ya bakışı- mız da değişmektedir” diyor bir başka ün- lü/popüler tarihçimiz; bir yerlerde yaptõğõ konuşmanõn yayõmlanmõş metninde. “Ba- kış açılarımız”õ yansõttõğõnõ sandõğõ o dö- nemin müverrihleri (örneğin Şem’dânî- zâde Fındıklılı Süleyman Efendi, Çeşmî- zâde ve Ahmed Vasıf gibi tarihçiler) ken- dilerini Devlet-i Aliyye yerine koymamõş- lar, sultan gölgesinde yazmõş olmalarõna kar- şõn, olaylar karşõsõnda üçüncü şahõs olarak durmasõnõ bilmişler. Kendisini 18. yüzyõl- daki Osmanlõ yönetimi yerine koyan ta- rihçimiz kitabõnda bir soru da soruyor, çok haklõ olarak; bu kez gerçek bir tarihçi edasõyla eleştiride bulunuyor: “Bir yandan da tarihi, objektif olarak yazma endişe- si ve sorunu bulunmaktadır. Bir Avus- turyalı tarihçi Osmanlı tarihine nasıl ba- kacaktır? Nesnellikten söz edeceksek, onun evvela kendini milli tarihinden, di- ni, milli, yerel duygularından soyutla- maya çalışması gerekir.” Ne güzel bir ta- rihçi dersi! Lakin uygulama aynõ güzellik- te değil. Bir modadır gidiyor Bir modadõr gidiyor; popülist, televizyon musahipliğinde ve gazete köşe yazarlõğõn- da tanõnmõş kişiler kadar, gerçekten adla- rõndan çok söz edilen tarihçilerin pekiştir- dikleri moda bu. Eskiden de vardõ “biz”li konuşmalar ve anlatõm yöntemleri. Ancak günümüzde, tarihçi sayõsõnõn patladõğõ bir süreçte, kimi tarihçilerin, gazetecilerin ya da onu öğretmeye çalõşan eğitmenlerin böyle bir aidiyet damgalõ dil kullanmalarõ ne akademik tarihçiliğin meslek adabõna uy- makta ne de Osmanlõ için bir etik değer ta- şõmakta. Yaşadõğõmõz Türkiye Cumhuriyeti kimliği içinden bakarken kullanõlabilecek tarih yorumuna ise hiç uygun düşmemek- te. Kitaplõk raflarõndan indiriverin yetkin bir tarihçinin kitabõnõ, kitaplarõnõ ya da yaz- dõklarõyla bilge olarak tanõnmõş ve ulus- lararasõ üne sahip bir tarihçinin alõşveriş merkezlerinde satõşta olan bir yapõtõnõ. Ta- rihin birinci çoğul şahõs olan “biz” aidiyeti içine sokulmadan yazõldõğõnõ göreceksiniz. Tarihçilik geleneğinin ilk koşullarõndan biri sayõlan kurala uyulduğunu fark ede- ceksiniz. İstenildiği kadar yerel, milli ya da dini duygular içinde algõlanmõş olsun onun evrensel, bilimsel ve beşeri karakterini bozarak “biz”e oturtulmadõğõnõ anlaya- caksõnõz; diğer meslektaşlarõna veya okur kitlesine “biz”li olarak duyurulmadõğõnõ gö- receksiniz. Tarihçilik yaparken ne ulusla bü- tünleşip yüzyõllar öncesi için “taraf” ola- bilirsiniz, ne dinle perçinleşip geçmiş adõ- ‘Biz’leştirilen Osmanlõ ve Tarih Salih ÖZBARAN Tarih akademik saygõyõ yitiriyor, bilimsel unvanlarla donatõlanlarca dahi. Onu istedikleri gibi kullanmak isteyen “medya”nõn, siyaseti yönlendirenlerin, ideolojik bağlantõlarõna destek arayanlarõn payandasõ yapõlõveriyor. na “iman” tazeleyebi- lirsiniz”, ne de belirli coğrafya içine sõğõnõp mazide karşõnõzda oldu- ğunu sandõğõnõz “onlar”õ top ateşine tutabilirsiniz! Tarih sanki açõk arttõr- mada, “TV sohbetle- ri”nde dere tepe düz gi- den konuşmalarda, “medya” gücü tarafõn- dan sözüne karõşõlõp yön- lendirilen bir tarih “mu- sahib”inin aklõna geli- veren kitap sayfalarõn- dan anõmsadõğõ, kafasõna nakşettiği “ortaçağ” ta- rihçiliğinin yönlendir- mesiyle seslendirdiği ba- bayani anlatõmõnõn çeki- ciliği veya sadece ken- dinde saklõ “yazma” bir eserin satõrlarõnda kalan esrar veya sadece kendi- si tarafõndan keşfedilmiş sanõlan bir bilgi kõrõntõsõ; dinleyenin beklentilerine merhem oluveriyor san- ki! Günün politik/tarih modasõnõ belirleyenler veya güncele indirgenmiş bir konuyu kullanmak isteyenler, peşine takõl- masõnõ istedikleriyle do- nanõveriyorlar bir anda; hayranlõk yaratõveriyorlar izleyici karşõsõnda! Tarih akademik say- gõyõ yitiriyor, bilimsel unvanlarla donatõlanlar- ca dahi. Onu istedikleri gibi kullanmak isteyen “medya”nõn, siyaseti yönlendirenlerin, ideo- lojik bağlantõlarõna des- tek arayanlarõn payan- dasõ yapõlõveriyor.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear