26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 4 ŞUBAT 2007 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Hitler’in peşinde Volga kıyılarına “Versay Antlaşması ülkemiz için yüz karası! Seksen milyon insana dar geliyor ülke, doğuda yeterince toprak var, gidelim, alalım o toprakları! Yerleşsin genç çiftçiler oralara... Gözün alabildiğine verimli topraklar. Ay çiçeği tarlaları dolu Ukrayna!” Bu gibi sözlerle kandırmışlardı insanları. Yitirilen Birinci Dünya Savaşı, Fransa’nın Ruhr havzasını işgali, Versay Antlaşması, işsizlik, değer yitiren para, fakirleşen toplum... Hepsinin de suçlusu komünistler, sosyal demokratlar, Yahudiler, yabancıların Alman kültürüne zararlı etkileri, antifaşist yazarlar... Tümünün altında ezilen Germen insanı ve onun değerleri. Ülkenin bu sorunlarına, akıllı bir iç ve dış politika, zeki yöneticiler, ileriyi gören politikacılarla çıkar yol bulunabilirdi. Fakat hiçbir zaman savaşla... 1940 Mart’ında doğu cephesine sevk emrim çıktığında 29 yaşındaydım. Bir tank birliğinde yazıcı er olarak yolladılar beni. Savaşta ilk aylarımı güney Çekoslovakya’da geçirdim. Ardından Polonya’ya girdik ve ben 1945’te Hitler orduları teslim bayrağını çekene dek bir oraya, bir buraya yollandım durdum. Tüm Doğu Avrupa toprakları, Rusya cepheleri, ta Volga kıyıları. Hep savaşanların peşi sıra gittim. Ve 1945’te peşimizde bizi kovalayan Ruslar, yine döndüm Almanya’ya. 1933’ten öncesini yaşamamışlar Almanya’nın başına bir Hitler’in niçin geçmiş olduğunu, bu adamın niçin başka ülkelere saldırdığını kolay anlayamaz. Bunun nedenleri sadece yitirilmiş bir dünya savaşı, Versay Antlaşması’nın getirdikleri, ya da toplumun büyük kesimlerinin çökmüş bir imparatorluğa duyduğu özlem değildi. Büyük ekonomik kriz, milyonlarca işsiz, paranın değer yitirmesi, insanların hızla fakirleşmesi toplumda radikal görüşlerin önünü açmıştı. Özellikle 1930’lu yılların başlarında Alman insanı ülkeye komünizmin gelmesinden her geçen gün daha çok korkmaya başlamıştı. Almanya’da korkunun sürekli arttığı böyle bir ortamda ülkeye artık huzur getirecek, insanları komünizm tehlikesinden koruyacak “güçlü bir yönetici” özlemi de giderek daha çok artıyordu. ... Şimdi, 96 yaşıma bastığım bugün, villamın terasında oturmuş kış güneşinde ışıldayan Ren nehrini seyrediyor, anılarımda onlarca yıl öncesine dönüyorum. Hele son zamanlarda nedense daha sık gençliğimi, askerlik yıllarımı, çoğu artık bu dünyadan göçmüş arkadaşlarımı anımsıyor, cepheden sağ döndüğüm ve bu yaşıma ulaştığım için dua ediyorum. Özlenen “kurtarıcı” 1933’ün Ocak ayında Almanya’nın başına geçti. İlk yıllarda onu coşkuyla kucaklayanlardan biri de bendim. Ancak kısa süre sonra coşkum sönüvermişti. Çoğu S T U T T G A R T yaşıtım, kimi zorla, kimi isteyerek partiye yazılırken ya da Nazi AHMET ARPAD hücum kıtası SA’ya alınırken ben her ikisinden de uzak durmuştum. Bir süre direnmiştim. Şimdi o günlere döndüğümde 1930’lu yılların ortasında Hitler’e olan coşkumun nedenlerini daha iyi kavrıyorum. O günlerde Hitler bizler için yüzyılın dâhisi; batağa saplanmış, son günlerini yaşayan Almanya için büyük “kurtarıcı” idi! Savaşta yaşananların ardından onun için, “İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en müthiş katiliydi!” demek çok kolay. İlk yıllarında ondan “harikalar” beklemiş biz genç insanları bugün suçlamak bence çok yanlış. ... 1941’de Doğu Avrupa topraklarında ilerliyoruz. Görev yaptığım tank birliği Doğu Prusya’yı ele geçiren ilk kuvvetlerden biri. Komutanlarımız sürekli, “Biz bu savaşı Rus insanına karşı yapmıyoruz” diyor. Bolşeviklere karşı savaşıyor Alman orduları! Biz saldırmasaydık, sınırda bekleyen Kızıl Ordu önce Almanya’yı, ardından da tüm Avrupa’yı ele geçirecek! Ne derece doğru bilemiyorum anlattıkları. Fakat çoğumuz inanıyoruz komutanlarımıza. Birlikler Rusya içlerine ilerledikçe savaşın bütün dehşetini daha iyi görüyorum. Havaya uçmuş, parçalanmış Rus tankları, top arabaları, kamyon ve cipleri. Geçtiğimiz her yerde yakılıp yıkılmış köyler, kasabalar, kentler... 1941 Temmuzu’nun ilk günlerinde Verenov’da beklemedeyiz. Radyoda Hitler, “Rus cephesinde zor günler geride kaldı” diye bağırıyor. Geçtiğimiz her yerde Rus insanı askerlerimizi sevinçle karşılıyor. Çoğunun gözünde biz Almanlar kurtarıcıyız! Sonra Rus kışını yaşıyoruz. Metrelerce karın altında yollar, tarlalar, evler, ırmaklar buz. 1942’in ilk günlerinde hava biraz yumuşuyor. Smolensk yönünde ilerliyor birlikler. Düşman ağır silahlar ve paraşütlerle YarzevaSmolensk yolunu kontrol ediyor. Dört yandan sarıyorlar bizi. Üç tank birliği çember içinde. 121 ve 594 numaralı bölükler yardıma geliyor. Kayıplar büyük. Aradan yıllar geçiyor. Ben, yazıcı er Erwin, bir oraya, bir buraya yollanıyorum. Sonra Hitler orduları çekilmeye başlıyor. Dönüş yolundasın, diyorum kendi kendime. Yine Polonya, yine Doğu Almanya, peşimizde hep Ruslar. Bir gün, savaş bitti, diyorlar. Ruslardan kurtulup Amerikalılara esir düşüyorum. 3 ay sonra özgürlüğüme kavuşuyor ve 5 yıl sonra 31 Temmuz 1945 akşamı Ren Nehri’nin yamacındaki evimin kapısından içeri giriyorum. Şimdi aynı evin büyük terasında oturmuş, 96. doğum günümde dostlarımla sohbet ediyorum. Kışın ortasında yazdan kalma bir gün... www.ahmetarpad.de Medya yalanları lof Palme’nin öldürüldüğü gece şok olan genç bir kızın çaresiz bakışlarıyla isyan edişi gözlerimin önünden gitmiyor. Başı yana eğik, gözlerinden yaşlar akarken, “Nasıl olur. İsveç’te nasıl olur böyle bir şey’’ diye bütün umutları kararmış bir insanın çaresizliğiyle haykırıyordu. O herkesi şok eden cinayetle her şey değişti. Değişimi Artur Lundkvist, üç sözcükle açıklamıştı: “İsveç’in bekâreti bozuldu.” Sonra da her şey bozuldu zaten. Politikacı bozuldu. Politika şov oldu. Gazeteci bozuldu, medya taraf oldu. Okullar bozuldu, öğrenci haylaz oldu. En kötüsü medyanın bozulması. Medyadaki çürüme toplumu tümden yozlaştırıp çürütüyor. Bozulma da, yozlaşma da, çürüme de görece tabi. Gelişmiş ülkelerde birazcık bozulma, onlara özenen ülkelerde çılgınlığa dönüyor. Reyting, dolayısıyla pastadan fazla pay kapma sevdası TV kanallarını seviyesi övülemeyecek birer eğlence makinesine çevirdi. İşin tersliği satan kadar alan da memnun gözüküyor. Geçenlerde bir seminerde medyanın sorumluğu üzerine konuşan bir akademisyen, “Vatandaş bir eğlence tüketicisi gibi görülmemelidir. İktidarları seçen bireyler olarak medya tarafından gelişmeler hakkında doğru bilgilendirilmelidir’’ diye günümüz medya politikasından yakınıyor, doğruyu göstermeye çalışıyordu. Eski gazetecilerden, Anders Olsson da isyanını “Yalan” diye kitabının kapağına taşımış. Yalanların yanı sıra bir de suskunluk var. İsveçli gazetecilerin Forsmark Nükleer Santralı’nda olanlara gözlerini kapaması gibi. Çernobil benzeri felaketin eşiğinden döndüğümüzü Alman gazetesi Die Tageszeitung’dan öğrendik. 25 Temmuz’da meydana gelen olayın ciddiyetini İsveç medyası ancak bu hafta ele alabildi. O da müfettişlerin incelemeleri üzerine. Tıpkı Olsson’un kitabında anlattığı gibi. Günümüzün gazetecileri sadece kendilerine söylenenlerle STOCKHOLM yetiniyor. BBC ve Sky News’un eski muhabiri, şimdi Sydney’deki Barış Enstitüsü’nün şefi OSMAN İKİZ olan Jake Lynch de, savaş haberleriyle ilgili olarak konuşurken, hazırlop gazeteciliğin, gazetecileri savaş borazanı haline getirdiğine dikkat çekiyor. Medyada sadece savaş borazanları olacak değil ya. Altın borazancıları da öyle bir tür. Çevreyi düşünmeden, yol açacağı felaketleri hesap etmeden, “Dağımız taşımız altın” diye feryat eden gazetecileri hangi gruba sokmalı? Maden yasası basında Wolfovitz’in yırtık çorapları kadar yankı getirseydi millet başına nasıl çorap örüldüğünü belki biraz anlardı… Basın borazanlarından söz ederken, mesleğinin hakkını veren gazetecilerin varlığını da es geçip bütün bir meslek grubuna haksızlık etmemeli. Devlet sırlarını yazdılar diye mahkemede süründürülen üç Danimarkalı gazeteci yiğit gazetecilere örnek olmalı. Devlet sırrını onlara veren Danimarka Askeri İstihbarat Servisi’nden yüzbaşı Frank Grevil’in de yiğitliğini teslim etmeli. Olayın birçok kesim için ders çıkarılacak yanları var. Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, Irak’ın kitle imha silahlarını imha etmek için ABD ve İngiltere ile birlikte savaşa katılınacağını açıklayınca Grevil, gerçeğin söylendiği gibi olmadığını gösteren gizli damgalı belgeleri gazetecilere veriyor. Berlingske Tiden gazetesi de belgeleri yayımlıyor. Hem yüzbaşı hem de gazetenin iki muhabiriyle, yazıişleri müdürü devlet sırrını ifşa etmekten yargı önüne çıkarılıyorlar. Yüzbaşıya 4 ay hapis cezası kesiliyor, gazetecilerin davası iki ay önce sonuçlandı. Uluslararası baskılar etkili olmalı ki dava beraatle sonuçlandı. Yüzbaşı ise Strasbourg’da İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Danimarka da biraz rezil oldu. Rezillik deyince şu 301. madde akla geliyor. Adalet Bakanı Avrupa ülkelerinde de benzer maddenin bulunduğunu iddia ediyor. Karşı taraf ise kalksın diye feryat ediyor. Medya ise sadece naklediyor. Hangi ülkede hangi yasa maddesi ne diyor bugüne çıkarıldığını görmedim. İsveç’tekini söyleyeyim. Hiç kimse, etnik aidiyeti, cinsel tercihi, dini inancı, rengi, cinsi nedeniyle aşağılanamaz. 301’de yapılacak değişiklik Kristof Kolomb’un yumurtayı dik tutması kadar kolay. Kaldır Türk ve Türklüğü, koy etnik tanımlamasını olsun bitsin. O Kültür şoku... elçika’ya öğrenci olarak geldiğim ilk yıl üniversitenin ilginç bir hizmeti dikkatimi çekmişti. Üniversite dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerin bu ülkede yaşayabileceği “kültür şokunu” aşmayı hedefleyen bir çeşit kılavuzluk hizmeti veriyordu. Bu birkaç günlük programda Belçika üzerine verilen bilgilerin yanı sıra yeni gelen öğrenciler kaynaşma fırsatı buluyordu. Üniversitenin broşürlerinin birinde gördüğüm bu “kültür şoku” ifadesine o zamanlar biraz alaycı yaklaştığımı hatırlıyorum. “Belçika kültürü” üzerine duyduğum elle tutulur hiçbir şey olmadığı gibi “İstanbul’da yaşamış biri, dünyanın her yerinde yaşayabilir” fikri vardı kafamda. Programa katılmayı aklımın ucundan bile geçirmedim. Öğrencilik dönemi pek rahat, pek hızlı ve herhangi bir “şoka” girmeden geçti gitti. Yıllar geçtikçe bu ülkenin alışkanlıklarını benimsedim. Her ne kadar Belçikalıların yavaşlıklarına kızmayı ve düz mantıklarına şaşmayı sürdürsem de. Artık İstanbul’a her gelişimde günlük kent yaşantısında önceden fark etmediğim şeylere dikkat ederken buluyordum kendimi. BRÜKSEL Deli gibi giden bir dolmuşta yarasa gibi tutunmak, trafikte iki saat beklemeyi doğal bulmak, uzun yoldan gitti diye taksi ELÇİN POYRAZLAR şoförüne laf sokmak, sırada önünüze geçen birini yüksek sesle uyarmak, otobüste gazete okurken yanınızdaki yolcunun da omuz üzerinden okuması… Sonuçta Türklerin kent yaşamına ilişkin tüm bu ipuçları zaten bende kodluydu. Geçirdiğim birkaç günlük çekinme ve şaşkınlık halinden sonra ta derinlerde yatan bilgiler açığa çıkıyor, İstanbul ormanına uyum sağlamış buluyordum kendimi. Hatta bu karmaşa hoşuma bile gidiyordu. Ne ki elimde olmadan bir Belçikalının tüm bunlara nasıl şaşıracağını düşünmeden edemiyordum. İstanbul’a son gelişimde büyük olasılıkla orada yaşıyor olsam da fark edeceğim bir sahneye tanık oldum. Bu kentte yaşayan pek çok insanın yaşamını kolaylaştıran metro, benim gibi dönemlik gezginlerin de vazgeçemeyeceği bir ulaşım aracı haline geldi. Her gün birkaç kere bindim metroya. Öğlen saatleriydi. Osmanbey durağında kapılar açılınca bekleyen büyük bir kalabalık aceleye vagona girdi. Kapının tam karşısında oturduğum için gelenleri açıkça görebiliyordum. Kafasında beresi, elinde bastonuyla yaşlı bir adam girdi içeri. Adımını atar atmaz şöyle hafiften bir sağa sola bakarak “Selamünaleyküm” dedi. Hiç kimse selamını almadı yaşlı adamın. Ben elimde olmadan gülümsedim. Adamın, kahveye, camiye, dükkâna girerken insanları böyle selamladığını düşündüm. Öyle ya, neden metroda selamlamasın insanları? Kendine bir yer bulan adam yanındakine saati sordu. Yanındaki saati söyledi. Yaşlı adam “Ne zaman Taksim’de oluruz” diye yeni bir soru yöneltti. “En fazla 5 dakika amca” dedi adam. Yaşlı adam herkesin duyabileceği bir şekilde “Ne güzel, ne ışık ne trafik var. Gözünü sevdiğimin metrosu” diye görüş bildirdi. Kimse sürdürmedi yaşlı adamın sohbetini. Kısa mesafeli metro yolculuğunu taçlandıran bu bastonlu adamı içtenliği için kutladım içimden. Sonra düşündüm; İstanbul’a okumaya gelen bir Belçikalı “kültür şokundan” acaba hiç çıkabilir mi? B Florida afet bölgesi Florida halkı bölgeyi önceki gün vuran kasırganın yaralarını sarmaya çalışıyor. ABD’nin güneyini etkisine alan kasırga 19 kişinin ölümüne yol açarken 500’den fazla bina yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Can kaybı ve en büyük hasar Lake County bölgesinde meydana geldi. Florida Valisi, dört felaket bölgesinde acil durum ilan ederken Kızılhaç, evsiz kalan felaketzedeleri, kurduğu barınaklara yerleştirdi. (Fotoğraf: AFP) Çekiverin artık şu tuğlayı! lümün acısı, uzaktayken daha bir koyuyor insana. İnsanın içini daha bir kanatıyor. Sonunda Hrant Dink’i de vurdular. Yine bildik iğrençlik, yine o sinsi kalleşlik, yine o mide bulandıran süreç. Daha Uğur Abi’nin (Mumcu), Kışlalı Hoca’nın, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un ve diğer bir sürü güzel insanın ölüm emrini verenler ortaya çıkarılmadan, Türkiye’yi dünyanın utanç vitrinine çıkartan yeni bir cinayet daha. Çok uzaklardan ülkeme bakınca, aslında hiçbir şeyin değişmediğini içim kanayarak gördüm. Oysa umutluyduk, yeminler etmiştik. “Katillerden hesap soracak”, öldürülen ağabeylerimizin, dostlarımızın, büyüklerimizin kanını yerde bırakmayacaktık. Daha dün gibi, Uğur Abi’nin cenazesinde yüz binler sokağa dökülmüştü. İktidar sahipleri “namus, şeref sözü” vermişlerdi katillerin bulunacağına ilişkin. Ancak bulunamadı. Bulamadılar. Altındağlı minibüs değnekçisini ve etrafındaki birkaç kişiyi çıkarıp, “İşte Uğur Mumcu’nun katillerini yakaladık” dediler. Ankara’da, Umut Davası sanıklarının yargılanması sürecini izleyen gazetecilerden biriyim. “Gerçek katillerin” Ö duvarlar yükseldi, özgür onlar olduğuna inanmıyorum. düşünceye, demokrasiye inanan Birileri ısrarla o kalleş insanların önüne. Susurluk’ta da cinayetlerin üzerine sis perdesi aynısı olmadı mı? Gazetelerde çekmeyi sürdürdü. Milyonların “Artık hiçbir şey eskisi gibi ısrarlı haykırışları o sis perdesini olmayacak” diye iddialı başlıklar zorlayınca da, dönemin İçişleri atıldı. Işıklar “sürekli aydınlık” Bakanı Mehmet Ağar, Güldal için karartıldı. Ancak karanlık Abla’ya (Mumcu), o sis hep koyulaştı. Karanlığın son perdesinin niçin kurbanı Hrant Dink oldu. Kendi kaldırılamadığını açıkladı. hastalıklı bakış açılarını Uğur Abi’nin avukatı Emin “milliyetçilik, yurtseverlik” Değer’in de bulunduğu diye sunmaya çalışanlar, görüşmede Ağar’ın Güldal “Hukuk halletmezse, bizim Abla’ya söyledikleri arşivlerde gençlerimiz halleder” diyenler hâlâ sımsıcak duruyor: Ağar: sonunda Bunu polislerin yorgunluğuna A M S T E R D A M “muratlarına” erdiler. “Ya sev, ya terk et” vermek lazım. bağnazlığıyla, Çünkü tutanaklar kendininkinden başka sahte değil. hiçbir düşünceye yaşam Değer: Hiçbir hakkı tanımayan o savcı bu “İslamofaşist” kafa, tutanakları delil YUSUF ÖZKAN bildik senaryoyu bir kez olarak kabul daha yürürlüğe soktu. etmez. Savcılar bu Aynı Uğur Abi’nin ve diğer tutanakları, sahte evrak sayar ve soruşturma açar. Güldal Mumcu: suikast kurbanlarının cenazelerinde olduğu gibi, Görüyorsunuz bir sürü yanlışlık Hrant’ın cenazesinde de on binler üst üste dizilmiş önümüzde bir aynı istemi dillendirdi. Ama duvar gibi duruyor. Ağar: umudum az. Bu alçakça cinayet Altından bir tuğla çekerseniz de örtülecek. 17 yaşındaki zavallı yıkılır. Güldal Mumcu: Çekin bir maşayı yakalayıp, olayı öyleyse. Ağar: Yapamam, kapatacaklar. Bindiği otobüs, mümkün değil. Güldal Mumcu: oturduğu koltuk numarası dahi O zaman siz altında kalırsınız. bilinmesine rağmen, katilin O tuğla bir türlü çekilemedi, Trabzon’a ulaşmadan, kimlerle çekilmedi. Aksine yepyeni ilişkiye geçeceği belirlenmeden apar topar Samsun’da yakalanması bunun göstergesi değil mi? Ya da İstanbul Emniyet Müdürü’nün “Örgüt işi değil” açıklaması? Gerçek katillerin bulunması için yürekten bir istek, bir çaba olsa, Trabzon Valisi; “Amatörce bir cinayet. İdeolojik örgüt yok. İsmini bildiğimiz kişi tarafından kullanılmış ve örgütlendirilmiştir. Teşvik edilmiştir” diyebilir miydi? Valisi, emniyet müdürü, siyasetçisi “duvar”a yeni “tuğlalar” koyma peşinde. Tuğlalar kondukça, duvarlar yükselecek. Reyting, tiraj kaygısıyla şu an gündemde olan Dink cinayeti, bir süre sonra yepyeni senaryolarla gündemden düşürülecek. O boğucu karanlık bir kat daha çökecek ülkemin üstüne. Bin bir güçlükle yetişen birbirinden önemli değerlerini kalleş kurşunlara vermenin acısıyla içi yananların haykırışları duyulmaz olacak. Ve o acılı yürekler oturup yeni Uğur Mumcu’ların, yeni Hrant Dink’lerin vakitsiz toprağa düşmesini bekleyecek, ta ki birileri çıkıp o iğrenç, karanlık duvarı yerle bir edecek “tuğlayı” çekiverene kadar... ozkanyusuf@hotmail.com CUMHURİYET 10 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear