15 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 9 KASIM 2007 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Meşru Savunma Hakkı Cavlı ÇULFAZ lışılagelmiş iç kavgalarımıza dalınca, bazen ağaçlardan ormanı göremiyoruz. Hiç kuşku yok, kimse savaş istemez. Yıllarca da sürse her türlü diplomatik müzakere bir günlük savaşın acısına yeğdir. Ama bıçak kemiğe dayandığında harekete geçmek gerekir. Tıpkı 1974 Kıbrıs Hârekâtı’nda olduğu gibi. Kıbrıs’ın o zamanki meşru hükümeti Yunan albaylar cuntasının kışkırtmasıyla devrilince Türkiye bütün diplomatik yolları denedikten sonra garantörlük hakkını kullanıp harekete geçti. Nikos Sampson’un tezgâhladığı faşist darbe püskürtüldü. Yunanistan’daki albaylar cuntası yıkıldı. O zaman Sovyetler Birliği, Türkiye’nin bu harekâtına karşı çıkmadı. Denebilir ki, dolaylı da destek verdi. Türkiye daha sonraki ABD ambargosuna rağmen dünya kamuoyunda büyük saygınlık kazandı. Gerçi bugün dünyadaki güçlerin yer alımında ABD’nin karşısına kararlılıkla dikilebilecek bir Sovyetler Birliği yok. Ama dünyanın her yerinde Amerikan zorbalığına karşı birilerinin harekete geçmesini bekleyen bir ilerici insanlık var. 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesini (saldırmasını) öngören tezkere TBMM’den geçmedi. Oysa AKP hükümeti ve medyanın çoğunluğu tezkereye destek vermişlerdi. Bizim iç kamuoyunda belki yeterince bilincine varılmadı, ama ABD askerlerinin Türkiye’ye konuşlanmasının reddiyle Türkiye dünya ölçüsünde büyük saygınlık kazandı. Ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, ABD’nin sınırsız güç kullanımına karşı o zaman şöyle yazdı: “Bedel ödeyecekle PENCERE valarını etkisiz kılmak için girişeceği bir harekât, BM Güvenlik Konseyi’nin terörle ilgili çeşitli kararlarına da uygun olacaktır. Söz konusu kararlarda üye ülkeler terorizme karşı ortak mücadeleye çağrılmakta, kendi topraklarını terörist faaliyetler için kullandırmamaları istenmektedir. Özellikle 1546 sayılı kararda Irak’taki tüm terörist faaliyetler kınanmakta, Irak’tan kaynaklanan terörist eylemlere karşı üye ülkelerin işbirliği zorunluluğu hatırlatılmaktadır. BM üyesi olan Irak hükümeti de bu kararlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde Türkiye’nin meşru savunma hakkı doğmaktadır. Türkiye meşru savunma hakkını kullanırken, Kürt yurttaşlarımıza karşı her türlü kışkırtma kesinkes önlenmeli, Kürt kökenli hiç kimsenin kılına zarar gelmemesine tam bir özen gösterilmelidir. Avrupa’nın tanınmış aydınlarından Slavoj Zizek, Irak’a askeri harekâta izin veren tezkerenin Türkiye’de geçen hafta kabul edilmesinin beklenmedik bir gelişmeye yol açtığını yazdı. Zizek’e göre, “Türkiye, sınır ötesi operasyon yapması ihtimali ile sanki askeri insancıllık kulübünün dışa kapalı tekelini fiilen elinde tutan ülkelerin partisine davetsiz bir misafir gibi daldı” (The Guardian, 23 Ekim 2007). İşgal altındaki Irak’ta dört yıldır kanayan yaraya aslında Birleşmiş Milletler’in ta baştan el koyması gerekirdi. Ama bugün Birleşmiş Milletler neredeyse felce uğramış durumdadır. Kendi meşru çıkarını kararlılıkla savunacak bir Türkiye, komşularımız başta olmak üzere, Arap dünyasından Latin Amerika’ya, hatta Avrupa’nın belli bir kesimine kadar bütün dünya halklarının manevi desteğini kazanacaktır. Seyirci durumdaki Birleşmiş Milletler de, öyle umulur ki, ancak bundan sonra harekete geçip etkisini gösterebilecektir. Tarihsiz Süreç AVRUPA BİRLİĞİ Komisyonu’nun önceki gün açıkladığı “Türkiye İlerleme Raporu” ve ekindeki “Strateji” ibret ve hayretle okunacak ilginç bir belge. Birincisinin 81 ve ikincisinin 58 sayfasından çıkan genel izlenim, “ilişkilerdeki duraklamanın eleştirisi” diye özetlenebilir. İlginç olan, bu olumsuzluk karşısında kullanılan ifadelerin “fazla sert” sayılmayışı ve hatta “umut verici” bulunmasıdır. Çelişkinin anlamı basit: AB, ilk bakışta çıkmaza girdiği açıkça belli olan bu müzakere sürecinin kopmasını da hiç istemiyor. “Kopmasın da, varsın duraklasın” yaklaşımının temelinde şu gerçek yatmakta: AB müzakere süreciyle elde etmek istediklerinin henüz hepsini alamadığı için süreci ayakta tutmaktan yana. Türkiye’yi yönetenler ise AB yoluyla değiştirmek istediklerini değiştiremedikçe, ucu açık olduğunu bile bile, süreci sürdürüyorlar. Oysa, ne AB Türkiye’yi üye yapmayı düşünüyor, ne de Türkiye’yi yönetenler AB’ye tam üye olmayı. Süreç ya inceldiği yerden kopacak ya da bir başka şeye dönüşecek. Belki, AB’lilerin geveledikleri türden bir “ayrıcalıklı” ortaklığa. rüksel’dekilerin süreç yoluyla başarmayı isteyip de başaramadıklarının başında Kıbrıs olduğu için, Türkiye’yi hâlâ o konudaki bir yığın istekle baskı altında tutmaktalar. Kıbrıslı Türklere “evet” dedirtip sonra vaat ettiklerini yerine getirmemiş olduklarını unutarak, hem suçlu hem güçlü edasıyla sıraladıkları şu isteklere bakın: Türkiye, Ankara Anlaşması’nın Ek Protokol’ü gereğince malların serbest dolaşımını sağlamak için, öbür yeni üyelerle birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, yani Rum yönetimine karşı uygulamakta olduğu ulaşım kısıtlamalarını kaldırmalı, limanlarını ve havaalanlarını o devletin kullanımına açmalıymış. Türkiye, Kıbrıs Rum kesimiyle ilişkilerini normalleştirmeliymiş. Türkiye, Kıbrıs Rum kesiminin Akdeniz’deki petrol arama alanları için komşularla anlaşmalar yapmasına itirazdan ve Fransa’yla savunma işbirliği imzalamasını protesto etmekten vazgeçmeliymiş. Bunları isteyenler, KKTC’nin serbest ticaret tüzüğünü çıkarmayanlarla aynı. ürkiye’ye bulunan kusurlar da az değil: Vakıflara ve Sayıştay’a ilişkin yasalar çıkarılmamış, dinsel azınlık vakıflarının mal edinme hakları geri verilmemiş, ombudsmanlık kurulmamış, Heybeliada Ruhban Okulu kapalı tutularak din adamlarının yetiştirilmesi engellenmiş. Bunları okudukça Batı Trakya’daki Türk vakıflarına getirilen sınırlamaları, müftü seçimlerindeki yanlış uygulamaları anımsamadan durabilir misiniz? Ama AB’nin asıl büyük derdi, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaseti önemli ölçüde etkilemekte oluşu”ymuş. O engel de kalksa çok sevinecekler. am üyelik için kesin tarih almadan her isteneni yapa yapa gelinen nokta budur. Tarih verilmedikçe, çıkmaz ayın son çarşambasındaki durum da bu olacaktır. A B rini bilseler de, yerine getiremeyecekleri şeyler olduğunu söyleyerek bugüne kadar en olumlu katkıyı Türkler yaptı.” (Le Monde Diplomatique, Haziran 2003) Bugün Irak sınırımızda teröre karşı kamu düzeninin sağlanması için yapılması gerekenleri konuşuyoruz. Yine medyada kimi yazarlar 2003 yılındaki tezkere ile şimdiki tezkereyi aynı kefeye koyup “İşte bakın, haklıydık” demeye getiriyorlar. Oysa kazın ayağı öyle değil. 2003 yılındaki tezkere geçseydi, ülkemiz ABD güdümünde Irak’a karşı saldırının basit bir aracı olacaktı. Yeni tezkere ise Türkiye’nin kendi bağımsız kararına dayanmaktadır. İki tezkerenin özü, anlamı ve amacı farklıdır. Bu tezkere ile Türkiye Irak’a saldırmayı değil, meşru savunma hakkını kullanıp kendi sınırları çevresinde gerekli güvenlik önlemlerini almayı amaçlıyor. Çünkü komşu ülke Irak, dört yıldır ABD işgali altındadır, bağımsız, egemen ve meşru bir hükümetten yoksundur. Kendi sınırlarını denetim altına alamamaktadır. Tezkerenin bu amacından sapılmamalıdır. Türkiye’nin Kuzey Irak’taki terör yuvalarına karşı girişebileceği bir askeri harekâtın en sağlam hukuki temeli, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesindeki meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. 51. maddede şöyle denilmektedir: “Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez.” Türkiye’nin Irak sınırı yakınındaki terör yu Türkiye’de Sermaye Dincileşiyor... Sabah yine yazıişlerinden telefon ettiler, haber verdiler: Yarım sayfa reklam var... Aman, reklam olsun da, biz yazıyı kısa tutalım... Rahmetli Şinasi Nahit Berker ‘Ulus’ gazetesinde kısa fıkracıydı; ikide bir yinelerdi: “ Bu memleket uzun laftan battı...” Yine de köşesinde sayfanın dibini bulan yazar arkadaşlarımı doğrusu kıskanıyorum... ? Peki, uzun lafın kısası nedir?.. Haber vereyim: Ilımlı İslamcı AKP iktidarı, tarikat ve cemaat örgütleriyle belediyeleri, Meclis’i, hükümeti, devlet başkanlığını ele geçirdi, öğretim birliği sizlere ömür... Ama, AKP durmuyor; sermayeyi devlet eliyle dincileştiriyor... Dinci işadamı mısın?.. Yaşadın!.. Her türlü devlet desteği arkandadır; dünyaya geliş hüner değildir, yüksel ki yerin bu yer değildir... Ya laik işadamı?.. Bugün yarın tümünün defteri dürülecek... ? Derler ki: Sermayenin dini imanı olmaz, sermayenin dini imanı paradır... Söyleyenler halt etmişler... Suudiler’den Kuveyt sermayesine dek dinci Amerikanofil kapitalistler ortalıkta fink atıyorlar... Şimdi sıra Türkiye’ye geldi... Bizim model değişik... Devlet gücüyle dinci sermaye sınıfı da palazlandı mı, laik Atatürk Cumhuriyeti’ne demokratik görüntü sahtekârlığı altında fatiha okunacak... ? Bu yolda çok alamet belirdi... Türkiye’de işadamı, iş için devlet turnikesinden geçmek zorundadır, yani siyasal iktidara biat etmek yazgısı girişimcinin alnına yazılıdır... Hiçbir işadamı bu zorunluluğun dışına çıkamaz... Amerikanofil dinci iktidar, elindeki gücü biliyor... ? Devlet, dinci iktidarın eline geçti. Amerikanofil İslamcı iktidarın eline geçmeyen devlet kurumlarının ordu dahil az bir süresi kaldı... Bugün yarın laik Türkiye pek demokratik biçimde ve de Amerikan güdümünde sizlere ömür... ? Yarım sayfalık fıkra köşemizi böylece doldurduk... Bilmem derdimizi anlatabildik mi? Yoksa, anlatmak için sayfanın dibini mi bulmalıydık!.. T Kim Kimi Aldatıyor? Ali TURGUT BD bizi, biz de halkımızı aldatıyoruz. Emperyalist plan da zaten aldatmak, uyutmak, alıştırmak. Yıllardır aldanmakta suçlu kendimiziz. PKK sorununun alevlendirildiği bugünlerde biliyoruz ki: Sıcak takip BM yasalarınca hakkımızdır. Uygulamak için izin gerekmez. TSK ve bir avuç yazar tarafından, defaatle söylenmiş olanlardan da biliyoruz ki PKK: AB içinde örgütlüdür. Irak içinde örgütlüdür. Etkinlik A T [email protected] lerini rahatlıkla sürdürür. Bizi bölmek isteyenler tarafından desteklenir. Para ve silah yardımı alır. ABD, İsrail ve Irak’tan yardım alır. BOP’un dışlayamayacağı ortağıdır. Yapılan ziyaretlerin, onlardan çıkmayacak beklentilerin, boş vaatler ve oynanan oyunun bir parçası olduğu, destekler kalkmadan askeri hareketin sonuca varamayacağı da biliniyor. Sıcak suya birden girilmez, amma içindeyken suyu yavaş yavaş ısıtınca, rahatlıkla kalınabilir. Türk halkı, 1940’tan beri her konuda alıştırılmaktadır. İcazet bekledikleri Bush ve Rice, masaya oturup halledin diyor! Çok satan basın yutmasa da sesini çıkarmıyor. Böylece halk alıştırılırken bölünmeye doğru sürükleniyoruz. Sayın Emre Kongar’ın, “Demokrasimizle Yüzleşmek” kitabında sıraladığı ve cevapladığı sorunlarımızı buraya sığdırmak olanaksız. Ama kitap muhakkak okunmalı. Bilhassa 2. Cumhuriyetçiler, durumdan hâlâ çıkarları olanlar, dinciler, dindarlar ve çok satan basın tarafından okunmalı. Çünkü bu aldatma, bu furya geçtiği zaman en çok kendileri zarar görecek. Kürtler dahil, vatan evlatlarının kanı da onların ellerinde olacak. AB ve ABD’yi dost olarak tanıtacağımıza, onların kendi çıkarlarını, bizim de kendi çıkarlarımızı kollamamız gerektiğini anlatmalıyız. Çıkarlarımız da çelişkidedir. Aksi aldatmadır. Halkı uyarmak, bilgilendirmek, aldatmayı durdurmak görevi de hepimize düşüyor. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun, kendi ayaklarımız üzerinde durmalıyız. Vakit geçmeden! CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear