26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 7 KASIM 2007 ÇARŞAMBA 4 HABERLER Şerafettin Elçi’nin KADEP’i ile Abdülmelik Fırat’ın kurduğu HAKPAR birleşme kararı aldı GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU DTP’ye rakip AKP oylarına talip AYŞE SAYIN ‘Türk İslamı’ ve Siyaset AKP’nin, bölgede yükselmekte olan siyasal İslamla organiktarihsel bağını, devletle bu “siyasi hareket” arasındaki diyalektikte üstlendiği kritik işlevi gizlemeye yönelik büyük bir çaba söz konusu. Geçen hafta New York’taki Middle East Insitute’de düzenlenen bir konferanstaki tartışmalar (aktarıldığı kadarıyla) ve The Economist’in özel eki, bu bağlamda ilginç örnekler oluşturuyor. ANKARA Parlamentoya girdikten sonra da terör örgütü PKK ile arasına mesafe koymaması nedeniyle eleştirilen DTP’ye “rakip parti” geliyor. Eski Bayındırlık ve İskân Bakanı Şerafettin Elçi’nin genel başkanı olduğu Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) ile Şeyh Sait’in torunu olan eski DYP Milletvekili Abdülmelik Fırat’ın kurucusu olduğu Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) birleşme kararı aldı. KADEP Başkanı Elçi, yeni oluşumun “şiddeti dışlayan, Türkiye’nin bütünlüğüne saygılı federatif sistem” öneren liberalsosyal demokrat bir parti olacağını belirterek, ? Şeyh Sait’in torunu, eski DYP milletvekili Abdülmelik Fırat’ın kurduğu, ancak genel başkanlık koltuğunu devrettiği HAKPAR ile eski Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi’nin genel başkanı olduğu KADEP birleşme kararı aldı. Yeni yapının Kürt sorununun çözümü için “şiddeti dışlayan, Türkiye’nin bütünlüğüne saygılı federatif sistem” öneren liberalsosyal demokrat bir parti olacağını belirten Elçi, bölgede AKP’ye giden oyların kalıcı olmadığını ve bunu kendilerinin alacağını savundu. “Bugüne kadar Kürtlük siyaseti yapanların geldiği gelenek Marksist, antidinci gelenekti. Bizde bu yok” dedi. Elçi, DTP’nin legal bir siyasi partide olması gereken “kendi siyasi iradesine göre hareket etme” gücüne sahip olmadığı için oy kaybettiğini de söyledi. 22 Temmuz seçimlerinde seçmenin önemli bir bölümünü AKP’ye kaptıran DTP’ye karşı etnik temelli siyaset yapan yeni bir oluşum için KADEP ve HAKPAR yönetimleri ilke anlaşmasına vardı. KADEP ve şu anda Sertaç Bucak’ın genel başkanlığını yürüttüğü HAKPAR, “mümkün olan en kısa sürede birleşme” kararı aldı. Birleşme KADEP’in HAKPAR’a katılımı ile gerçekleşecek. Birleşme kararı ve yeni oluşumun siyasi çizgisi konusunda Cumhuriyet’e bilgi veren KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi, “Şiddeti dışlayan, Türkiye’nin bütünlüğüne saygılı, Kürt sorununu barışçıl demokratik yöntemlerle, Türkiye’nin sınırları içinde çözmeyi amaçlayan bir siyasi hareketiz. Bu çözüm formülümüz federatif sistemdir. Genel ekseni, liberal sosyal demokrat bir parti” dedi. AKP’nin bölgedeki oylarını artırmasının, CHP ve MHP’nin yürüttüğü “anti Kürt politikalardan kaynak landığını” savunan Elçi, AKP’nin ise buna karşı tavır aldığını ileri sürdü. Elçi, “Mesela bizim gibi düşünen, ama AKP ile hiç ilgisi olmayan önemli bir kesim AKP’ye oy verdi. Ama bu oylar bize geri döner” dedi. Elçi, DTP’nin beklediği oyu alamamasını ise politika yapamamasına bağladı. DTP’nin “demode bir anlayışla” yönetildiğini ve daha da oy kaybedeceğini belirten Elçi, bunun nedeninin ise “kendi siyasi iradesiyle hareket edememesi” olduğunu belirtti. Elçi, “Eğer bir legal parti oluşacaksa, o partinin siyasi iradesi o partinin içinde olmalı. Partinin dışındaki bir irade ile yönetilirseniz legal bir siyasi parti olamazsınız” diye konuştu. Destekleyici bir ‘fantezi’ Konferansa katılan AKP yanlısı bir yazara göre, tartışmalar, Türkiye’de İslamın açıkça siyasallaşmasına izin vermeyen çok özgün bir tarihsel, kültürel, toplumsal bağlama sahip olduğuna, demokrasiye bir engel oluşturmadığına ilişkin bir tema üzerinde şekillenmiş. Yazar da zaten AKP’nin İslamla hiçbir alakası olmadığını, AKP’ye oy verenlerin de İslami kaygılarla hareket etmediklerini ileri sürüyor. Siyasallaşma eğilimi olmayan bir “Türkiye İslamı” bence, tam anlamıyla bir fantezi, üstelik siyasal İslamın ilerleyişini, rejimde yaşanan değişikliklerin anlamını gizlemeye çalışanları destekleyen bir fantezi. Türkiye’de siyasi İslamın Erbakan ile birlikte siyasi coğrafyanın bir parçası olmaya, topluma taleplerini açıkça dayatmaya başlama sürecine baktığımızda, bunun, 1970’lerde Ortadoğu’da, ABD desteğiyle başlayan “yükselişle”, belirgin bir biçimde eşzamanlı olduğunu görebiliriz. Bu “yükseliş” 1970’lerin ekonomik krizleriyle, soğuk savaş jeopolitiğiyle, Ortadoğu’da ulusalcı, halkçı, demokratik, sosyal demokratik akımların geriletilmesiyle, 1980’lerde neoliberalizm kamusal alanı yıkarken yarattığı boşlukla, 1990’larda küreselleşmenin ekonomik etkileriyle, postmodernizmin ve neoliberalizm Aydınlanma geleneğine yönelik saldırılarının kültürel sonuçlarıyla yakından ilgili. The Economist’in ekinde bile bu ilişkileri gösteren örnekler var. Çağdaş gelişmeleri hesaba katmadan, salt tarihsel köklerine dayanarak, bir “Türkiye İslamı” aramak bilimsel açıdan “tarihselci” bir hata olarak görülebilir. Ama bence önemli bir işleve de sahip: AKP’nin ait olduğu çok daha geniş ve güncel bağlamı gizlemek, Müslüman Kardeşler, Hamas gibi hareketlerle arasındaki sosyolojik, siyasi benzerliklere eğilerek geleceğe ilişkin sonuçlar çıkarılmasını önlemek. Böylece, AKP’nin gerçek özelliklerini, maddi, siyasi çıkarları gereği görmezden gelmek isteyenlere, sığındıkları söylemleri destekleyecek bir fantezi sunmak. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, PKK saldırısı sırasında rehin alınan askerlerin dönüşüyle ilgili değerlendirmeleri, gösterdiği tepkiler ve yaptığı açıklama, en iyimser ifadeyle o askerleri ve ailelerini yaralayıcı nitelikteydi. Sözlerin o aileler kadar toplumu da yaraladığını söyleyebilirim. İşte Adalet Bakanı’nın tartışmalı sözleri: “Öncelikle askerlerimizin, TSK mensuplarının, herhangi birinin ya da bir bölümünün, bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından dolayı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü Adalet Bakanı’nın İnsafsızlığı... duyduğumu belirtmek istiyorum. TSK’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmalarından dolayı fazla sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum. Bir Türk askerinin birkaç tane çapulcuyla birlikte gitmiş olduğu gibi bir izlenim beni rahatsız etti. Terör örgütünün propagandasına zemin hazırlandı. Bizim askerimiz, bizim Mehmetçiğimiz vatanı korurken gerektiğinde her an şehit olmayı göze alan bir askerdir. Tabii onların şu anda yurda dönmüş olmaları ailelerini, kendilerini mutlu etmiştir, vatandaşlarımız da bundan memnuniyet duymuş olabilirler. Ama benim içimde böyle bir ukde kaldı.” ??? Adalet Bakanı, sanırım askerlerin PKK’nin eline geçtikten sonra yaptıkları açıklamalara kızmış. Sanırım diyorum, çünkü neye kızdığını net olarak söylemiyor. Net olarak söylediği, “Yakalanıp götürüleceklerine şehit olsalar daha iyiydi” şeklinde bir değerlendirme. İnsan hayatı her şeyden değerlidir. Bu çocukların da sağlıklı bir şekilde dönmelerine öncelikle bir insan olarak sevinmek gerekiyor. “Ölseler daha iyiydi” anlamına gelecek sözler, rahatsız edici ve vicdanları yaralayıcı. Ayrıca askerlerin rehin alındıktan sonra, ölüm tehdidi altında yaptıkları konuşmalara tepki göstermeyi de anlamak çok zor. Dünyanın birçok yerinde terör örgütleri insanları zaman zaman kaçırıp rehin alıyorlar. Bir kısmını da öldürüyorlar. Bu arada ölüm korkusu altındaki insanlar, başka koşullarda söylemeyecekleri sözleri, değerlendirmeleri yapmak durumunda kalıyorlar. Kimse de bu insanları suçlamayı aklına getirmiyor. Ölüm tehdidi, ölüm tehdididir. Yaşamayan bunu bilmez, değerlendiremez. Bu nedenle başkasının adına konuşmak kolaydır. Hele de adaletten sorumlu bir bakanın bu tür değerlendirmeleri yaparken biraz daha insaflı ve adil olması gerekir. ??? Bu asker çocukların 20 yaşında olduklarını da unutmamak gerekiyor. Analarının kucağındayken vatan görevi olarak gelip askerlik yapıyorlar. Onlar profesyonel asker de değil. Gördükleri kısa sayılacak bir eğitimden sonra cepheye yollanıyorlar. Kaldı ki profesyonel bile olsalar, sonuç olarak insanın ölümle yüz yüze gelmesi söz konusu. Bu yaşta bu kadar büyük felaket ve tehditlere hazır olmaları kolay mı? Dağlıca baskını tabii ki tartışılabilir. Bu baskının bu şekilde sonuçlanmasına neden olan zafiyetler de konuşulabilir, konuşulmalıdır da. Sanırım asker kendi içinde bu konuyu değerlendiriyordur. Ancak kaçırılan askerlerin, buradaki zafiyetin, varsa asıl sorumlusu olduğu söylenebilir mi? ??? Kendinizi bu çocukların ailelerinin, analarınınbabalarının yerine koyun. “Ölseydiler de böyle olmasaydı” sözlerini hangi annebaba söyleyebilir? Sonuç olarak bir terör eylemi sırasında rehin düştüler. Kendileri böyle olmasını istemediler, oldu. Ölmeden, öldürülmeden, yeniden hayata, birliklerine ve ülkelerine döndüler. Sekiz gencin yaşamı kurtuldu. Bundan sevinç duymak gerekiyor. Bütün bir saldırının, bunca kamuoyunun beklentisinin yükünü bu çocukların sırtına yıkmaya kalkmak insafsızlıktır, adaletsizliktir. Asıl olan hayattır. Her şeyin yerine gelmesi, yerine konması mümkündür, hayat dışında... Kendinizi o çocukların ve ailelerinin yerine koyun ve bir kere düşünün. O zaman ne kadar insafsızlık yapmış olduğunuzu daha iyi anlarsınız. Töre cinayetlerinde, biliyorsunuz, asıl olarak kaçırıp tecavüz eden erkekler değil, tecavüze uğrayan kadınlar cezalandırılıyorlar, öldürülüyorlar. Şimdi de PKK’ye yönelen öfkeyi kaçırılan askerlerden mi çıkaracağız?.. Savaş yerine barış, ölüm yerine yaşam, insanlığın ulaşmak istediği temel hedeftir. The Economist’in umutları Bu hafta kapağında ve özel ekinde “Yeni Din Savaşları” konusunu işleyen The Economist’in de, “ümmet” kavramına ilişkin kaygılarına rağmen, bu fanteziye sıcak baktığı söylenebilir. The Economist dünyada dini eğilimlerin 1970’lerden bu yana giderek güçlendiğini, 11/09/2001’den sonra özellikle İslam dünyasında yeni bir boyuta ulaştığını vurguluyor. The Economist’e göre bu gelişmelerin gelecekte din savaşlarına yol açmaması için dinle devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması gerekiyor. Economist, AKP ve Türkiye deneyinin, bu ayrımın korunması açısından çok önemli olduğunu düşünüyor. Çünkü İslamla liberal demokrasinin, hatta modernitenin bağdaşıp bağdaşmayacağını bu özgün deneyin sonuçları gösterecekmiş. The Economist bir taraftan umutlu görünmeye çalışmakla birlikte “ümmet” kavramının dinle siyaseti birbirinden ayırmak konusunda büyük bir engel oluşturduğuna değinmeden edemiyor. Böylece de The Economist aslında, Slavoj Zizek’in geçen haftalarda yayımlanan, Heidegger’le ilgi bir yazısında, Faucoult’nun İran devrimiyle ilişkisini tartışırken değindiği İslam ve siyaset ilişkisine, İslamda dinle devleti ayırmanın olanaksızlığına (IJZS, Cilt, 1.4) dikkat çekmiş oluyordu. Zizek’e göre, “Musevilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak İslam, tanrıyı ataerkil mantığın dışında bırakır. Tanrı, simgesel anlamda bile baba değildir. Tanrı ne doğmuştur ne de başka yaratıkları doğurmaz: İslamda Kutsal Aileye yer yoktur”… Bu demektir ki tanrı, ‘baba’nın dışında, tümüyle “imkânsızgerçek”in alanında kalır. “Bu nedenle insan ile tanrı arasında türe ilişkin (genetik) bir çöl vardır (hiçbir organik bağ yoktur. Halbuki İsa tanrının oğluydu. E.Y)”… “İşte bu durum siyaseti İslamın tam kalbine yerleştiriyor”… “Çünkü, tanrı ile baba arasındaki bu çölden (boş alandanE.Y) dolayı, toplumu annebaba ve diğer kan bağı ilişkileri üzerinde kurmak olanaksızdır”. Bu boş alanı siyaset doldurur! Bu nedenle toplum babanın otoritesi, ailenin yapısı üzerine değil, ancak, dini ve siyasi olanın örtüştüğü yerde, doğrudan tanrının sözü, yasaları üzerine, ümmet (inanmışlar topluluğu) olarak kurulabilir. Öyleyse, siyaseti İslamdan ayırmak, siyasileşmeyecek bir İslam düşünmek, Hıristiyan dinini taklit etmeye çabalamaktan başka bir anlama gelmez. Bu, “kutlu doğum haftası” gibi Noel’i taklit etmeye de benzemez; doğrudan tanrı anlayışına, İslamın özünü yadsımaya kadar uzanacak bir tutarsızlığa işaret eder… erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com CUMHURİYET 04 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear