28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 11 EYLÜL 2006 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Demokraside Ordunun Görevi A. M. Celal ŞENGÖR İTÜ öğretim üyesi, Academia Europaea üyesi, ABD ve Rusya Federasyonu Bilimler Akademileri yabancı üyesi Ağızlar YARIN, 12 Eylül 1980’in yıldönümünde General Evren’in bir sözünü anımsamadan durabilir misiniz? ‘‘Asmayalım da besleyelim mi?’’ unutulacak bir söz değil. Belki aynı sözü söyleyen başkaları da olmuştur. Ama, rejimin başındaki kişi söyleyince söz unutulmazlaşıyor. Sayın Başbakan, geçen gün İzmir’de konuşurken ‘‘Ağzı olan konuşuyor’’ dedi. Harcıâlem, herkesin söylediği bir söz bu da, değil mi? Zaten o anlama geliyor: Bir ülkede herkesin duyduğu bir olay olmuşsa, herkes konuşur, konuşmalı da. Başbakan, elbet değişik bir anlamda, ‘‘Bilen bilmeyen, anlayan anlamayan bir şeyler söylüyor’’ anlamında söylemiş olmalı. Ne var ki, konuşmasında yürütmek istediği mantıkla bu söz birbirini tutmuyor. Konu, Lübnan’a asker gönderme konusudur. Başbakan, bu konuda çözüm göstermeden uluorta konuşmanın yanlışlığını anlatmak istiyor. Nitekim, ‘‘ağlayan yavruları, öldürülen anneleri ve yaşlıları gördükçe ağlayıp üzülen’’ sonra da ‘‘Orada bizim ne işimiz var?’’ diye soranlardan söz ederken, ‘‘Peki, ne yapacağını söyle; kuru kuruya tribünden seyretmekle bu iş olmaz’’ diyor. slında, olsa olsa, bu konuda görüş bildiren politikacılar ve yazarlar için kullanabileceği bir mantığı yürütüp böyle sözleri Lübnan’a asker gönderilmesini istemeyen halk yığınları için etmenin yanlışlığını fark edebiliyor mu acaba? Zaten, ‘‘üzüntü’’ ile ‘‘asker gönderip göndermeme’’ kavramlarını yan yana getirmenin mantığı da sakat: Üzüntü veren dıştaki her olayın üzerine askerle gitmek mi gerekir? Devlet adamının bu konuda vereceği karar herhalde bu çeşit duygusallıklardan öteye birtakım ciddi gerekçelere, ulusal çıkarlara, siyasal nedenlere bağlı olacaktır. İnşallah, öyledir de. Bunun böyle olması gerektiğini dile getirmek başka, karar almak ve gerekli hesaplamaları yapmak durumunda olmayan insanları sorumsuzlukla suçlamak başka. Hele aynı konuşmada kullandığı bir başka söz, daha doğrusu ağzından çıkan bir beyit parçası var ki, halka ters düşmenin bundan daha açık bir örneği bulunamaz: ‘‘Şecaat arz ederken sirkatini söylüyorlar’’ diyor Sayın Erdoğan. O beytin ‘‘merdi kıpti’’lere yazıldığını biliyorsa bir türlü, bilmiyorsa başka türlü, hiç yakışmıyor bir başbakana. e tuhaf, bu çeşit dil özensizlikleri bir ‘‘bumerang’’ gibi dönüp dolaşıp sahiplerini vuruyor. Seçim kampanyalarını beklemeye de gerek kalmadan. Başbakan’ın AB politikasını bıkmaz ve yorulmaz biçimde savunagelen köşe yazarı Ferai Tınç bile, dokuzuncu ‘‘uyum paketi’’ için Meclis’in ancak 19 Eylül’de toplantıya çağrılmasını eleştirirken, bunun ‘‘bir yıllık yan gelip yatma’’yı belki telafi edebileceğini yazmadan edememiş. D N A emokrasi, halkın kendisini yönetmesi değildir, çünkü sayısı milyonları bulan insan topluluklarının sık sık bir araya gelerek toplum yaşamını idare etmesi imkânsızdır. Bunun yerine toplum üyeleri belirli aralıklarla toplumu kendileri adına yönetecek az sayıda kişileri seçerek bir yönetim oluştururlar. Bu yönetim, toplum adına yaptığı icraattan topluma karşı sorumludur. Ancak hiçbir yönetim, toplumları ‘‘Ali kıran baş kesen’’ olarak yönetemez. Böyle olmaması için toplumlar çeşitli tedbirler almışlardır. Bunların en önemlisi, gücün paylaşılmasıdır. Gücün ne şekilde ve kimler arasında paylaştırılacağı, her toplumda değişik olabilir ve önemli ölçüde o toplumun yönetim geleneklerinin bir ürünüdür. Önemli olan, yönetime seçilmiş kişilerin toplum aleyhinde faaliyette bulunmaları halinde onlara engel olacak, hatta onları öngörülmüş yönetim süreleri bitmeden iktidardan uzaklaştırabilecek güç veya (tercihan) güçlerin var olmasıdır. İktidarı denetleyecek ve sınırlayacak güçler genellikle önceden yasayla belirlenmiştir. Ancak her yasa insan yapısıdır ve her olasılığın önceden görülmesi mümkün değildir (bu, ülkemizde de geçerli olan kıta Avrupası hukuk anlayışının en zayıf noktasıdır). Dolayısıyla, ortaya çıkan öngörülememiş sorunlara çözüm bulabilmek, bazen önceden hazırlanmış yasaların dışına (İngilizlerin hemen her yasalarına istisnai haller durumunda yasayı esnetebilmek için koydukları kelimeyle, ‘‘reasonable’’, yani makul bir şekilde) taşmayı gerektirebilir. Bu tür ‘‘yasadışı’’ müdahaleler, bu nedenle her zaman gayri meşru olmayabilir. Sorunları çözmeye yetmeyen yasaların arkasına saklanarak yalnızca ve yalnızca bahis konusu yasaların dar çerçevesinde harekette ısrar, genellikle o yasaların koruduğu kesim(ler)den gelir ve sorunun çözülmesine karşı gayri meşru bir direnci, bir diğer deyişle, kötü bir niyeti gösterir. Türkiye’de yasama, yürütme ve yargılama güçleri, sırasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümet ve bağımsız mahkemeler kanalıyla kullanılırsa da, sistem bunlar dışında da örne ğin cumhurbaşkanlığı gibi kurumlara bazı yasal güçler vererek ilave emniyet supapları yaratmıştır. Ancak son yetki, her zaman yukarıda sayılan üç kurumundur. Bunlar dışında ülkemizin geleneği gereği Türk Silahlı Kuvvetleri, halkımız tarafından hep ek bir kontrol kurumu olarak görülegelmiştir. Bunun devletimizin büyük ölçüde Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları tarafından kurulmuş olmasının da ötesindeki nedeni, ordumuzun tam anlamıyla büyük bir halk ordusu olmasıdır. İçinde gereklilik ve liyakattan başka bir kıstasın terfi ve tayinlerde etkili olmadığına olan ulusal güveni sarsacak herhangi ciddi bir olay bugüne kadar olmamış; her büyük insan topluluğunda görülebilecek türden bazı aksaklıkları ordu kendi kontrol mekanizmaları marifetiyle, ama halkın gözü önünde, başarıyla bertaraf etmeyi bilmiştir. Bu nedenle Türk ordusu, halk gözünde her zaman güvenilir bir koruyucu ve kriz anlarında bir kurtarıcı olarak görülmeye devam etmiştir. Ordunun kurtarıcı işlevini toplumun ‘‘hamlığına’’ yoranlar, orduyu ayakta tutan ve ona bu görevi zımnen de olsa vermiş olanın halk olduğunu unutmaktadırlar. Halkın kendini kollama ve koruma mekanizmalarını mutlaka Avrupa veya Amerika ders kitaplarında yazan kurallara göre yaratıp düzenlemesi gibi bir zorunluluk yoktur. Demokrasi, yönetimdekilerin halk tarafından beğenilmedikleri takdirde gene halk tarafından yönetimden uzaklaştırılabilmeleri temeline dayanır. Halk bunu tabii seçimle yapabilir. Ama, örneğin seçim sistemi yönetimdekilerce adil olmayan bir şekle sokulmuş ve seçimle değişim yolu yasaların da yetersizliği nedeniyle kapanmışsa, halk ne yapacaktır? Totaliter rejimlerdekilere benzer sözde seçimlerle kafasına durmadan vurulmasına tahammül etmek zorunda mıdır? Asla! İşte o zaman halk, kendi yarattığı diğer güçleri kullanarak zorbaları bertaraf edecektir. Ordumuzu hükümetlerimizden daha az demokratik veya daha az temsil yetenekli görmek, ancak kötü niyetle bakılırsa mümkündür. Hükümetleri de oluşturan, orduyu da oluşturan ve her ikisini de yöneten ülkemizin yasalarıdır. Her ikisinin içinde ülkemizin insanları görev yapar. Zorbalık yapmaya kalkan başbakan nasıl def edilirse, benzer şekilde zorbalık yapmaya kalkan komutan da aynı akıbete uğrar. Tarihimizde bunun örnekleri vardır: 27 Mayıs 1960’ta en yüksek rütbeli komutanlar, zorba başbakanla birlikte gitmişlerdir. Türk ordusunun bu ayrıcalıklı konumu Türk halkının düşmanlarını her zaman korkutmuştur. Sevr Antlaşması Türk ordusunu ortadan kaldırmak demek olan şartları sıralar: ‘‘Mecburi hizmet olmayacak, elli bin kişilik bir ordu olacak, bunun otuz beş bini jandarma, on beş bini asker olacak; ordunun ağır silahları, uçakları, zırhlıları bulunmayacaktır.’’ Bugün de Türkiye’de aklın egemenliğini sağlayan Kemalist (yani akılcı) cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin de ilk hedefi hep ordumuz olmuştur. Ancak son zamanlarda orduya olan hücumlar her zamanki dozunun çok üstüne çıkmıştır. Bunun nedenini bu satırları okuyan herkes bilmektedir. Özellikle geçtiğimiz son yıl içinde oynanmakta olan pek rezilâne bir oyun var ki, bu yazıda onun altını bilhassa çizmek istiyorum: Türk ordusunun komuta kademesinin en üstündeki iki kişi hedef alınarak biri bir kesimin, diğeri öteki kesimin gözü önünde küçük düşürülmek ve bu suretle aynı zamanda birbirlerine hasım yapılmak istenmektedir. Birine, en makul sözleri bile çarpıtılarak ‘‘hükümetin adamı’’ yaftası yapıştırılırken, diğerine teröristlerle işbirliğinden, ailesinin kökeninin tahkirine kadar değişen bir tayf içerisinde akıl almaz karalamalarla saldırılmaktadır. Hukuk dahi bu iğrenç tecavüze alet edilmek istenmiştir. Türk ordusunun komutanları, birkaç zavallının sözleriyle heyecanlanıp akıl dışı işler yapacak kişiler değildirler. Öyle olmadıkları için omuzlarındaki rütbeler kendilerine verilmiştir. Ancak son zamanlarda yapılan pespaye hücumlar, millete hesap vermek zorunda oldukları için, onlar açısından sükuneti imkânsız hale getirmiştir. Ülkemizi ve halkımızı alenen tehlikeye atan bu düşman karşısında, yalnızca ilkede olsa bile, düşündüklerini halklarına demokrasi gereği anlatmak zorundadırlar. İşte bu amaçla yaptıkları ve görevleri gereği de yapmak zorunda oldukları konuşmalar, o konuşmaları kaçınılmaz hale getiren şer odaklarınca derhal askerin görev tanımının dışına taştığı şekilde dört bir yana lanse edilecektir. O masum, içten ve görev gereği yapılan konuşmalar, malum yurtdışı merkezlere şikâyet edilmekle kalmayacak, hatta askerin kendi içinde birbirine düştüğü gibi pek alçakça, gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan yorumlara da maruz kalacaktır. Tüm bu velvele ve yorumların gerçek amacı ise askeri hakikaten birbirine düşürmek ve yıpratmaktır. Türk ordusu tarihte hiçbir zaman silahla yenilmemiştir. Ama içinden kemirilebilmiş ve etkisizleştirilebilmiştir. Bunun örneklerini Türk edebiyatının ilk yazılı ürünü olan Kül Tigin anıtında Bilge Kağan (732), Gençliğe Hitabe ile biten Nutuk’unda da Atatürk (1927) tüm Türk ulusuna haykırmıştır. İçinden geçmekte olduğumuz şu kara günlerde bizlere düşen, kendi emniyetimiz için bağrımızdan çıkardığımız yüce ordumuza yönelen her alçakça saldırıyı milletçe göğüslemek ve bu saldırıların sahiplerini (kim olurlarsa olsunlar!) tarihin çöp sepetine atmaktır. Bizlerin rahatı ve emniyeti için yaşamlarını vermeye yeminli olan komutanlarımızdan erlerimize kadar tüm ordumuz bizim için kutsaldır. Herkes bilmelidir ki, icap ettiği anda ordu vatanını ve ulusunu içte ve dışta ayrımı yapmadan koruyacaktır ve bunun için halkı dışında hiç kimseden, hiçbir belgeden, hiçbir mevkiden icazete gerek duymayacaktır. Bunu biz ulusça daha önce de yaptık: Hafızasını tazelemek isteyenler hem Bilge Kağan’ın Yoluğ Tigin’e yazdırdıklarına hem de Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sine bir kez daha baksınlar. İki hitap arasındaki 12 asra rağmen Türk ulusunun kendisini koruma azminde hiçbir şeyin değişmediğini göreceklerdir. Bunun bugün de böyle olduğundan şüphe etmek aymazlığına aman kimse düşmesin. CUMHURİYET’TEN OKURLARA İBRAHİM YILDIZ Çarşamba’yı Sel Almadan 30 Ağustos’ta görevi teslim alan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’lü dönemden farklı bir tablo çizileceğini gösterdi. Ilımlı bir politika izleyen Özkök Paşa, toplumun bir bölümünden eleştiri almıştı. Büyükanıt, göreve başladığı 10 gün içerisinde yaptığı çıkışlarla dikkat çekti. Lübnan, Afganistan ve şehit aileleri ile ilgili açıklamaları, sözünü esirgemediğini gösteriyor. İşte Başbakan’a karşı Büyükanıt’ın sözleri. Erdoğan: Lübnan’da analar, çocuklar şehit olurken sorumluluklarımızdan geri durmak, milletimizin menfaatlarına ihanet olacaktı. Büyükanıt: Biz Lübnan’a gitmedik. Gönderildik. Silahsızlandırma yapmayız. Erdoğan: NATO, Afganistan’da Taliban’la savaşmak için asker istemedi. Büyükanıt: NATO bizden Taliban’la savaşmak için ek kuvvet talebinde bulundu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden tek bir asker bile savaşmak için Afganistan’a gidemez. Erdoğan: Komutanın yakasına yapıştılar. Telefonda aynı durumla karşılaşırsam bunları mı dinleyeceğim? Büyükanıt: Tepkilerinin başımızın üzerinde yeri var. Ne derlerse desinler, ellerini, yanaklarını öperim... İzmir’in kurtuluşu Milli Kurtuluş Savaşımız bir destandır. 9 Eylül 1922 sıradan bir gün, yalnız bir kentin kurtuluş günü değildir. İzmir’in kurtuluşu, bir ulusun özgürlük ve bağımsızlığının da kesinleştirilmesidir. İzmir, bağımsızlığımızı dünyaya duyuran simge bir kent olmuştur. ‘‘Dünyaya pek çok savaş yaşatıldı, yaşatılıyor. Savaşın ne olduğunu bilenler, bütün savaşları acı ve hüzünle anımsar. Çünkü hiçbir savaş, mutluluk getirmez. Ama Kurtuluş Savaşımızın, dünya tarihinde çok özel bir yeri vardır. Bu özel yer, onu sıradan bir savaş olmaktan çıkarır. Biz, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının çevresinde toplanarak, ülkesinin bağımsızlığı için savaşan ve kazanan bir halkın çocuklarıyız. Dünyada hiçbir savaş, bu kadar haklı bir gerekçe için yapılmamıştır. Emperyalizmin dişlerinden bir ülkeyi kurtarmak ve sonrasında yepyeni bir milat yaratmak için ortaya koyduğumuz direniş, mazlum halklar için de umut ve örnek oluşturmuştur...’’ Yukarıdaki paragraf, 9 Eylül Cumartesi günü gazetemizle birlikte verdiğimiz dergiden alınmıştır. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, derginin önsözünde 9 Eylül’ün 84. yıldönümünü bu tümcelerle anlatıyor... Kuşekâğıdına basılı tarihi fotoğrafların yer aldığı 68 sayfalık İzmir’in kurtuluşunu anlatan bu çalışmadan dolayı okurlarımızın övgü dolu sözleri santralımızı kilitledi. 9 Eylül ekini bulamayanlar, gazetemizi ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni arayabilirler. Camide linç Nakşibendi tarikatı camisi olarak bilinen İsmailağa Camisi’nin emekli imamı Bayram Ali Öztürk’ün Mustafa Erdal adlı bir kişi tarafından öldürülmesi, ardından Erdal’ın cemaat üyelerince linç edilmesi, dikkatleri Fatih Çarşamba’ya çekti. İsmailağa Camisi’nde işlenen cinayetler ve camilerin tarikatların yuvası haline geldiği yolundaki haberler üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı harekete geçerek önlemler alınacağını açıkladı. Olay irdelendikçe cemaatin kirli yüzü de ortaya çıkmaya başladı. Tarikat lideri Mahmut Ustaosmanoğlu hakkında açılan soruşturma ve sonrasındaki gelişmeler, çete bağlantılarına dek uzanıyor. Şimdi, asıl soru Çarşamba semtiyle ilgili. Burada örgütlenen tarikatlar yeni mi ortaya çıktı? Yıllardır bilinen ‘‘kurtarılmış Çarşamba semti’’ için savcılar, Emniyet, Diyanet ne yaptı? Kim ya da kimler ‘‘kurtarılmış Çarşamba semti’’nde yuvalanan tarikatı koruyor? Yoksa, ülke topyekun ‘‘Çarşamba’’ mı oldu? İyi haftalar... CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear