28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 26 MAYIS 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Laik Rejimimize İğrenç Saldırılar Birkaç şeriatçı, çirkin saldırılara başladı. İlk saldırılar Cumhuriyet gazetesine yöneltildi. Bu, kuşkusuz bir tesadüf değildi. Cumhuriyet, Atatürk tarafından Cumhuriyetimizin kurulduğu günden beri laik, demokratik rejimimize sahip çıkmıştı. Bugün de bu ilkeleri aynı duygularla savunuyordu. Bu nedenle de daima laik, demokratik Cumhuriyetimize yöneltilen bütün saldırıların odak noktası olmuştu. PENCERE Durum Saptaması!.. Bir gazete var.. Adı: Vakit!.. (Akit ya da Vakit) Avukat Ali Günday, Vakit’in 1995’te hedefi olmuş.. Neden?.. Çünkü Ali Günday, Baro Başkanı olarak Gümüşhane’de türbanlı avukatların duruşmalara girmesini engelleyen karara imza atmış... Ve Ali Günday türbanı yasakladığı gerekçesiyle öldürülmüş... Akit gazetesi 13 Mayıs 1999’da Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafının üzerine çarpı işareti çekerek yayımlamış; üzerine de ‘‘Yuh pişkin zorba’’ diye başlık atmış... Akit (ya da Vakit) Ahmet Taner Kışlalı için şu yayını yapmış: ‘‘Zorba Kemalist gemi azıya aldı, halkı köpeğe benzetti.’’ Kışlalı yapılan haberlerden ve yayınlardan 5 ay sonra 21 Ekim 1999’da öldürülmüş... ? Emre Kongar, İdris Adil’in internetteki sitesinde verdiği yukardaki bilgileri dün Cumhuriyet’teki ‘‘Medya Notu’’ köşesinde yayımlamıştı... Vakit koleksiyonları üzerinde yapılacak bir inceleme kim bilir daha ne kanıtlar ortaya çıkaracaktır. Bu gazete daha önce Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) yaptığı için Almanya’da kapatılmış!.. Vakit gazetesi Cumhuriyet’in azılı bir düşmanıdır, yaptığı sürekli yayınlarla Cumhuriyet’i, yazarlarını, çizerlerini hedef göstermektedir... Cumhuriyet üst üste üç kez bombalandı... ? Vakit gazetesi türbana ilişkin karar veren Danıştay 2’nci Dairesi üyelerinin fotoğraflarını yayımlayıp altına şu tümceyi yazmıştı: ‘‘İşte o üyeler!..’’ Cumhuriyet’i üç kez bombalayanların arasında bulunan avukat Alparslan Arslan, Danıştay 2’nci Dairesi’nin yüksek yargıçlarını kurşun yağmuruna tutmuştur... Sonuç: Bir şehit, dört yaralı!.. Gazetelerin yazdığına göre katil avukat Alparslan Arslan sorgulamada şunları söylemiştir: ‘‘ Vakit gazetesinden kesip cebime koyduğum (Danıştay üyelerinin) resimlerine her bakışımda kızarak eylemi planladım...’’ ? AKP Hükümeti’nin Başbakan Yardımcılığı koltuğunda oturan Mehmet Ali Şahin, Cumhuriyet’in bombalanması ve Danıştay’ın kurşunlanması üzerine şu açıklamayı yapmıştır: ‘‘ Vakit neyse, diğer uçta Cumhuriyet gazetesi o!..’’ ? Mehmet Ali Şahin’e diyecek bir şey yok!.. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP yöneticileri şirazeden çıkmış görünüyorlar... Bu yazıyı AKP Hükümeti’nden bir umudumuz olduğu için yazmadım, yalnız durum saptaması yaptım, belge olsun diye kaleme aldım... Ege Yunan Denizi mi? İT DALAŞI bile değil; düpedüz düşürme girişimi. Resmi açıklamasıyla da doğrulandı ki, Yunan pilot, tehlikeli manevralarla, açık denizin uluslararası hava sahasından Türk uçağını kovmaya çalışmış. Üstelik, Ege de değil, Akdeniz’de. Çünkü, çok taraflı uygulamalarla da kabul edilir ki, iki denizi birbirinden ayıran çizgi, Rodos’un güney ucundan Girit’in batı ucuna uzanır. Olay, bu çizginin de 37 deniz mili, yani altmış küsur kilometre güneyinde olmuşa benziyor. Yunanistan’ın hiçbir şekilde hak iddia edemeyeceği bir alan. aldı ki, Yunanistan bu konularda dünyada tek kalan acayip bir başka uygulamayı da sürdürüp durur: Onların hava sahası, genel uygulamadan farklıdır: Altı deniz millik karasularının üzerinden diklemesine uzanan bir çizgiyle belirlenmez; kıyıdan on deniz millik bir açıklığa kadar uzanır. Başka bir deyişle, Yunan kıtasının ve adalarının üzerinde on mil açığa doğru genişleyen bir hunidir hava sahası. Ne yazık ki, 1913’te Balkan Savaşları’yla başlayan ve sonradan çeşitli metinlerle sürdürülen bu uygulamaya Türkiye uzun yıllar boyunca itiraz etmemiştir. Ankara’nın ancak Kıbrıs gerilimiyle gündeme getirdiği bu konuda Atina hep ‘‘Daha önce itiraz etmediğinize göre uygulamayı kabul etmiş sayılırsınız’’ der durur. Pek de haksız sayılmaz. Tıpkı, onlar Ege’deki karasularını daha 1936’da 6 mile çıkarınca tepki vermeyen Türkiye’nin aynı genişletmeyi ancak ta 1964’te akıl edişi gibi. ‘‘Türkün aklı sonradan gelir’’ sözünü bize yakıştıran yine biz değil miyiz? ma, bir araya getirildiğinde ‘‘Ege Yunan denizidir ve Atina bu denizde her istediğini yapıp dünyaya da kabul ettirir’’ anlamına gelen bütün bu uygulamalara kesin son verme zamanı artık gelmiştir. Türk uçağının düşürüldüğü son olayda Ankara’nın, ölen pilot için üzüntü belirtmekle birlikte, Atina’dan ağır tazminat istemiyle işe başlayarak. Şu duruma bakın: Sivil uçaklar için ‘‘uçuş bildirişim bölgesi’’ demek olan ‘‘FIR hattı’’ konusu bile Yunanistan’ca bir egemenlik sorununa dönüştürülmüş ve o ülkenin hava kuvvetleri Türk kıyılarının hemen batısından başlayan bütün bir hava sahasında ‘‘ali kıran baş kesen’’ kesilmiştir. Zaten deniz ulaşımındaki ihmalleri yüzünden Ege’yi kullanamamış bir Türkiye bir de bu uygulamalara kesinlikle son vermezse, Yunan iddialarını benimsemiş sayılmaz mı? Bizim ‘‘Kurtuluş Savaşı’’ dediğimiz kapışmanın Yunan yazarlarınca ‘‘İçdenizin Öbür Yakasındaki İyonya’yı Türklerden Kurtarma Savaşı’’ sayıldığını niçin bu kadar çabuk unutmaktayız? SACİT SOMEL Emekli Elçi K C umhuriyet gazetesine atılan bombalar ve bu bombaların ardından Danıştay’a yöneltilen saldırı birdenbire gelmedi. Hayli zamandan beri laik, demokratik rejimimizi savunan aydınlarımıza ve kurumlarımıza karşı tahrikler yapılıyor, suikastlar düzenleniyor, faili meçhul cinayetler işleniyordu. Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra bu tahrikler ve saldırılar yeni bir ivme kazanmıştı. Okullarda, üniversitelerde ve diğer yerlerde laik yurttaşlara sopalarla ve satırlarla hücum ediliyor, fakat devletin değil, hükümetin bir organı haline getirilen polis, saldırganlara bir şey yapamıyordu. Hükümet, hukuk devletini tamamen rafa kaldırmış, şeriat rejiminin bir an önce kurulabilmesi için devlet dairelerinin büyük bir kısmını kendi kadrolarıyla doldurmuş, adaleti de büyük ölçüde etkisi altına almıştı. Laik, demokratik rejimimizi korumak için yasalarımızı ileri süren makamlarımız, artık “milli iradeye saygısızlıkla” suçlanır hale gelmişlerdi. Ülkemize yeni bir nizamın getirileceği, yöneticilerimizin başına tufanlar, şimşekler yağsa dahi bundan vazgeçilemeyeceği söyleniyordu. “Bu ülke ne çekti ise Atatürk’ten çekti” denerek Atatürk kötüleniyor, Atatürk’ü ve eserini gözden düşürebilmek için Cumhuriyetimizin kurucusu aleyhine çok çirkin hikâyeler uyduruluyor, hain Vahdettin bile birtakım şayialarla “milli kahraman” haline getiriliyordu. Başbakanımızın başdanışmanı, artık laik rejimin yerini şeriat devletine bırakması zamanının geldiğini söylemekten çekinmemişti. Böyle bir düşüncenin ileri sürülmesi dahi anayasamızın 4. maddesine göre suç iken ve cezalandırılması gerekirken danışmanın kılına bile dokunulmamıştı. Şeriatçı hocalarla diğer gerici kesimler tarafından girişilen bu kesif propaganda, elbette etkisiz kalamazdı. Ülkemiz 31 Mart Vakası’ndan önceki günlere benzer hale gelmişti. Birkaç şeriatçı, çirkin saldırılara başladı. İlk saldırılar Cumhuriyet gazetesine yöneltildi. Bu, kuşkusuz bir tesadüf değildi. Cumhuriyet, Atatürk tarafından Cumhuri yetimizin kurulduğu günden beri laik, demokratik rejimimize sahip çıkmıştı. Bugün de bu ilkeleri aynı duygularla savunuyordu. Bu nedenle de daima laik, demokratik Cumhuriyetimize yöneltilen bütün saldırıların odak noktası olmuştu. Türk toplumunun gözünde Cumhuriyetimizin ilk günlerine kadar uzanan bir kutsallığı vardı. Bu nedenle, Türk toplumu, velev koyu bir şeriatçı da olsa, Başbakanımızın bu kadar alçakça bir saldırıyı lanetleyeceğini umuyordu. AB Komisyonu bile saldırıyı öğrenir öğrenmez lanetlemiş ve “Eylemleri yapanların adalet önüne çıkarılmalarını umuyoruz” demişti. Oysa Sayın Erdoğan saldırıları kınamadı. Bu suretle adeta daha sonraki saldırılara yeşil ışık yakmış oldu. Nitekim ikinci saldırı gelmekte gecikmedi. Bu kez “Allah adına, türban için...” diye bir Danıştay üyesi öldürüldü, dört üye de yaralarla kurtuldu. Katilin bu sözleri, cinayeti, yıllardan beri Başbakanımız tarafından ısrarla tekrarlanan türbanın İslamın gereği olduğuna ilişkin sözlerinden etkilenerek işlediğini gösteriyordu. Halkımızın tepkisi çok kuvvetli oldu. Televizyon haberlerinden öğrendiğimize göre öldürülen Danıştay üyesinin cenazesine gelen hükümet üyeleri polisin himayesiyle saldırıdan kurtulmuşlar. Umudumuz Başbakanın bu durumdan gereken dersi alması ve tuttuğu yanlış yoldan dönmesidir. Aksi halde yurdumuzun “Otuz Bir Martlar” yaşaması kaçınılmaz olacaktır. A Yanlış Adamlar Doğru Yerlerde Ülkemizin yönetiminde uzun yıllardır yanlış adamlar doğru yerlerde yuvalanmışlar; kamu yönetimini habis bir ur gibi sarmışlardı. Toplum, sonunda bunun bedelini, en temel kurumlarından olan yargıya yönelik bu hain ve alçakça saldırıyla, üstelik en değerli beyinlerini kurban vererek ödüyordu. dudağından çıkan kurşunlarla yaralandılar. Başkan Mustafa Birden ise, iki kurşunla mide ve karaciğerinden vuruldu; dalağı alındı. Yaşıyor olmaları büyük şanstı. Aslında katliam göz göre göre yapılmıştı. En büyük sorumlu, işlerine gelmeyen her karardan sonra yargıyı suçlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik temel niteliği gereği, hukuksal olarak izin verilmesine olanak bulunmayan türban konusunu sürekli kaşıyan siyasilerdi. Buna bağnaz bir gazetenin, karar sonrası; ‘‘İşte o üyeler’’ başlığıyla, Danıştay İkinci Dairesi’nin başkan ve üyelerini hedef göstermesi eklenince, azılı bir eylemci, bir terörist olduğu anlaşılan katilin sapık ruhu, dogmatik kafası açısından eylemin adresi belliydi. Ancak irtica kaynaklı hemen her eylemde baş aktörlerden olduğu, gazetelerdeki boy boy fotoğraflardan anlaşılan katilin, Cumhuriyet gazetesine yönelik, beş gün içindeki üçüncü bombalama eylemini gerçekleştirmesine karşın yakalanmayışı nasıl açıklanabilirdi? Aynı biçimde başkan Mustafa Birden’in açık açık hedef gösterilmesine, üstelik kendisinin de yazılı isteğine karşın çağırma üzerine koruma verilişi; yani korunmayışı, yalnızca beceriksizlik ve aymazlıkla açıklanabilecek bir olgu değildi. Çünkü ülkemizin yönetiminde uzun yıllardır yanlış adamlar doğru yerlerde yuvalanmışlar; kamu yönetimini habis bir ur gibi sarmışlardı. Toplum, sonunda bunun bedelini, en temel kurumlarından olan yargıya yönelik bu hain ve alçakça saldırıyla, üstelik en değerli beyinlerini kurban vererek ödüyordu. 19 Mayıs günü, başkan Mustafa Birden yoğun bakımdaydı. Eşi ve oğluna geçmiş olsun ziyaretinde bulunanlarca; her kurşunun Mustafa Birden ve arkadaşlarından öte, tüm hâkimlere, yargıya ve Cumhuriyete sıkıldığı, yoğun bakım ünitesinde açılan deftere yazılmıştı. Şehit Mustafa Yücel Özbilgin’in evinde ise, iki oğlu, onur ve vakar içinde acılarını taşıyorlardı. Kocatepe Camisi’ndeki cenaze namazına ve İçişleri Bakanlığı’yla, Danıştay’daki törenlere katılamayan Başbakan, eşiyle birlikte; akşamüstü başsağlığı ziyaretine gelecekti. Annelerinin tansiyonu on altılara, yirmilere çıkmıştı. Devlet terbiyesi almış bir aile olarak tercihleri, tepkilerini susarak göstermekti. Oysa şu soruları sormanın belki de tam zamanıydı: Türban konusunun gündemde tutulması ve beğenilmeyen kararlardan sonra yargıya saldırma alışkanlığı bundan sonra da sürdürülecek miydi? Sorular yalın olmasına karşın, verilecek yanıtlar Cumhuriyete ve akabilecek nice kana, verilecek başka canlara mal olabilecek denli önemliydi. Olay sonrasındaki gelişmeler karşısında ders çıkarılmadığı anlaşıldığından, yanıttan pek umut yoktu. Üstelik yargı çevresinden de güçlü bir tepkiye fırsat verilmemişti. Çünkü Türkiye Cumhuriyet’inde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer gibi örnekler dışında, kamu yönetiminde yanlış adamlar doğru yerlerdeydi. Karşıdevrimin güçlenmesinin temel nedenlerinden biri buydu. Fakat bu hain saldırıya gösterilen tepkilerde umut verebilecek bir şey de vardı. Gün boyu düzenlenen törenlerde kadınlar çoğunluktaydı; sesleri erkeklerden daha gür çıkıyordu ve kararlıydılar. Üstelik Danıştay’ın başında Sumru Çörtoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin başındaysa Tülay Tuğcu vardı. Kadınlar; Atatürk’ün kadınları, doğru yerlerdeydi. Karamsarlığa yer yoktu. Büyük ateşleri de yakan, kıvılcımlar değil miydi? Eray KARINCA 1 7 Mayıs 1977’de, Aydın’ın Ortaklar Öğretmen Lisesi öğrencilerinin yatakhanesini bir grup zorba, gece yarısı bastı. Uyumakta olan öğrenciler, yataklarından kaldırılıp tuhaf sorular sorulduktan sonra, demir sopalarla başlarına vurulup dövülerek, sabaha dek, içi dize kadar suyla dolu banyo ya hapsedildi. Öğrencilerin çoğu gibi bu satırların yazarı da ne sorulanları ne de bu zorbalığın nedenini anlayamadı. 29 yıl sonra, yine bir 17 Mayıs günü şeriatçı, dinci, ülkücü kırması bir zorba; elinde silahla, Danıştay’ın beşinci katına çıkarak toplantı halindeki İkinci Daire üyelerini, türban konusundaki bir kararından ötürü, ‘‘Allahüekber, sizi türban kararınızdan ötürü cezalandırıyorum. Ben Allah’ın askeriyim’’ diyerek katletti. Üyelerden Mustafa Yücel Özbilgin şehit oldu; Ayla Gönenç bileğinden, Ayfer Özdemir kolundan ve göğsünden, tetkik hâkimi Ahmet Çobanoğlu ise çenesinden girip dişlerini parçalayarak ŞİŞLİ BELEDİYESİ SENFONİ ORKESTRASI BAHAR KONSERİ Şef : Sera Tokay Solist: Gülsin Onay Atatürk Kültür Merkezi Konser Salonu 26 Mayıs Salı Saat: 20.00 PROGRAM: Prokofiev: Romeo ve Juliet, Suite No:2 Montagues et Capulets Şostakoviç: Film Müzikleri: Eli Silahlı Adam Film Gösterimi: EKİM, Ayzenştayn Mozart: Piyano Konçertosu, No:12 Schumann: Senfoni, No:4 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear