24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 3 ARALIK 2006 PAZAR 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Resim sanatımızın önemli kayıplarından olan sanatçının sanat anlayışının olmazsa olmazı dürüstlüktü SANATA BAKIŞ SELMİ ANDAK Duran Karaca’nın ardından KAYA ÖZSEZGİN Macbeth ile İnsan Ego’su Dünyanın kültürde, sanatta, felsefede, düşüncede iki usta yaratıcısının birleştiği bir sahne başyapıtı: Macbeth... Bir yanda Giuseppe Verdi, öte yanda William Shakespeare birbirlerinden yaratımlarıyla etkileniyorlar!?.. Ve dünya çapında bir opera sahneyi dolduruyor... Ne zaman, Verdi’nin yaşamı 18131901 yıllarında. Shakespeare’in yaşamı ise 15641616 yıllarını kapsamış... “Macbeth Operası”nın dünyanın sayılı sanat ülkelerinde ve özellikle yurdumuzda oynanmış olmasının önemi ve değeri konusunda bu köşemizin sınırı içinde kısaca yorum yapmadan önce, günümüzde izlediğimiz sahneleniş olayı için İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nün 20062007 sezonu içeriğinde müdür ve sanat yönetmeni Kerim Soysal’ın “Macbeth” için yazılı açıklamasından bazı bölümleri aktarmayı yararlı buldum: “Değerli sanatseverler, Macbeth, W. Shakespeare’in olgunluk çağına geçiş döneminin ilk eseridir. İktidar hırsından doğan bir güç kavgasını, suçluluk duygusunun boyutlarını yansıtan bu politik dramı, yaşadığı dönemde yaygın olan batıl inançlar çerçevesinde işlemiştir. Verdi ise Shakespeare’e olan saygısı ve hayranlığı dolayısıyla yaratıcılığını ilk kez bu eserle ön plana çıkartarak adeta bir rejisör gibi çalışmış, opera tekniğine uygun düzenlemelerde bulunmuştur. Benlik duygusunun ön plana çıkıp egolarının tutsağındaki insanların dünyasının yoğun negatif ortamını yorumlamak oldukça güçtür. Bizleri insan haline getiren yüzlerce fonksiyonumuz var... Düşüncede amaç çok önemlidir... Saplantılar, bilinçli düşünüp doğru karar vermemizi önler...” önsözü ile Sayın Kerim Soysal, “Macbeth” operasının sahnelenmesi için yayımlanan geniş program sergisinde böyle seslenmişti. Dünyada “Macbeth”in ilk gösterimi 14 Mart 1847 tarihinde yapılmıştı. Bu önemli sanat olayını hatalı ya da eksik algılamamak için, bu köşede bir hatırlatma yapayım: Günümüzde izlediğimiz “Macbeth” operası sekizincisi sayılır. Şöyle ki, 1672 yılında İngiltere’de 1.’si, 1780 yılında Berlin’de 2.’si, 1784 yılında Hamburg’da 3.’sü, 1795 yılında Münih’te 4.’sü, 1817 yılında Dresden’de 5.’si, 1827 yılında Paris Krallık Müzik Akademisi’nde 6.’sı, 1840 yılında Düsseldorf’ta Immermann Tiyatrosu’nda 7.’si ve 1847 yılında Dresden’de Floransa’da sahneye konan ve dünya lirik opera repertuvarına giren, özellikle müziğini Verdi’nin bestelediği “Macbeth”in, bir Alman operası olarak sahnelenmiş olması daha doğru sayılmaz mı? Siz bilirsiniz! Gelelim yurdumuza: “Macbeth” operası ilk olarak, İstanbul Belediyesi Şehir Operası döneminde 19641965 mevsiminde Tepebaşı Dram Tiyatrosu sahnesinde oynanmıştır... Bu gerçek sanat olayının başlıca ustaları Türkiye’ye uluslararası değer kazandıran Aydın Gün, Muhiddin Sadak, Rezzan Abidinoğlu, Duygu Sağıroğlu, Osman Şengezer, Acar Başkut, Selçuk Borak, Gökçen Koray ve saymakla bitmez ustalar ile birlikte bir “kahraman” unvanıyla onur sahibi, değişmez sahne koyucu ve reji öncüsü Yekta Kara’yı her başarısında olduğu gibi “Macbeth”te de candan alkışlarız. Emeği sonsuzlara ulaşan ışık ustası Ahmet Defne’yi de kimse unutamaz... Adını herhangi bir nedenle duymuş olup da resimlerini görmemiş olanlara Duran Karaca’yı anlatmak, hele de bu resimlerin bütün olağan benzeşimlerden uzakta kalmaya neredeyse ahdetmiş bir yapı sağlamlığı üzerine kurulu olduğundan söz etmek neyi çözümleyecek? Ama daha da önemli bir şey var: Sanatçı Duran Karaca ile insan Duran Karaca, belki pek az sanatçıda tanık olduğumuz biçimde, birbiriyle örtüşen, birbirini haklı gösteren tekil bir portre çizer; bu portreyi yakından tanımadıkça, onu anlamak mümkün değildir. Burada anlamayı, her sanatçı için geçerli olabilecek ilişki bağlamında düşünmüyorum. İlkelerinden ödün vermedi ? Duran Karaca, 1990’lı yılların başlarına kadar sürdürdüğü bu dönem çalışmalarında, yöresel içerikli anlayışı tekdüzeliğe sürükleyen tehlikelerden uzak tutmayı başarmıştı. Çukurova’nın “sarı sıcak” yaşamını yansıtan ve renkçiliği, bu tür resmin yapısal bütünlüğü içinde ileri düzeylere taşıyan bir sanatçı tutarlılığı, Duran’ın en dikkate değer özelliğidir. dürüstlük, salt Duran’a özgü sanat anlayışının olmazsa olmaz bileşeniydi. Kendi içine kapalı olmak biçiminde algılanmamalıdır böyle bir tutum. Haklı ya da haksız, çevresindeki insanlara kuşkuyla bakarak, güvenilir ya da namuslu olanlarla olmayanlar arasına kesin sınırlar koyarak, sanatsal anlamda dürüstlüğü de bu sınırlar kapsamında düşünerek yaşadı Duran Karaca; bu görüşünden ödün vermemeyi ilke edindi. Yanıldığı da oldu elbet, ama doğru bildiği yoldan sapmamakta kararlı davranması, resmine de istikrarlı bir yol haritası çizmiştir. Son yıllarda bu yol haritasının biraz değişikliğe uğradığı söylenebilirse de nirengi noktalarından fazla bir sapma olmamıştır. 1971’de TRT’nin görsel sanatlar dalındaki ödüllerinden birini kazanan resmi, onun o dönemdeki sergilerinde başarıyla sürdürdüğü konu ve anlatım birlikteliğinin pekişmiş ilk örneklerinden biridir. Duran Karaca, 1990’lı yılların başlarına kadar sürdürdüğü bu dönem çalışmalarında, yöresel içerikli anlayışı tekdüzeliğe sürükleyen tehlikelerden uzak tutmayı başarmıştı. Çukurova’nın “sarı sıcak” yaşamını yansıtan ve renkçiliği, bu tür resmin yapısal bütünlüğü içinde ileri düzeylere taşıyan bir sanatçı tutarlılığı, Duran’ın en dikkate değer özelliğidir. Güncel gelişmelerin sapla samanı karıştıran gürültüleri arasında boğuntuya gelmiştir bu resimler. Yeteri kadar ve gerektiği gibi üzerinde durulmamıştır. Hele İstanbul, Ankara’ya mesafeli yaklaşan bakışı nedeniyle olsa gerek, Duran Karaca ismine yabancı kalmıştır. Aslında Duran da böyle bir yabancılaşmayı kırmakta yeterince istekli davranmamış, hep Anka ralı, ama gene de bilinmeyen ya da pek az bilinen bir sanatçı olarak kalmaktan gocunmamıştır. Bu tutum, onun, çok kimse tarafından içine kapalı (mizantrop) bir insan olarak bilinmesinden kaynaklanıyor olsa da, bugün arayış içindeki galerilerin Duran Karaca’ya sahip çıkma konusunda tembel davranmalarını haklı göstermez kuşkusuz. Eski bir dostumdu Doğup büyüdüğü ve yaşamı boyunca da bağlarını kesmediği yöre (Çukurova), Duran için, resimlerine tükenmeyecek malzeme oluşturmanın ötesinde, var olmanın da gerekçesiydi. CeyhanAnkara hattı üzerinde biçimlenen bir kişilik profili düşünün, bu profil, söz konusu hattın dışında kendisi için başka bir yaşam alanının bulunabileceği ihtimalini aklından bile geçirmemeyi bir “dürüstlük” işareti saymıştır. Bu anlamda Benim eski bir dostumdu Duran; onunla paylaştığımız pek çok anımız var. Ağır yürüyüşü, kendini kaptırdığı konularda karşısındakine konuşma fırsatı vermeyen huysuz tavırları, çevresindeki kişilerle ilgili zamanla kemikleşmiş saplantıları, etkilere kapalı olmayı sanatsal tutarlılığın önkoşullarından biri olarak gören katı yaklaşımı, defterinden sildiğini söylediği kişiler üzerine “dobra dobra” konuşmayı erdem sayan tavrı, Duran’ı kendisi yapan özelliklerinden birkaçıydı. Ama çehresine bir etiket gibi yapışan kalın kaşları altındaki bakışlarının yalansız dolansız Anadolu insanına özgü sıcaklığı gizlemediğine, onu yakından tanıyanlar hep tanık olmuşlardır. Duran Karaca, resim sanatımızın önemli kayıpları arasında hep anılacaktır. Amerikalı yönetmen, yapımcı ve senarist Robert Altman ile Fransız oyuncu Philippe Noiret yaşamını yitirdi Dünya sinemasının iki önemli kaybı ASLI SELÇUK Dünya sineması iki seçkin insanını, Robert Altman’la (81) Philippe Noiret’yi (76) yitirdi. Amerikalı yönetmenyapımcısenarist Altman, 1947’den günümüze dek yaptığı değişik türlerdeki filmleriyle Amerikan kültürüne, mitlerine, prototiplerine eleştirel yaklaşan zeki bir gözdü. Birçok belgesel, dizi yöneten sinemacı kendi şirketini kurduktan sonra bağımsız yapımlarını üretti, savaş karşıtı kara komedisi MASH (Cephede Eğlence/1970) ile Altın Palmiye, senaryo Oscar’ını aldı. Filmin gişe getirisini gören stüdyolar ona kapılarını açtılar ama o bağımsızlığından vazgeçmeyerek tecimsel Hollywood’la arasına kesin ayrımını koydu. Altman’ın filmleri kaynakça oldu Robert Altman (solda), 1947’den günümüze dek yaptığı değişik türlerdeki filmleriyle Amerikan kültürüne, mitlerine, prototiplerine eleştirel yaklaşan zeki bir gözdü. Tavernier, Philippe Noiret’nin (sağda) oyunculuğunu “Her sosyal konumda çok inandırıcı” diye tanımlamıştı. man, düşman bir çevrede kişiliklerini koruyan insanları anlattı, filmlerinde lirizm, gerçekçilik, politiksosyal taşlama, düş ve mitoloji iç içeydi. Olayları fragmanlar halinde anlatıp etkili sona gitmeyi seven usta, sinema tarihine Nashville (1975), Buffalo Bill ve Kızılderililer (1976), Üç Kadın (1977), Bir Düğün (1978), Come Back to the Five and Dime Jimmy Dean (1982), Oyuncu (1992), Short Cuts (1993) gibi yetkin çalışmalar bıraktı. Herkes için bir okul sayılan yönetmenin setinde olmak amacıyla ünlü yıldızlar kuyruğa girerdi. Deneysel biçemi, minimalist durumlara mekânla yaklaşımı, doğaçlama yöntemi, anlatımının keskinliği, vuruculuğu bizi insanın değişkenliğiyle, kararsızlığıyla yüzleştirdi. Ardında etkileyici 86 film, TV filmi, 37 senaryo bırakan Robert Altman ABD’nin sürekli canlı ve sert bir portresini çizdi. Fransız sinemasının yakışıklı olmayan ama karizmasıyla jönleri geride bırakan karakter oyuncusu Philippe Noiret, öğrenim yaşamında başarılı olamayınca tiyatroya yöneldi, ünlü Theatre Nationale Populaire’de Gerard Philippe’le sahne aldı, oyuncu eşi Monique Chaumette’le tanıştı. Sinemaya Agnes Varda’nın La Pointe Courte’u (1956) ile giren Noiret, Zazie Metroda’ki (L.Malle/1960) mutsuz amca rolüyle dikkatleri çekti. Altmışların sonunda Hollywood’da Alfred Hitch cock (Topaz) ve George Cukor’la (Justine) çalıştı. Fransa’ya dönünce düşlerle dolu bir köylüyü canlandırdığı Alexandre le Bienheureux (Mutlu Alexandre/1967) ile ülke çapında ünlendi.Yetmişlerde Bertrand Tavernier ile 8 film yapan oyuncu, yönetmenin Saint Paul Saatçisi (1973), Yargıç ve Katil (1976), Aslolan Yaşamdır (1990) çalışmalarında unutulmaz yorumlar sundu. Tavernier, Noiret’nin oyunculuğunu “Her sosyal konumda çok inandırıcı” diye tanımlamıştı. Noiret, sinemanın baronuydu Altmışların sonunda ABD’de püritenlik rüzgârları esmeye başlayınca çizdiği yoldan ayrılmayan Altman konformizme karşı durdu. Kendisine bağlı bir ekiple sanatını sürdüren usta, Bağımsız Amerikan Sineması’nın vicdanıydı. Filmleri Amerikan tarihinin vazgeçilmez kaynakçaları oldu, yapıtları geleneksel türlerin yorumları gibiydi, Amerikan yaşamının yansımalarını onun iğneleyici, alaycı, tartışan bakışıyla izledik. Alt İki Cesar ödüllü (Le Vieux Fusil, Aslolan Yaşamdır), tartışmalı rollerin aktörü Noiret soylu kesimden burjuva kocalara, babalara dek uzanan her karakteri başarıyla oynadı. İtalyan film eleştirmeni Aldo Tassone’ye göre o Fransızların Marcello Mastroianni’siydi. “Her rol yeni bir deneyimdir” diyen Noiret, Büyük Tıkınma’da (1973) intiharın eşiğindeki burjuva, Cinema Paradiso’da (Cennet Sineması/1988) Sicilyalı sinema makinisti, Il Postino’da (Postacı/1994) sürgün şair Pablo Neruda olarak hayranlarının belleklerine yerleşti. Les Grands Ducs’te (Büyük Dükler/1997) onu yöneten Patrice Leconte’a göre Philippe Noiret sinemanın baronuydu, oturaklı görüntüsünün ardında çılgın biri saklıydı. CUMHURİYET 14 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear