23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
300CAK1994PAZAR CUMHURİYET2 SAYFA KULTUR GUNDEMDEKIKONU ONATKUTLAR Bir belediye tutuklusunun anılanBelediye'den ödüm kopar. Çünkü yönetmen arkadaşım Ömer Kavur'la ben, yeryüzünde bir belediye tarafından tutuklanan ilk insanlar arasında yer alıyoruz. Evet, yanhş okumadınız, sıkıyönetim. polis, savcı, jandarma falan değil. bir bele- diye tarafından. Bu bakırndan hem Türkiye, hem de ben ve Ömer, Gui- ness kitaplanndan birine girmeye çoktan hak kazanmış bulunuyoruz. Bu ilginç. eğlenceli, esrarlı olayı siz- lere biraz daha aynntılı anlatabilmek için gerilere, 12 Eylül yönetiminin ilk aylanna gitmek zorundayım. Sanınm 1981 yıhnın mart ayında, soğuk, yağmurlu bir gündü. Sevgili AtÜla Alpöge ve arkadaşlannın ço- caklar için oluşturduğu "Uztın Eşek" adlı müzikli. daslı oyunun organizas- yon çalışmalan dolayısıyla rahmetli Egemen Bostancı'nm Şan Müzikbo- lü'nde, sabah erken otunıyordum. Do- kuza ceyrek kala Ömer Kavur, kol- tuğunun altında kocaman ve çerçeveli "Odül Belgesi" ile geldi. Ödül, onun yönetuği, senaryosunu benim yazdığım "Yusuf ile Kenan" filmıne aitti ve bir Avrupa Festivali'nden alınmıştı. Birlikte Ömer'in arabasına bindik ve Sarachane'deki Anakent Belediye binasına doğru yola çıktık. Belediye tktisat Müdürü İhsan Bey'le buluşa- cakuk. Bir ödül belgesini koltuğumüzun altına alarak Belediye'ye yollan- mamızın da oldukça komik bir öykii- sü var. O yıllarda belediyeler, Türk si- nemasını desteklemek için ve bir ha- raç gibi aldıklan riisum'da indirim yapabilmek için oldukça karmaşık bir yol bulmuşlardı. Ödül almış Türk filmleri. baa uyanıklara fırsat verme- mek için. bizzat ödülün kendisi Bele- diye'ye gösterildiği takdirde, daha düşük rüsumla oynatılabilecekti. "Yusuf ile Kenan" o gün Taksim Venüs sinemasında gösterime giri- yordu. Filmin sahibi olan Alfa Film adına Ömer Kavur Belediye Iktisat Müdürlüğü'nden bu indirim belgesi- ni alacaktı. Müdür İhsan Bey'i ben şahsen tanıdığım için, birlikte gelmc- mi istedi. 12 Eylül yöneümi tarafından ata- nan Korgeneral İsmail Hakkı Akan- sel'in başkanı olduğu Belediye'ye. kı- şlaya girer gibi çeşitli kimlik kontrol- lerinden ve aramalardan geçerek gir- âME."RüsHm dâîlkîsinin yanındak» dfi- se girdiğimizde İktisat Müdürü'nün ali al moru mor, sekreteri azarlarken gördük. "Sana kaç kere söyledim, bu iğne sağdan sola değil, yukarıdan aşağı saplanacak. Bana bu yaşımda fırça ye- dirmeye ne hakkınız var?" Sonra bi^j selamladı ve açıklama yaptı: "Efendim, bu işlerie uğraşıyonız" dedi. "Paşa evrakın birbirine iğnelen- mesi konusunda kesin talimat verdi. Kağittar birbirine raptedilirken ufki iğnelenirse eie batıyormuş, yukardan aşağı yapılmalıvmış. Oyle yapı- Imadığmda daire başkanlarmı bile Paşa ağır sözlerle azarlıyor..." "Paşa'nm başka işi jok mu?" dedim gülerek, "Koca betediyenin binlerce sonımı var..." Bezin bir ifadeyle baktı. Sonra sek- reteri gönderdi. Kapıvı kapadı. Fıstldar gibi "Yokr dedi, "Buniarla uğraşıyor." İhsan Bey'in durumu acıkhydı. Ama vaktimiz yoktu. Rüsum indiri- mi kağıdınj öğleden önce almahydık. ömer ödülü açtı. Çaylanmıa yu- dumlayıp durumu anlatmaya baş- lamıştık ki... ...birden kapı bir tekmeyle açıldı. Fırladık yerimizden. Aynı anda içeri dört-beş Thompson'lu asker daldı. Si- labJan ûstümüze çevirip "Kıpırdama- ym!.." diye bağırdılar. Zaten kıpırda- yacak halimız yoktu. Zavallı ihsan Bey kalp krizinden neredeyse gidiyor- du. Askerlerden biri "Burada vatan- daş var mı?" diye bağırdı. Hepimiz vatandaş sayılırdık ama. herhalde iş için gelmiş vatandaşlan kastediyor- ne yakışır kuru bir tonla "Buvrun !" dedi. "Ne istemiştinizr' Ömer şaşkın ve saf bir yüzle cevap verdi: "ödüllü fiJm tarifesi aJa- caktık..." Memur hanım doğal bir hareketle paketi aldı. incelemeye baş- ladı. O anda kapı gene sert bir tek- meyle açıldı. Bu kez elinde taban- casıyla ve savaş üniformasıyla bir binbaşı daldı içeri. Arkasında gene otomatik silahh birkaç asker. Binbaşı kadınlan şöyle bir süzdü. Sonra, "Herkes iğnesini ipliğini çıkarsınT'diyebağırdı. Emrinbır"me- caz" olmayıp gerçekten iğne ve iplik olduğu anlaşıhnca kadın memurlar çekmecelerinden makaralar. torbalar ve iğne yasuklan çıkardılar. "Erkek- ler de!" dive bağırdı binbaşı. Erkek memurlarcfan sadece birinin iğnesi ipliğı vardı. Mahcup bir tavırla çıkanp masanın üstüne koydu. Bin- başı "Araymr diye komut verdi as- aklımı şu iğne iplik meselesine takmıştım. Bunun açıklaması yapı- lamıyordu. Dışarda, koridorda ko- şuşturmalar, emirlerçığhklarduyulu- yordu. Memurlardan biri sürekli felaket sezgilerini dile getiriyordu. "Bizi içeri atacaklar" diyordu. "En azmdan birkaç gün bırakmazlar. Ya da burada hapsederler..." "öğle yemeğini ne yapacağız?" dedi genç bir memur kız. "Bir dilim ekmek bile yok..." Erkek memurlar- dan biri yanındaki kadın memuru ışaret ederek, "Nasıl olsa Ayşe Hanım'ın sefer tasında börek var... Onu yeriz..." Ayşe Hanım kötü kötü baktı. Erkek memur avnı espriyi bir daha yapınca da hüngür hüngür ağla- maya başladı. Bir yandan çekmece- den çıkardığı kapaklı kabı açıyor, öbür yandan hıçkınklar içinde söy- leniyordu. "Gözünüz iki dilim böre- du. "Biz vatandaşız" dedik Ömer'le. "fşiniz neredeyse orada durun!" dedi asker. İhsan Bey cılız bir sesle "Siz yan odaya geçin" dedi. Thompson'- İann arasında yandakı memurlann bulunduğu geniş salona geçtik. Uzun ve geniş koridora göz attık geçerken. Yüzlerce silahh askerle doluydu. As- kerler birilerini iü'p kakajrak bır yerle- re sokuyorlardı. Bir gürültü. bir kıya- met. "Ne oluyor" diye düşünürken. kendimizi korkulu ve donuk yüzlü memurlarla dolu İktisat Müdürlüğü Kalemi'nde bulduk. Çoğunluğu orta yaşlı kadırüar olan memur kadrosu öylece duruyordu. Kadınlardan biri yanındaki pencere- den dıyan baktı "Cemseler geJdi" dedi. "Bütün binanın etrafı sankJı..." Biz, koltuğumüzun altında ödül. or- tada. öylece duruyorduk. En yakı- ndaki memura sordum: "Kıızımı ne oluyor? Bir olay mı var?" "Bilmiyo- ruz" dedi kadın. "Bizi de dışan çıkar- mıyorlar..." Bir süre sessizlik oldu. Sonra aynı kadın, bir Kafka öyküsü- kerlere. Askerler bütün iğne \e iplik- leri incelediler. Sonra çekmeceleri, dolaplan aradılar. Aradıklan neyse bulamamış olacaklar ki çıktılar oda- dan. "Kimse yerinden kıpırdamasın!" diye tembihlemeyi de unutmadılar. Orada öyle şaşkın duran bizlerin o an aklımıza geldi. Koştuk binbaşının arKaandan. "Binbaşun" dedik; "Biz çıkabilir miyiz? Biz iş için gelmiş va- tandaşlarızî"Çok kızdı binbaşı. "Otu- nın oturdu£unuz yerde..." "Ama" de- dik. "bizim olup bitenJcrle bir tlginuz yok. Neden burada hapsolalım?" Bu kezdahadafazla kızdı binbaşı. "Mem- leket batıyor yahu!" dedi. "Siz de bi- raz sabredin... Girin içeri!.." Emir demiri keser. Girdik yeniden odaya. Durum iyice esrarlı bir hal almaya başlamıştı. Thompson'lu askerler. iğne iplik. batan memleket falan... Bilgi edinmek için telefon etmek yasaktı. Memurlar arasında fısıltılı konuşmalar oluyordu. Rivayetler çe- şitliydi: Bir bomba ihban, bir suikast. bir terörist hücumu vs. Ama ben ğimdc kaldı. Hadi alın yiyin..." Bu tuhaf ortamda ikı üç saat kaldık. Vakit geçırmek için işimLzi yaptırdık. Rüsum indirim belgesini aldık. Ama şimdi o belgevi sinemaya ulaştırmak gerekivordu. Bu ise. bu şartlarda imkansızdı. Saai 12.30'd^,. Ijerkesc, Jcoridora çıkma ve içerdekı büfeden bisküvi vs. alma ızni çıktt. Dışan fırladık. İlk rastladığımızaskere nasıl kurtulabile- ceğimizı sorduk. "alt katta beledije komutanlığı var hemşerim" dedi ço- cuk."Ora>asor!" Alt kataindık. üze- rinde gerçekien "Beledije Komu- tanlığı" yazılı kapıdan girdik. Bir ma- sanın arkasında bir yüzbaşı oturu- yordu. Durumu anlattık. Kesin bir ifadeyle başını salladı. Kimse beledi- yeye giremez ve çıkamazdı. Ömer. fil- min başlamak üzere olduğunu, her seansta yüzbinlerce lira kaybettiğini hıç olmazsa sinema salonuna bir tele- fon edip indirim belgesinin numara ve tarihini bildirmek istediğini söyle- di. Yüzbaşı merhamete geldi. "Peki" dedi. "Ver numaravı..." Ömer de ben de Venüs sinemasının numansını bil- miyoruz. Ömer kendi bürosunun nu- marasanı verdi. Yüzbaşı bizi konuş- turacak sandık. Ama o ahizeyi kendi eline aldı. "Oradan kimle konu- şayım?" dedi. Ömer o şaşkınlıkla git- gel işlerine bakan tsmail'in adını ver- di. Yüzbaşı telefonu açtı. "Alo... İsmail... İsmail..." dedi, sonra bize döndü "İsmail yok Atıf var ona söylû- yorum"dedi ve konuşmayı sürdürdü. Çıkanın o anda rastlantıyla Ömer'in bürosunda bulunan ünlü yönetmen Atıf Yılmaz olduğunu anlamıştık "Atıf!.." Alo Atıf! Bak evladım. Bu- rası Belediye Komutanlığı. Dinle... Milli Müdafaa V ergisi sıfır kırk dört kuruş... Eğlence pul harcı yedi elli alti kunış... Yazıyor musun? Yahu sor- ma... Yaz..." Biz dehşet içinde konuş- mayı ızliyoruz ve karşıdaki Atıf Yılmaz'ın durumunu düşünüyorduk. Siz de düşünün, birden telefon çalıyor ve sert bir ses size "Burası Belediye Komutanlığı..." deyip rüsum belge- sinden hiçanlamadığınız rakamlarsı- rabyor. "Tamam mı Atıf?" diye nok- taladı konuşmayı yüzbaşı. Ve telefo- nu kapadı. Belediyedeki tutukluk hali akşama kadar sürdü. Artık koridorlarda do- laşabiliyorduk. Ama manzara daha içaçıcı değildi. Zaman zaman kori- dorlardan onbeş yirmi kişilik kızlı er- kekli memur gruplan geçiyordu. İki yanlannda silahh askcrlerle. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kızlar. korku içinde yüzleri sapsan oğlanlar. Götü- rüiüyor. kapıdaki cemselere bindirili- yor, bilinmiyen bir yere sevkediliyor- lardı. Öğleden sonra 15.OO'te yeni bir dram yaşanmaya başlandı. Okul, anaokulu ve kreşlerden çıkan çocuk- lar binanın ana gıriş kapısının yanı- ndaki camlann dışında ağlıyor, içerdc onlan bekleyen anneler çaresizlik içinde gözyaşı döküvor. askerlere yal- vanyorlardı. Sonunda çocuklar da "gözaltına alınarak" kurtanldı. Akşamüstü tam beşe beş kala gin- şin orada mimarlık bölümünden sınıf arkadaşım Rüsuhi'\ı gördüm. Elinde rulo halinde planlarla içeri girmek için yahanyordu. Sanıvorduk ki içeri sokmuyorlar. Sonunda başardı. içeri girdi. Sanldık öpüştük. Ona durumu anlattım. Dehşete kapılıp dışan çık- mak istedi bırakmadılar. Son tutuklu o oldu. Hep.-dışardaki yakınlanmızı dûşü- • nmorduk. Ne onlar biliyordu bizim nerede olduğumuzu. ne de biz dışarda neler olup bittiğinden haberdardık. Akşam saat 18.30"da Paşa'nın em- ri\le serbest bırakılarak özgürlüğü- müze kavuştuk. Bu inanılmaz olayın nedenini an- cak ertesi gün öğrenebilecektik: Paşa sabah bürosuna girerken, koridorda duvara asılı bir bez parçası görmüştü. Rivayete göre beyaz bez üstünde de. Paşanın kahverengi iplikle dikilmiş bir karikatürü vardı. Bu büyük komplonun faili bulunu- madı. Not: Birbilimkurguöyküsüneben- zeyen bunlann tamamı gerçektir. Ta- nıklann da tümü havattadır. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda Woody Allen'ın 4 Ölüm' adlı oyununu sahneleyen Cüneyt Çalışkur: Erk? başlı başına dönüştürücü bir güçECETEMELKURAN ANKARA- "Hayır, hayır. Bundan böyle banyo yaparken bile soyunmayacağnna and iee- run. Geçen sezon. "sahnede adam soyundurmak" suçundan hü- küm gıyen ve "fiiîen", tiyatro yapmama cezasına çarptınlan Cüneyt Çalışkur. bu sezon. ken- di ni "Olüm"le cezalandırdı. İlgililere duyurulur: Bu kez bir replik bile, anadan üryan değil! Herkesin, "soyan yönetnıen" olarak tanıdığı. bu yüzden Dev- let Tiyatrolan oyunculannın biraz da çekindjği Çalışkur. 1991-92 tiyatro sezonunda. VVoody Allenın "Taıın" adh oyununu yöneuneye başladı. Ancak, bazı oyunculann, so- yulmaya çahştıklan gerekçesiy- le kendisini dönemin genel mü- dürüne şikayet etmeleri sonu- cu," Tann'" yanm kaldı. O dö- nemden ben. hiç yapıt sahneye koymayan yönetmen, yeni bir Allen'la perdelere geri döndü. Kendini, hala." Tann"yı "ağzı- na yüzüne bulaştırmakla" suç- layan Çahşkur. "Bana 3 yû ver- selerdi, oyunculan etik ve ekin anlamında hazniar ve Devlet Ti- yatrolan'na Tann'yı teslim ederdim" diyor. Ama "becere- medi", cezası da, ölüm... İlkin. "Woodymania'nın" ne- denini sorduk. Çalışkur, bir tür vicdani sorumluluktan dolayı, Allen'ın "tamtım elemanlığını" yapıyor. Çünkü: "Woody Allen, bir tür zeytin- yağİJ 'fast food". Jeton atıp al»- nan zeytinyağlı sarma gibi bir şey. Acayip ve tuhaf sözcüklerinin bile az geldiği, hala değişen bir dun> ada, kerameti kendinden bir adam o. Hem göreceksiniz, yakmda zeytinyağlı' fastfood'- Çalışkur'a göre, 'Woody Allen, bir tür zeytinyağlı bir fast-food'. 'ölüm' oyununda Zührii Erkan ve Ferahnur Nalbantoğlu(üstte). lar da çıkacak." "Kapsamlı bir mutluluk endûstrisinin". renkle- ri ve sözcükleri insanlann üzeri- ne salıverdiği. bir yandan bo- yuna binalaşıp, betonlaştığımız bu çağda. Allen bir gereklilik. hatta birçok kişiye göre zorun- luluk. Komedinin çabucak sa- hiplenildiği, ama bir türlü ciddi- ye alınmadığı toplumlarda, Al- len farklı bir seçenek. Korku- lan ve saplantılan dile getire- rek. her fırsatta. varoimanır. ironısini deşerek, yüz kızartıcı sözcüklerde üsteleyerck. gül- dürmekten, hatta düşündür- mekten ötesini beceren bir "adamcağız." Çalışkur'a göre de, Allen, bir tür "hastalık ku- runtusuyla" yaşamaya sevdalı. O yüzden bunca ölüm. o yüz- den bunca korku. Bir de ölüm paranoyası Allen'ın, ölümden sonra 2. saplantısı da; seks.' Çalışkur'a göre, oyunun metninde. yete- rince öne cıkartılmamış olan bu öğe. cn azmdan Woody"yi sez- dirmek ya da sezdiği kadannı aktarmak için gerckli. Çalışkur, bu amaçia oyuna yaptığı yükle- me \eeklemelerden sözediyor: "Başroldeki Kleinmann (küçiik adam), oldukça sıradan bir tip. Anca!. rnetnin tanı- mladığı diğer kişilikier de çok sı- radan. Onlan, başat tipler haline getirdim. Bol miktarda travesti, homoseksüel, transseksüel var. Oyunun dilinde değişiklikler yaptım. Travesti ve transsek- süellerin kendi aralarında kul- landıklan dili, ki bu dilin 500 sözeüklük bir sözlüğıi var, oyuna yükledim. Böylece. toplumun 'farklı olana' baktşını simgeledi- ği samlan, ama hiçbir bakışı ol- mayan Kleinmann'ı, daha da be- lirginJeştirdim. Toplum içinde 'alıkılmamak' için yapılanları ve 'normal' olmayan insanları buna iten komik yaşamı ta- nımladım." Alıkılmamak? "Çingene kökenli travesti di- linde bir sözcük, "anlamamak" demek. Oyunda örnekJeri bol' miktarda var. Örneğin, 'But ko- lika ahkma teberci cerler' tüm- cesi oyunda geçiyor. 'Çok mak- >aj yapma. orospu zannederler" ilemekten daha anlamlı ve gerçe- ğe uygun bence." O>uncularla ilişkiîer nasıl? "Onlaruı bilme- diklcri bir diinya. İlkin, bazı şey- leri anlamamalanna çok şaşu-dım. Ancck, onlar için ya- saklı bir dünvadan söz ettiğimi anladım sonra. Oysa benim, dostlarım nedeniyle, çok yakm- dan bildiğim bir ilişkiîer sistemi bu, benim için olağan bir durum. Peki. oyunda aslolanne? "Erk gibi bir sorun var, erki yönebnek gibi hir sorun var. Oyunda üzerinde duruian soru bu. Şimdiye kadar çoğu kez, erki ortaya çıkaranın erkek olduğu samldı. Oysa. erk kimin elindey- se, erkek o oluyor. Transseksü- eller, travestiler \e homoseksüel- lerden bir ortam y aratmamın ne- deni de buydu. Oniar da erki eli- ne geçirince, erkek oluyor çün- kü. Acımasızlaşıyoriar. Kaldı ki, işin asıl mizah yüklü yanı şu; Kleinmann, kendisinin sürüden olmadığını düşünüyor; farklı ol- duğu kanısında. Oysa Klein- mann, tek başına bir sürü zaten. Böyle bir kişilik karşısında, erki ele geçiren ve dönüşen kişilikier, bir de yaşadıkları ölüm para- noyası dikkate alınınca, ina- nılmaz canavarlara dönüşüvor- lar. Kleinmann'ın çıkmazları Sylvia Plath'ın Her kadın bir t'aşiste tapar" sözüyle birlikte dû- şünüldüğünde. erki alanlaria ve- renler arasında, bir fark ol- madığı, erkin başlıbaşına dönüş- türücü bir güç olduğunu düşünü- yor insan. Hele bir de oyunu izle- yince ve Kleinmann'ın çıkmaz- larmı göriince." Allen'ın yazdığı oyunu, Öz- can Özer Türkçe've çevirdi, Cü- neyt Çalışkur yönetti, Paul Pa- vey müziklerini yaptı. Yasemin Altmklar dans düzenlemesini tasanmladı. Sahne tasanmını Haris İvigün. giysi tasanmını Naian Türkoğlu. ışık tasanmını Ersen Tuncçekiç yaptı. Zühtü Erkan'ın Kleinmann'ı can- landırdığı oyun. kalabalık bir oyuncu kadrosuyla kotanldı. "Alıkılmamak" gibi sorun- lannız varsa ve "erk + ek" ol- mak istemiyorsanız, "Ölüm". İrfan Şahinbaş Atölyc Sahne- si'nde sürü>or. Uygarlığın Arka Kapısı MEMET BAYDUB Yirminci yüzyıl da bitmek üzere. Sanırım insanlık de- ğerleri açısından fazla olumlu bir zaman dilimi değildi bu. Zaman diliminin olumlusu olumsuzu olmaz, getirip götürdüğüyle zamanı yargılayamazsın mı diyorsunuz? Bilemem onu. Ben, yirminci yüzyılın, üç beş yüzyıl gibi kısa bir süre sonra, birtakım aklı başında kişiler tarafın- dan bir aptallık ve ölüm yüzyılı olarak etiketleneceğini düşünüyorum. İnsanlık gelişebildiği kadar gelişti ve bir yangın yeri yarattı dünyamızda. ölüm ile para, ikiyüzlü- lük ile paranoya, silah ile uyuşturucu, yalan ile çıkar iliş- kileri, umursamazlık ile saygısızlık bir yok oluşun hora- sını tepiyorlar el ele, kir pas içinde. Korkusuz ve saygı- sız insanlann ellerindeki kanlı bıçağa bakarak pis pis sırıttıkları bir yüzyıl oldu yirminci yüzyıl. Kanlı bıçak di- yorum ya, siz onu kanlı bir telefon ya da kanlı kararların altına düşünmeden imzayı basan bir kalem olarak da al- gılayabilirsiniz. Yirminci yüzyılı bırakıp, birinci yüzyıla bakalım biraz. Oralara dokuzyüzlü telefonlarla ulaşamayacağımıza göre, bir kitabın kapağını aralayıp yirmi yüzyıl önce Se- neca'nın yazdıklarını okumamız gerekecek. Şöyle yaz- mışadam: "Bizler aklımızı iyice yitirdik. Yalnızca birey- ler değil, milletler de. Cinayeti, insan öldürmeyi kanun- larla yasaklıyoruz. Savaşı, toplu öldürmeyi, katliamı alkışlıyoruz. Vahşetimizin ve açgözlülüğumüzün sınırı yok. Suçlar, bireyler tarafından işleniyorsa daha az za- rar verirler. Oysa insafsız ve vahşi bir uygulamanın sür- dürulmesi, her gün senato ve meclisin onaylamasıyla hayata geçiriliyorsa ve devletin memurlan sade vatan- daşa yasaklanmış işleri yapmaya zorlanıyorsa ipin ucu kaçmış demektir. Birkişinin edeceği bir halt, ölüm ceza- sıyla engellenmeye çalışılırken, aynı haltı yiyen ünifor- malı askerleri alkışiıyoruz. Hayvanlarm en nazik, en ince ruhlu olanı insan, öbür hayvanlar barış içinde ya- şarken, savaş yoluyla kan akıtarak zafere ulaşmaktan utanç duymuyor." Seneca, yirmi yüzyıl önce, birinci yüzyılda böyle yaz- mış. Uygarlık dediğimiz olgunun, Seneca'nın dilinde söy- lendiği zaman Sivil heceleriyle başlaması elbette küçük bir rastlantı değildir. Yirminci yüzyıl insanları öldürmek için çok uğraştı, bu işe çok zaman ayırdı. Başkalarını öl- dürmek için çok uğraştı, bunun doğal sonucu olarak kendini yok etmek için çok uğraştı. Bazen bu uğraşta kendini aştığı oldu, intihar etmek için aldığı zehir fazla geldi, kustu ve kurtuldu. 1945ten beri kullanılmıyor atom bombası. Ne güzel di mi? Oysa 1945'ten bu yana seyir ettiğimiz ya da katıldığımız savaşlarda ölen insan sayısı, birinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar bütün zamanla- nn ölü sayısını defalarca katlıyor. Son elli yıl içinde ha- yata karşı hep ve duraksamadan ölüm kartını kullanmı- şız. Hıroşima'ya atılan bombanın bir mHyon misli büyük- lüğünde bir silahhğın üstünde yaşıyoruz. Adına dünya dediğimiz bu zavallı depo! Peki umut yok mu? Nazım Hikmet, umutsuz yaşanmıyor derken haklıydı. Umutsuz yaşanmıyor. Anımsamadan da yaşanmadığı gibi. Umut ve anımsamaksa, bir şeylerden sorumlu his- setmek gibi, artık pek önemsenmeyen insanı bir titreşi- mi getiriyor masaya. Kendilerini olup biten her şeyden sorumlu hisseden insanlar.. Belki yirmi birinci yüzyılın nasıl geçeceğini onlar belirleyecek. Gördüğünüz gibi, umutsuz yaşanmıyor. Bir Ispanyol tarihçi, Avrupa nerede biter sorusunu, şakayla karışık "Sokak kahvelerinin, kaldınm kahvelerf- n/nb/tt;ğ/yerde"diyeyanıtlamıştı.Çocukparklarının, ki- tapçıların, evlerinde kedi, köpek. kuş besleyen insan- ların, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde de diyebilirdi. Polisin ve kaba gücün günlük hayata, askerin ve gizli itti- fakların yıllık hayata egemen olmadığı yerler de var dün- yada. Uygarlık, günlük hayata ne kadar yansıyorsa o ka- dar uygarlıktır gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu kapıdan bakınca ülkemizde vaziyet pek parlak değil. insanların diri diri yakıldığı, bazı cümleleri sarf ederek kolayca linç edilebileceğiniz, ilkokullarda Arapça dualann ders adı altında, çocuklara ezberletildiği, herhangi bir konu üstü- ne, küfürleşmeden iki gün tartışmanın olanaksız olduğu, herkesin kendini haklı gördüğü, hoşgörülü, alçakgönül- lü olmanın, parasal htrsları olmamanın enayilik addedil- diği. sonunda suçlayanla suçlunun neredeyse birbirleri- ne müstahak olduğu bir toplum, giderek uygar olmak yollarından kendi ayaklarıyla uzaklaşan, o yolları açma- ya çalışan insanlann itilip kakıldığı, küçümsendiği bir toplum olma yolunda hızia ilerliyoruz. Ote yandan uy- garlık kavramıyla Avrupa'yı özdeş konumlara koymak gibi trajikomik bir yanılgıya düşenlerimiz de sayıca çok- lar. Siyasi tutukluları ortaçağdan kalma tahta mengene- lerle boğaraköldüren ispanyada Avrupa'ydı 1970lerde. Kadınlan, çocukları yakarak öldüren Almanya da Avru- pa'dır 1990larda. Ingiliz polisi atları ve coplanyla yürü- müştü grevci maden işçilerinin üstüne 1980lerde. Bun- lann hiçbirıni yirminci yüzyılda uygar toplum manzara- ları olarak algılayamayız. Uygarlığın buzlu camından bakarsak, Isviçre Avrupa'nın tam ortasında bence tipik birvahşitoplum manzarasıyla oturmaktadır. Bu örnek- ler arttırılabilir. Avrupa kavramıyla, uygarlık kavramını birbirinden ayıran dincı fanatiklere kadar gider bu yol. Oysa önemli olan şunu anlamaktır sanıyorum: Barbarlı- kta birleşen toplumlar, uygarlıkta da birleşebiliyorlar. Bu, biraz da budünyada, herşeyin hepimizeaitolduğu- nun bilincine varmakla gerçekleşiyor. Oysa ülkemiz ve hükümetlerimizin tarih boyunca başlıca politikacı, bir dostumun dediği gibi, "bu toplumu dunyadan korumak gerekçesiyle, dunyadan ayırmak, soyutlamak olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir izolasyon tarihidir" Uy- gar Avrupa'yı. barbarlığın da kaynağı olan Avrupa'dan ayırt etmemizi neredeyse imkansız kılan bir siyasal tari- himiz var. Aynı dostumun dediği gibi, bizler kendi dikta- törlerimizle yüzleşip hesaplaşmak yerine. onlarla öz- deşleşen bir toplumun insanlarıyız. Uygarlık işte burada zorlaşıyor biraz. Kendi memleketim için pek iyimser olmadığımı düşü- nüyorsanız. asfaltın oriasında kafasmdan vurulmuş bir adam gördüğümü söylerim. iki tavuk, kafasında açılan delikten beynini didikliyorlar adamın. 1990larda Av- rupa'nın ortasında çekildi bu fotoğraf. Bitkin, yorgun bir dünya sendeliyor yirmi birinci yüzyılın kapısında. Öyleyse neden kötümser değilim? Deği\im çünkü yirminci yüzyılın son yıllanda olup bi- ten hiçbir şeyi, tarihin ya da başka bir şeyin sonu olarak görmüyorum. Bir epilog değil bu yüzyılda yaşadıkları- mız. Bence daha çok bir prolog ile karşı karşıyayız. Bir şey bitmiyor, tam tersine bir şey başlıyor. Ustelik bu se- fer zorla, ite kaka değil, özgür seçimle gelecek ve insa- noğlu daha iyi bir sistem bulana dek kalacak bir sistem söz konusu. Tarihin sonu gelmedi, tarih şimdi başlıyor diyorum sözün kısası. Sonra neden bilmem, gülümse- yerek bir kapıyı aralıyorum ve ardıma bakmadan, cesur bir bebek gibi ilk adımımı atıyorum bu kirli ve güzel bah- çeye. Adına uygarlık dediğiniz... SÖYLEV(CİLTl-2) HıfziV.Velidedeoğlu 23. bası 70.000 (KDV içinde) Çağdaş Yaymlurı Türkocağı Cad. 39-41 Cağaloğlu-İstanbul ödemeligönderilınez
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear