25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 20 MAYIS1992 ÇARŞAMBA 12 DIZI-YAZI NailVahdet Çakırhan, mahkemeyle 17 yaşında, Nâzım Hikmefle 19 yaşında tanıştı Nailusulcacık severNaznn'ı Hr Ömüpden KesMer NAİL VAHDET ÇAKIRHAN: AĞAHANÖDÜLLÜESKİTÜFEK Hazırlayan: ALPAY KABACALI Yıl 1927. Onuncu sınıf öğrencisi Nail, çikardığı Kervan adlı dergide Faruk Nafız'in, 'Satıverin kahpelerin bir pula geçmişlerini' şiirine benzeyen bir şiir yazınca ortalık kanşır. Bu şiir yüzünden mahkemeye düşer. Savcı, cezasının tecil edilmesini ister. Tecilin ne olduğunu bilmeyen Nail, dinleyicilerin sözüne uyarak hâkime, 'Tecil istemiyorum' der. Hâkimin, 'Karar verilecek ayağa kalkın' demesi üzerine yerinden kalkan Nail, ayaktadır, ama boyu kısa olduğu için 'Ayaktayım' diye seslenir. Herkes güler. Sonuçta da beraat eder. —ı— Edebiyat çevreleri, 1930'da Nâzım Hikmet'le birlikte yayımladıklan 1 + 1 = Bir adlı şiir kitabında ve 1930'lar- da, '40'larda dergilerde çıkan şiirlerin- de kullandığı adla latuyor onu: Nail V. Sol çevreîerde, daha doğrusu "eski tüfekler" arasında Nail Vahdeti diye biliniyor. Tam adı, Nail Vahdet Ça- kırhan. 1910'da Muğla'ya bağlı Ula'da do- ğar. Çocukluğu orada gecer. "O zaman 3 bin, 3 bin 500 nüfuslu küçük bir nahiyeydi Ula" diye anlatı- yor. "Çok da güzeldi. Dar yollan, yüksek duvarh büyük bahçeler içinde beyaz badanalı evleriyle... Bu evleri, bu sokaklan hiç unutmadım. Pek de değişmedi Ula. Yollan Demokrat Parti iktidannın son yıllannda yapıldı. Daha önce neredeyse dünyadan so- yutlanmış, içine kapanık yaşıyordu." Nail Vahdet, yüzyılhk kavaklarla dolu Ula çarşısını da unutamıyor: "Esnaf, bu ulu ağaçlann altında otu- rur. Her yan gölgeli... Sohbet eder, şakalaşır, gülerler eğlenirler. Kendine özgübirâlem..." Giyim-kuşam da bir başka türlü: "Erkekler işlemeli cepken gjyerlerdi. Bir de. dizkapaklannın üstüne kadar çıkan. kaput bezinden yapılma, büzü- lüp bağlanmış 'topdon'lar. Dize kadar da işlemeli dizlikler. Belde, küçüklü büyüklü kamalar sokulmuş Trablus kuşağı..." 'Çiçek bulmuş' Bir dönem geliyor, genç ve orta yaşh erkekler sokaklarda gözükmez olu- yor. Demek ki Birinci Dünya Savaşı'- nınbaşlan, 1914-15'ler... "Sokaklarda kadınlar gözükmeye başladı. Derken, tarlalara da yaşhlar, kadınlar gider oldu. Babamı da askere aldılar. Kafkas cephesine gönderilmiş. Günün birinde ondan bir mektup gel- di. Evde "çiçek bulmuş' dediler. Ben sevindim çiçek bulduğu için..." Tarlalarda kadınlar, yaşhlar çahşı- yorlar artık. Daha çok da patates dikiyorlar. Dikiyorlar. sonra çıkanp kurutuyorlar. Çünkü açlık kapıda... "Dedemi hatırlıyorum. Gençliğinde cepken işleyen bir terziymiş. Ben bildi- ğim zaman tüccardı. Kısa boylu, sakalı göbeğinin üstüne kadar uzayan bir ihtiyar... Koca ovanın ortasına oturmuş, elinde sopasıyla patates çı- karan uzun sakallı küçücük bir adam Datça 1979. Nafl Vahdeti Çakırhan bir ustasınm ötömünden sonra. (Fotoğraf: ŞAHAP BALCIOĞLU) fotoğrafı olarak hep gözlerimin önün- de..." Birinci Dünya Savaşı yıllanndan ilk izlenimleri bunlar. Sonraki yıllar belle- ğinde daha da canlı: "O ovaya giderdik biz çocuklar. Or- ta yaşın üstündeki insanlann asker talimi yapışını seyrederdik. Başlannda Arap Yüzbaşı. Ellerinde silah yok. Bizde çocuklar değneğe ip takar, silah gibi omuzlanna asarak askerlik oyunu oynarlar. Onlar da bizim gibi değnek takarlardı. Yüzbaşı da "yat, kalk. sağa dön, sola dön' diye talim yaptınrdı. Sonra süvari talimleri... Yine biz ço- cukların oyunlartndaki gibi... O koskocaman adamlar değnekten ata binerlerdi..." Ve savaşın sonu... Sokaklarda peri- şan insanlar. Sakallan uzamış, kimisi- nin kolu kopmuş, kimisi topal... "Bir gün bizim eve bir adam çıkageldi tor- basıyla. Önce kimse tanıyamadı ken- disıni. Babammış. Çiçeğe yakalanmış, tanınmayacak hale gelmiş..." Okul? Sonradan Kuvayı Milliye başkanı olan amcası, evde kendi çocuklanna ve Nail Vahdet'e ders gösterir. Sınavla alü yıllık ilkokulun üçüncü sınıfına alı- nır: "Bir de Kur'an okullan vardı. Kadınlar öğretmenlik yapardı. Erkek- lerin hepsi savaşa gitmışti. O kadar ki, dokuz yaşlanmdan sonra kadınlara ben imamlık yaptım ramazanlarda." 1921 "de Muğla Ortaokulu'na yazı- lır. "İdadi" denilen ortaokullar dört sınıfür o dönemde. Muğla'daki han- lardan birinde iki arkadaşıyla kalır. Hafta sonlannda atla ya da ikibuçuk saat yaya yürüyerek Ula'ya gjdip gelir. En yakın lise Konya'dadır. 1925'te Konya Lisesi'neyazdınlır. Liselerdört yıldır: "Edebiyat öğretmenleri bakımın- dan çok şanslıydık. îlk hocamız Ahmet Hamdi'ydi (Tanpınar). O ayn- hnca Sadettin Nüzhet (Ergun) geldi. Onuncu sınıfta bir dergi çıkardım. Adı Kervan'dı." Kervan'da, Faruk Nafız'in "Satıve- rin kahpelerin bir pula geçmişlerini" şiirine benzer olarak yazılmış bir şiiri yayımlanır. Yıl, 1927. Bu şiir yüzün- den kadınlara hakaret ettiği gerekçe- siyle mahkemeye verilir: "Savcının karısı şikâyetçi olmuş, başka kadınlar da ona katılmışlar... Duruşmaya girdik... Kadınlar arkada oturuyor. Kimisi başörtülü. önde bir sürü erkek. Sakallısı var, sakalsızı var, genci yaşlısı var... Sonra öğrendim, ar- kada oturanlar, savcının kansı başta olmak üzere, Konya eşrafının ailele- riymiş. "Duruşmada hâkim, 'Evlâdım, bu şiiri neden yazdın?" diye sordu. 'O mısra benim değil ki' dedim. 'Faruk Nafız'in. Okul kitaplannda da var.' Savcıya 'Ne diyorsun?' diye sordu. O da 'Mahkûmiyetine. cezasının tecili- ne...' dedi. Tecilin ne olduğunu bilmi- yorum. Dinleyiciler arasından 'Tecil isteme!' diye bağıranlar oldu. Ben de Tecil istemiyorum' dedim. Gülerek içeri çekildiler. On dakika sonra geldi- ler. Hâkim, "Karar verilecek, ayağa kalkın,' dedi. Ben ayaktayım, ama bo- yum kısa... 'Ayaktayım,' dedim. Dinleyiciler, avukatlar güldüler. Mah- kemenin karan açıklandı, 'Beraat ettin' dediler." Lisenin son sınıfında, bir arkadaşıy- la birlikte Halka Doğru adlı dergiyi yayımlar Nail Vahdet. Orada "Alev Yağmuru" başlıklı şiiri cıkar: "Babam, büyükbabam Ula'da orta derecede toprak sahibiydiler. Bir de büyük toprak sahipleri, derebeyler vardı: Hasan Çavuşlar. Bizim dere- beylerine müthiş tepkimiz vardı. 'Alev Yağmuru' bunlara karşı yazılmıştı: 'Gidin, gidin, adalelerinizin son kud- retiyle gidin/...(anımsamıyor) olan müstebidin/Kafasına yumruklannızla son darbeyi indirin/Yeter artık yeter, zulmetten nûra gidin!' Böyle bir şey .. 'Müstebit' (diktatör) kelimesiyle Ata- türk'ün kastedildiğine inanmışlar. Oysa bizim devrimiz Atatürk devri, biz onun çağında yetiştik..." Son sınıfta, olgunluk (bakalorya) sı- navlanna gireceği sıra gözaltına alınır. Vali, "Liseyi bitirmesine engel olma- yalım" der. Sınavlara polis gözetimin- de getiriHr "Sonunda gözaltı, sorgu bitti. 'Ben nasıl Atatürk'e bir şey diyebilirim?' de- dim. 'Biz Atatürk nesliyiz. Şiir, mem- leketteki derebeylik kalınülanna karşı yazılmıştır. Müstebit dediğim onlar- dır. Atatürk de zaten isubdada karşı- dır.' Savcı benim yanımda Ankara'ya telefon etti, bu söylediklerimi aynen aktardı. Takipsizliİc karan verildi." O yıl liseyi bitirip İstanbul'a gider. Aynı şiir, ertesi yıl Istanbul'da dava konusu olur: "Halka Doğru dergisini çeşitli yerle- re gönderirdik. O sıralar Sovyetler Birliği'nden yeni gelmiş olan Nâzım Hikmet'e de gönderdim. Nâzım, ya- nılmıyorsam, Resimli Ay'da çalışıyor- du. Yine o sırada Hukuk Fakültesi'- nin son sınıfında iki arkadaşın çikardığı Hareket adlı bir dergi vardı. Nâzım bizim dergiyi onlara veriyor, 'Alev Yağmuru' şiiri olduğu gibi Ha- reket'te yayımlanıyor. Yıl, 1929. Şiir- den dolayı yeniden dava açıhyor. Nâzım'ın bu işle ilgisi yoktu. Mahke- meye çıktık, 'Konya'da şu tarihte takipsizlik karan verildi' dedim. Buna rağmen alü ay ceza verdiler. Temyiz ettik, karar bozuldu. Sonunda beraat ettik. Nâzım Hikmet'le tanışmam o Hareket dergısinde oldu. 1929'un ey- lülüyadaekimi..." SÜRECEK Üçüncü Kuşak: Yitireceğimız Kuşak Ben Turnede Iken TARIKDURSUNK. —2— Çocuklar, öyle mi? Hazırlığım yok. Hay Allah! Bana çocuklara da okuma yapacağımı söylememişlerdi. Bir öğretmen karşıladı. Ankara Ga- zi Eğitim'den. Almancacı. Amfı gibi bir yerde çocuklar toplanmışlar. Bek- liyorlardı. Çocuk dediysem. sözün gelişi. Kızlar, genç kız. Erkekler, bıyık- lı. Arada bahçe önüne çıkıp cigara yakıyor, tiryakı havalannda içip dö- nüyorlardı. Oğretmen beni övücü sözlerle tanıt- tı. Beni bilmediği çok belliydi. Elinde okuduğu kâğıttaki yazılanlar, Nuh Nebiden kalma Behçet Necatigil bilgj- leriydi çünkü. Çocuklar susup beklediler. Açum, "Eski Babam" hikâyesini. Onu mu okumalıydım? Algılayabilirler miydi? Hayır kalktım; içinde biraz mizah kat- kılı "M.Âkil Beyin Gökyüzü Serü- veni"ni okudum onlara. Böyle durumlarda yazar kısmının antenleri gerilidir. Sizi algıladıklannı ya da reddettiklerini hemen sezersiniz, görmeden duyarsınız bunu. Bitirdim ve yüzlerine baküm. "Bir şey anladınız mı çocuklar?" Sustular. Yeniden sordum. Karşı karşıya idik. "Çok hızh okudunuz" dedi biri. Tane tane okumuştum oysa. Kıt kanaatkonuşulandil Kafama dank etti. Orada ve daha sonra. Çocuklar, üçüncü kuşaktı. 1950'lerde gelen 'atalan'nın torunlan. Okulu, ilkokulu ve sonrasını Alman okullarında. Almanca okuyorlardı. Türkçelen kıtü. Kıt ve kısır. Ancak ev- de ve hâlâ Almanya'ya uyum sağlaya- mamış, kendilerince kapalı toplum yaşamını sürdüren anne-baba ve onla-l nn anne-babalanyla Türkçeyi konu- şuyorlardı. Yarım yamalak o da. Üç-beş yüz kelime içinde. Benimle ko- nuştuklan ya da konuşmaya çalışük- lanTürkcedebirhoştu.Cümledüzeni Almancaydı. Almanca kelimelerle dü- şünüyor, sora onu Türkçeye çeviriyor- lardı. Ikide bir de 'hani, şey, Türkçede nasıl diyorsunuz, bilmiyonım'lan da eksik etmeyerek. Konuştum. Dereden tepeden, hava- dan sudan. En ilkel kelımeleri yan yana getirdim, yetişkin çocuk değil de yeni okula başlamış çocuklar yerine koydum onlan. O zaman anlaştım. O zaman anlaştık. Ama içimi bir hüzün sardı. Birden. O hüznü bütün Almanya turnem boyunca hep içimde taşıdım durdum. Herne'de de aynı şey Herne'de de başıma geldi. Küçük kent. Ülsun. Türkler bu sanayi kentin- de yoğun. Yol boyunca gördüm, cami dolu. Başörtülü küçücük çocuklar dum. Altında Almancası vardı, onu okusun istedim. Şakıdı. İnanmazsınız. Çocuklar da anladılar. Bana karşı ba- kışlan değişti. Tutumlan da. Düş kınklığı "Eski Babam"ı oku- duğumda geldi. Anlamadılar. Alma- dılar. "Şey", dediler. "Birçok kelimeyi biz bilmiyoruz. Duymadık. Okuma- dık." Oysa. an duru bir hikâyeydi. Edebi- yatşız. Üçüncü kuşak: llgisizliğin, unutul- muşluğun, önemsenmemenin kuşağı: Gurbet elde vitip gitmiş genç insanı- mız... Vay, vay, vay! Tam ikindi saatlerinde Düsseldorf a vardık. Duisburg'dan trenle 11 daki- Kur'an kurslanna gidiyorlardı. Ak- şam geç saatlerde dönerken daha yetişkinlerine rastladık. Ramazandı ve 'mukabele'den geliyorlardı. Tüm duvarlan ördekbaşı yeşile bo- yalı, minaresiz bir cami duvarına yazmışlar: "Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır". Herneli Türk çocuklan iki sınıftı. Onbirinci, onikinci ve onüçüncü sınıf- lardan bir; bir de dokuz ve onuncu sınıflardan iki. Geldiler, karşıma dizil- diler. "Informo" hazırlamışlar. Beni anla- tıyor. Şurada doğdu, şunu şunu yazdı, şu işleri yaptı falan. Bıyıklı, ön sırada- ki bir delikanlıya adını sordum. Turgay'mış. Rica ettim. Kalku, Türk- çesini okumaya başladı. Tanrım, korkunçtu. Kelimeleri okuması yan- hşü. Her şeyi ile. İkinci satırda durdur- ka. Arabayla 20. Tramvay bıle gidi- yormuş. 40 dakikada mı ne. Sözen'in dikkatine Koca kent. Aydınhk. Temiz. (Hadi, politika yapalım; bizim Sözen'in de yanımda olmasını ne kadar isterdim. Çok yagmurlar yağdı ben Almanya'- dayken. Selli pullu. Çamurun zerresi yoktu. Inat oİsun diye bir kent pazan kolladım. Kalabalık. Her türden es- naf. Tezgâhlarını açmışlardı. Sonra vakti geldi, dağıldı. Pazar bitti. Dağ gi- bi çöp yığıldı kaldı geride. Ama tam tamına yanm saat içinde her şey bitti. Bitirildı. Ortalık, bal dök yala oldu. Yâ, sevgili Sözen. işte böyle böyle!) "Okuma Akşamf'm. bu kez Düs- seldorf Türkiye Başkonsolosluğu'nca düzenlenmişti. Amma iş! Söyledikle- rinde, inanamadım. Niçin? 'Öyle' dediler. Yalnız Düsseldorf değil, size, Karlsruhe ve Köln Başkonsoloslukla- n da 'sahip' çıkülar. Breh! Itiraf ederim, yurtdışı çıkışlanmda mümkün olduğunca elçilik ya da baş- konsolosluklanmıza işimi düşürme- meye dikkat etmişimdir. Devleti hep sorgulayan. hep engellemeci olarak ta- nıdığımızdan mıdır bu? Bilemeyece- ğim. Çok şaşırdım. Düsseldorf Başkon- solosumuz (her kimse) "Okuma Akşamı"ma yeüşemedi. Türkiye'dey- miş. Konsolosunu göndermiş, özür diledi. Kızardım ve terledirn. Kültüralışverişlerindeki yabanalık- lan sonradan ortaya çıktı. Güzel bir salondu. ama çağnlılar dokuz kişiydi. Ressamı, tiyatrocusu, diş doktoru, anestezisti, dericisi, rehberi ve üç de konsolosluk görevlisi ile. Geç mi kalmışlar çağn göndermede, tarih mi değiştirmişler, yoksa o çevre topu topu bu kadarlık mıydı? Olabilir. Bereket, bizim Ahmet Oktay'ın karde- şi Eray Börtecene, "Kalkm, bize gide- lim, hem yer içer hem söyleşiriz" dedi de Dışişleri'nin ayıbını örtbas etti. Şeffaflaşma Ama aynı şeyler ne Karlsnıhe'de ne de Köln'de başıma gelmedi. Doğrusu her iki başkonsolosluğumuz da bütün içtenlikleriyle yazarlanna sahip çıktı- lar. "Şeffaflaşma"yı onlarda gördüm. Duyuru, vakitliydi. Çağnhlar, her ke- simdendi: Işçisiyle. öğretmeniyle, yazar-çizer adaylanyla, kadını kızıyla. Her iki başkonsolos da aydınlık in- sanlardı. Gerçi, o günlerde birtakım olaylar nedeniyle (Mainz Başkonso- losluğumuz baskınlanmış, çalışmaz, çalıştınlmaz bir duruma getirilmişti) rahatsızdılar, ama yaşamarun bir par- çası kabul etmişlerdi bunu da. Her ikisi de bir noktanın üzerinde ti- tizlikle duruyorlardı: Almanya'daki ınsanımız anavatandan kopuyordu. Benliklerinden oluyorlardı. Türkçeyi unutuyorlardı. Devletin ilgisızliği ne- deniyle yanlışa doğru yönlendirilmeye başlamışlardı. İlk gelen birina kuşak, giderek erimişti. Emekli olmuş, Tür- kiye'de od-ocak edinmiş, çoğu geri dönmüştü bile. Onlar, gerçekte en sağ- lıklı kuşaktı. Sağlıklı kuşaktı, çünkü bozulmamışjar. kendi kendilerini ko- nımuşlardı. ikinci kuşak, yozlaşmaya, yabancılaşmaya (üstelik hem kendi toplumuna hem içinde bulunduğu topluma) en uygun kuşaktı. "Atalan' ile gelmişler, onlann etkilerinin yanısı- ra, yeni geldikleri ülkenın her türlü etkisine de açık olmuşlardı. İlginç ve üzerinde dunılması gereken asıl ku- şak, sonuncu; yani üçüncü kuşaktı. Üçüncü kuşak! Dil elden gidiyor Okuyanlannın bütün bütüne Al- manlaştıklan, okumayanlanmn ise kurtana diye dine dört elle sanldığı, kimilerinin ırkçılığı asıl çıkış yolu bel- lediği o üçüncü kuşak! Dil elden gitmişti. Doğru. Kültür? Hangi kültür? 'Atalar'ından ne kültüı almışlardı ki? Hangi kültürün sahiple- riydiler ki onlar? Neyi algılamışlar, neyi özümsemişlerdi ki? Çünkü, devlet, gurbetteki vatanda- şına hep genel bütçesindeki işçi dövizi girdisi olarak bakmıştı. Varsayımlan 'bu yıl şu kadar işçi dövizi gelecek' üze- rineydi. Bu hesaplar daha bir süre doğru so- nuçlar verecektir. Ama, dikkat ediniz; ikinci kuşak çocuklan, yani üçüncü kuşak. anavatandan kopuk yetişmek- tedir. Kanbağlan da eksilmektedir. İki bininci yıllara varmadan bu işçi dövizi girdileri düşecektir. O kuşak ne deme- lere ve kime, hangi kanbağlı insanına mark yollayacaktır ki? İkinci kuşakla üçüncü kuşağın tümü artık tatilleri için Türkiye'yi düşünmüyorlar. On- dokuz yaşındaki Ayçe, Nikaragua'yı daha ilginç, daha çekici buluyor. Dün- ya küçük. ttajya'yı görmüş. Sovyetler Birliği'ni de. Ispanya, Iskandinav ül- keleri sıralarını çoktan savmışlar. Daha o onbeş yaşındayken. Uygarlık iîiklerine işlemiş. Uygar dünyada yaşamayı seviyorlar. Alış- mışlar. Düzensizliğimiz her şeyde ve her alanda onlan şaşırtıyor. Kabulle- nemiyorlar. Ayçe, "Sabun ne kadar pahalı Türkiye'de" dedi. "Sular niçin" akmıyor, anlayamıyorum." Sabun vesu... İnadım tuttu, dönerken yirmi kahp sabun aldım, üstelik su parasına. StRECEK POLİTİKAVEOTESI MEHMED KEMAL Bir Krepen Pasajı Vardı... Krepen Pasajı nın çarşı kapısından girince sola düşen meyhanenin sahibi Rüstem, biraz sonra gelip yanıma iliş- ti. "Biliyor musunuz?" dedi. "Buraları yıkıyorlar." "Neden?" "Mülk sahibi davayı kazandı, bize çıkın diyor." "Hani tarihi yapiydı burası?" "Değilmiş, öyle karar vermişler." Krepen Pasajı'nı yıllar öncesi bilenlerdenim. Vaktiyle Asmalı Mescit'te, Beyoğlu Balıkpazan'nda bazı içkili yer- ler vardı. Devam edenlerin kesesine göre, ucuz olan bu yerler, bir dönemin bohem sanatçılarının ugrağıydı. Onlar gidiyor diye buraya çokça gelenler olurdu. Onlan çekin, geleni de olmazdı, gideni de. "Lambo neresi, Cumhuriyet neresi, Mustafa'nın Şaraphanesi ne yana düşer, Laternalı Köşe hangisidir" diye soranlar vardır. Çoğu bugün yok. Şöyle bir düşünüyorum da buralara kimler gelmezdi? Sait Faik, Cahit Irgat, Orhan Veli, Suavi Koçer, Haşmet Akal, Ferruh Başağa, Fikret Adil, Turhan Seyfioğlu, Salih To- zan... Buraların çoğu yıkılmış, çoğu da kapanmıştır. Gözlerimin önünden şöyle bir geçenler var. Park Otel'in balkonu, Lebon, Markiz, Nisuaz, Moskova, Petrograt, Sir- keci'de istanbul Lokantası, Pandelli, Nil, Viyana, Fişer... Daha neresi? Gece kulüpleri vardı: Kulüp 12, Tosun'un Yeri, Fuaye, Kulis. Demek Krepen Pasajı da tarihe karışıyor!.. Buranın ge- diklisi Mösyö Rober'e soruyorum: "Mösyö Rober, bunlar birer kilise vakfı değil mi, nasıl yı- karlar?" "içlerinde kilise vakfı olanlarda var, olmayanlarda... El- bet bir punduna getirilenler de bulunur." Krepen Pasajı'nda sıra sıra masalar dizilidir. Bir orta masa var ki oraya kim gelirse ilişir. Meyhanenin bol kadın- lı masası orasıdır. Pasajdaki ünlü meyhaneler Bayram'ın Neşe'si ile içerideki Imroz'dur. Rüstem'in yeri garson Me- miş'in yeridir. Memiş bir neşeli omlet" yapar ki tadı da- maklardan çıkmaz. Çiçek Pasajı bir gece Degüstasyon'la birlikte çökünce, oradaki içkili yerler kendilerine bir yer aradılar. Çoğu Kre- pen Pasajı'na taşındı. Içkiciler bir süre burada barındı. Günün birinde Krepen Pasajı da yıkıldı. Imdada Çiçek Pa- sajı'nın onarılması yetişti. Ancak Çiçek Pasajı eskisi gibi olmadı. Dalan, belediye başkanı olunca pasajdakileri ör- gütledi, burasını turistik bir yere çevirdi. Çiçek Pasajı gene var ama yerli değil, yabancı (yani tu- ristik). Sanatçı keseleri de turistiğe pek dayanmıyor. Çi- çekçiler kapandı, pasaj silme meyhane oldu. Gidilen yerler güzel olduğu gibi gidilmeyen yerler de güzel... Kişinin ayağının alışması. dostlarını bulması da o yerleri güzelleştirir. Bana, bazen sorarlar: "Nereye çıkıyorsun?" "Çıktığım belli bir yer yok." "Bir yere çıksan da eskiden olduğu gibi biz de gelsek, belli bir yerde toplansak..." "Oiur" derim, ama gene belli bir yere çıkamam. Kentin trafiği beni öldürüyor. Akatlar'dan Babıâli'ye otobüsle de olsa, taksi ile de olşa, özel araba ile de olsa bir-bir buçuk saatte ancak ulaşabiliyorum. Akşamı da sabahı gibi. Cad- delerin biraz tenhalaştığı saatleri seçeceğim de yoğun trafikten kurtulacağım. Geç kaldı mı, insanın hapı yuttuğu- rtun resmidir. Eskiden böyle miydi? Sokaklar gibi insanın ruhu da sıkılıyor. Şimdi konuştuğumuzda, "Eskiden bir Krepen Pasajı vardı" diyeoyalanıyoruz. Oyalanmasak elden ne gelir ki!.. imroz da, Kadir'in Yeri de arka sokağa taşındı. Krepen Pa- sajı da öteki yerler gibi bir hayal oldu... BULMACA SOLDAN SAGA: 1/ Deride yer yer beyazlaşma ile be- lirgin deri hastahğı. II Yunan mitoloji- sinde aşk tanrısı... Yakın arkadaş. 3/ Mikroskop cami... Bir bağlaç... Bakı- nn simgesi. 4/ Faz- la bön, avanak... "Yiyin efendiler yi- yin, bu —ı iştiha sizin" (Tevfik Fik- ret). 5/ Kırk dört okkalık eski bir ağırhk birimi. 6/ Çahşanlann giriş çıkışlannı işaret- leyen kimse ya da aygıt. 7/ Işaret... Bir çemberin 36O"ta birine eşit olan açı birimi. 8/ Çöl bölgelerinde ba- zı çukurlann tabanını kaplayan tuzlu ve killi toprak... Küçük ağıl. 9/ Üzerine yazı yazılan tabaklan- mış ceylan derisi... Menteşe. YUKARIDAN AŞAĞrYA: 1/ Bi- siklete verilen bir başka ad. 2/ As- ya'da bir ülke... Çıkar yol, çare. 3/ Çene altından ve yanaklann üzerinden geçilerek baş örtttsü- ne kancalanan, genellikle gümüşten yapılmış takı... Akım şid- deti birimi kiloamperin simgesi. 4/ Duman lekesi... Sıcak ve kurak bölgelerde yetişen, sanmtırak küçük tohumlanndan kud- ret helvasına benzer bir madde elde edilen bitki. 5/ Torba bi- çiminde bir balık ağı. 6/ Düşünce... Evde ya da odada saygı- değer kişilerin oturduğu baş köşe. 7/ Çin ve Japonya'da oy- nanan bir çeşit satranc... Arap yazısmda kısa ünlü yerine kul- lanılan işaret. 8/ En tanınmış sinema ödülü... Fasikül. 9/ Gizli yer, köşe bucak... Alevi-Bektaşi ozanlannm tarikatlanyla il- gili şürlerine verdikleri ad. MAZGİRT 2. NO.LU KADASTRO MAHKEMESt Parsel No: 434 Dosya No: 1958/845 Es. 1961/255 Ka. Mahkemenüzin 29.6.1961 tarih ve 1958/845 Es. 1961/255 Ka. sayı- h karan ve Mazgirt ilçesi, Muhundu köyü hudutlannda kain 434 noJu parselin davacüann itirazlannın reddine, Fmdık llarslan, Reşit Cihan- gir, Mehmet Cihangir, Gazel Cihangir adlanna tesciline karar veril- miş olduğu, davaa Keko Cihangir'in adresi meçhul olduğundan ken- disine karar tebliğ edilemediğinden, işbu ilan gazete ilanından 30 gün sonra davacı Keko Cihangir'e tebliğ yerine kaim olmak uzeri Uanen teblig olunur. ELAZIĞ-ALTINOVA ÇİMENTO ŞANAYİİ T.A.Ş. GENEL MÜDÜRLÜĞÜ AFŞİN-ELBtSTAN'DAN + %2S TOLERANSLI 5000 TON KÖMÜR KÜLÜ NAKLETTİRİLECEKTİR 1- Fabrikamız ihtiyacı için Afşin-Elbistan Linyitleri Işletmesi'nden satın alacağınuz + %25 toleranslı 5000 ton kömür külünün yükle- me, nakliye ve fabrikanuz stok sahasına tahliye işlerini yaptırmak üzere; kapalı zarfla teklif alınmak suretiyle ihale yapılacaktır. 2- ihale 2.6.1992 günü saat 14.30'da fabrikamızda yapüacaktır. Iş- tirakçilerin şartnameye göre hazırlayacaklan tekliflerini belirtilen gün ve saate kadar Fabrikamız Haberleşme Şefliği'ne tevdi etmeleri lazım- dır. Postadaki vaki gecikmeler, telefon ve telgrafla yapılacak teklifler dikkate aiınmayacaktır. 3- Bu işin şannamesi Fabrikamız Ticaret Müdürlüğü'nden temin edilebilir. 4- Bu işe ait geçici teminat 15.000.000r TL. olup, kati teminat tek- lif tutarının "VtlO'udur. 5- Şirketimiz bir iktisadi devlet teşekkülü olan Türkiye Çimento ve Toprak Sanayii T.A.ŞÎnin bağlı ortaklığı olup. 2886 sayılı kanuna tabi olmadığuıdan ihaleyi yapıp yapmamakta veya dilediğine yapmakta serbesttir. tlgililere duyurulur.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear