02 Haziran 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
22 MART 1987 CUMHURİYET/7 Londra'dan ıı BrükseVden Thatcher nereye kadar? tifak, üçüncü güç olarak, n.uhaSeçimden önceki son bütçeyi açıklayan Ingiliz fazakârişçi çaüşmasından yararMaliye Bakanı Nigel Lawson, vergilerde, faiz lanıp ulusal çapta seçim kazanaoranlarında, kamu borçlanmasında ve bilir mi? Thatcher'ın bu soruya yanıtı, hayır. Muhafazakârlar, itenflasyonda indirim öngörüyor. Gelişmeler, tifakın yerel başanlannın yerel muhafazakârların, kendi başarıları nedeniyle özgünlüklerden kaynaklandığını değil, rakiplerinin başarısızlıkları sayesinde dahabelirtirken, ezeli rakipleri Işçi Partisi'nin oy kaybetmeşine daşanslı olduklannı ortaya koyuyon RAGIP DURAN LONDRA lngiltere Maliye Bakanı Nigd Lawson, 17 martta Avam Kamarası'nda 1988 dönemi batçe yasa tasarısını açıklarken tüm gözlemciler, bütçenin erken seçirn olasılığını ne denli güçlendirebileceğini düşünüyordu. Thatcher hükümetinin yeni bütçesi, iktidara geldiği 1979 yılından bu yana uyguladığı ekonomik ve mali politikaların bir uzantısı olarak değerlendirildi. Ancak bu kez amaç, yaklaşan seçimlerde oy potansiyelini artırmak olduğu için "popüler kapitalizm" adı verilen monetarist hür teşebbüsçülüğün "popüler" cihetine ağırlık veril diği gözlendL Gelir vergisinde yüzde 25'lik bir indirim, alkol, petrol ve sigara vergilerinin artınmı, enflasyonun aşağıya çekilmesi, faiz oranlannın ve kamu borçlanmalarının azaltılması bütçenin temel nitelikleri olarak dikkat çekiyor. Bütçe, muhafazakâr hükümetin seçim kampanyasındaki silahı durumunda. Siyasi alanda ise Thatcher, kendisi için en uygun zamanda erken seçim ilan ederek îşçi Partisi ve ittifak karşısında üçüncü kez zafer kazanmak amacmda. Geçen ay Greenwich ve Truro'da yapılan ara seçimlerin ikisini de liberalsosyal demokrat ittifak üyelerinin kazanması, tngiliz politika sahnesine önemli bir soru işareti getirdi: İt ha çok seviniyorlar. Örneğin Greenwich ara seçimini de, İşçi Partisi'nin bölünmüş olduğu şeklinde yorumladı çoğu muhafazakâr. Sosyal alanda önceki gün açıklanan suç işleme oranları ve istatistikleriyle işsizlik ve konutsuzluk başta olmak üzere, çeşitli toplumsal alandaki veriler, muhafazakâr hükümetin 79 ve 83 seçim kampanyasında öne sürdüğü vaatlerin çoğunü gerçekleştiremediğini kanıtlıyor. lngilterede her 8 saniyede bir suç işlendiğini belirten İçişleri Bakanlığı, uzun vadeli önlemler için gerekli mali kaynağa sahip olmadığını itiraf ediyor. İşsizlik ise geçen şubat ayında rekor sayıya ulaşarak ilk kez 5 milyona yaklaştı. Merkezi hükümet ile yerel yöne timler arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle konut sorunu da İngiltere'nin hâlâ tam anlamıyla çözüm bulamamış sorunları arasında. Ne var ki, muhafazakârların son derece önemli bir kozları var: Alternatifsizlik. İşçi Partisi, 1986 yılının 10. ayına kadar kamuoyu yoklamalarında başı çekerken, önce tek yanlı antinükleer savunma politikası, daha sonra da parti içindeki sol kanadın aşırılıkları nedeniyle taraftar yitirmeye başladı. İttifak ise, bazı yerel başanlara rağmen, iktidar deneyimsizliği ve yine kendi içindeki sorunları nedeniyle Thatcher'a karşı ciddi bir seçenek oluşturamıyor. Üstelik ittifakın maddi ve manevi gücü de diğer iki partiye oranla oldukça za Mülteciler ve datissıla rüyası HADİ LLUENGÎN BRÜKSEL Sürgünü yaşamayan, acısını bilemez. Geceleri daüssıla rüyalan görülür ve sabahları mülteci olarak uyanılır. Bırakılan yer, kendi objektif gerçeğinden, mültecinin subjektif gerçeğine dönüşür. Sürgün, hoşgörüsüzlük, acı ve hasret üzerine inşa edilmiştir. Türk tarihinde mülteciler ve sürgünler hep olmuştur. Cem Sultan, Genç Osmanlılar, İtühatçılar. Hanedan, Şair, KırkyedilUer, Elliyedililer sürgünün yolunu tutmuşlardır. Şair, sürgünün zor bir zanaat olduğunu söylemiştir. tç bünyesinde sürgün doğurganı olan Türk tarihi, bununla çelişkili biçimde, bizzat kendisi bir mülteci yurdu oluşturmuştur. Engizisyon artığı Iberya Yahudileri, Leh prensleri, Kafkas ve Kınm Müslümanlan, bolşeviklerden kaçan Ruslar, Naziler'den kaçan Museviler, Mollalardan kaçan İranlılar, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyeâ'ne iltica etmişlerdir. Mülteciler ve sürgünler, yakın Balı tarihini de belirlemişlerdir. Rönesans, Bizanslı mültecilerin sayesinde doğmuştur. Aydınlanma çağının fikirler ri sürgün ışıklarından > ayılmıştır. Amerikalar, esas olaıak mülteci yurtlandırlar. Marks, Almanya'nın değil, iltica ettiği İngiltere'nin ekonomisini incelemiştir. Lenin, iktidar ve azınlık diktatörlukleri teorisini Isviçre'den üretmiştir. Strawinsky, step konçertolarını step hasretleriyle bestelenmiştir. Bu hafta, Avrupa Parlamentosu'nda multecilere ilişkin rapor tartışılacak. Konunun gündeme gelmesinin nedeni, AET ülkelerindeki mülteci sayısınm seksenli yılların başından beri sürekli artış kaydetmesi. Oscar Veller adındaki milletvekilinin raporuna göre, on iki Ortakpazar ülkesinde yanm milyonu aşkın mülteci mevcut. Bir o kadarı da, ya mülteci statüsüne sahip olmak için sırada, ya da hukuken bu statüyu elde edememiş bile olsa fiilen ilticacı durumunda. Yine aynı rapora göre, mülteciler, AET'nin toplam nüfusunun binde ikisini oluşturuyorlar. tltica talebinde bulunan beÜi başlı ülke yurttaşları ise, SriLankalılar'dan, iranlılardan, Pakistanlılar'dan, Türkler'den, Hintliler'den, Polonyalılar'dan, Ganalılar'dan ve Vietnamlılar'dan müteşekkil. Yani, mültecinin çoğu Asya kökenli üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşları. Rapora göre, mültecilerin önemli bir bölümü "ekonomik ihicacı" "TaraH" kavminden olduğu için, haîsveç Sosyal Demokrat Partisi'nin önde gelen isimlerinden Perrson, Olof Palme'nin mezan başutda, saygı duruşunda. yatının tehlikede olduğunu söyleyen SriLankah'yı, falanca fraksiyondan olduğu için yargılanacağını belirten Türkü, dindar olmadığı için öldürülüceğini ifade eden lranlı'yı Batı Avrupa'dan iltica hakkı istemeye iten neden, esas olarak siyasi değil ekonomik. Mükecilik, göçmen işçilere selamlık kapısıru kapatan AET konağına vekilharç kapısından girebilmek için bahane. Bunun böyle olduğu doğru. Ancak, madalyonun birde öteki cephesi mevcut. Yeryüzündeki yirmi milycn mültecinin çok Önemli bir bölümü üçüncü dünya ülkelerinde. llticacılar, AET de\letlerindeki toplam nüfusun binde ikisini oluştururken, bu oran Somali'de yüzde on üç, Iran'da yüzde beş, Pakistan'da yüzde üç, Burundi'de yuzde altı, Sudan'da ise yüzde dört. Üstelik zengin Avrupa Topluluğu ülkelerinın mülteciler için yapnğı harcamalar, kendi topraktarında ilticacı banndıran yoksul ülkelerin yaptığı harcamalara nazaran devede kulak. Yani, "beyaz adanTın, son yıllardaki ekonomik iltica furyasından yola çıkarak bir bardak suda fırtına koparması ve sonra da geri kalmış ülkelere yardımdan dem vurması pek dürüst bir yaklaşımın ifadesi değil. Zenginliğini paylaşmak niyetinde gözükmeyen "beyaz adanTın, dünyada açlık konusunda döktüğü timsah gözyaslan riyakâr. Ancak, bir de gerçekten siyasi mülteciler var. Yani, fikirlerinden ve ülkelerindeki hoşgörüsüzlük ortamından dolayı sürgüne gitmek zorunda kalanlar var. Bunlar, Batı Avrupa da genelde iyi şartlara sahipler. En azından. gece yarısı uyandınlıp zindana tıkılmayacak, mangaların ' önünde kurşuna dizilmeyecek, Gulag Takımadalan'na gönderilmeyecek kadar iyi şartlara sahipler. Ne var, bizzat bu tur mültecilerin önemli bir bölümü, onları surgune yollayan zihniy«in uzantısı durumunda. Geceleri ' daussıla rüyaları görseler bile, kendi fikirlerinin iktidarda olması durumunda, başkalarını daüssıla ruyala ' n görmeye göndermeye hazırlar. tçinde bulunduklan hoşgörü ortamından istifade ettikleri halde, o hoşgörü or • tamını berhava etme sevdasındalar. Küçük hanedanlar, küçuk ittihatçılar, küçük Leninler, kuçük despotlar olmak hevesindeler. Mülteciliğin, hasret ve acı demek olduğunu unutup, kendilerinden olmayan mülteciler üretmek peşindeler. Kendi 'otalitarizmlerini, onlan sürgüne yollayan öteki totalitarizmlere üstün kılmak l gayretindeler. ^ Bunlara Allah acısın. j, Stockhohn'den yıf. Bu manzara, siyasi gözlemcilere, üçüncü Thatcher hükümetini gösteriyorsa da muhafazakârların, kendi başarıları nedeniyle değil, rakiplerinin başarısızlıkları sayesinde seçim kazanmaları daha güçlü bir olasılık olarak görünüyor. Pahne, CocaCola ve Euravision YAVUZ BAYDAR STOCKHOLM Günlerden pazar ya, konumuz yine Coca Cola. Hatırlayacaksınız, bundan birkaç pazar önce, Stockholm'de ulusal müze salonlannda Coca Cola'nın 100. doğura yıldönümü nedeniyle açılan bir sergiden ve bunun yarattığı yankı ve tepkilerden söz etmiştik. "Coca Cola gibi çok uluslu emperyalist bir şirket kendislni tsvtç müzelerine nasıl yuttnrabildi?" tanısmalan, ulkenin tamnmış kültür kişüiklerinin kaulımıyla gazetelerin sayfalarını işgal ededursun, bunca gürültüye neden olan renkli gazoz, fazla zaman yitirmeden ve hiç beklenmedik bir biçimde, Eurovision Şarkı Yanşması finallerinde zuhur etti. Ama dilereeniz bu olayın aynntılanna inmeden, geçen haftalann en önemli gelijmesiyle, Olof Palme'nin ölümünün 1. yüı nedeniyle düzenlenen törenlerle başlayalım. isveç'in karaıüık bir cinayete kurban giden başbakanı, başkentte ölümünün yıldönümünde çeşitli törenlerle anıldı. On binlerce insanın katıldığı törenler sırasmda, gerek cinayetin işlendiği kavsağa, gerekse Palme'nin mezannın bulunduğu kilise bahçesine çiçekler, çelenkler bırakıldı. Aynı günün aksamı, Başbakan Ingvar CaHsson'un da kaulımıyla, Stockholm Konser Sarayı'nda "Banşa Evet, Şiddete Hayır" temalı bir gece düzenlendi. Aksamadan gerçekleşen törenler sırasmda, güvenliğe ilişkin herhangi bir sonın doğmadı. Ancak, konser sarayında gösteri sürdüğü sıralarda, Palmet nin mezannın bulunduğu Adolf Fredrik Kilisesi çevresinde, polisin dikkatleri çekecek ölçüde geniş önlemler aldıgı görüldü. Olan bitenlerin nedeni sonra anlasıldı: Finlandiya'da bir tiyatro gösterisi sırasmda seyircilerin üstüne dışkı, yemek artığı, köpük ve kırbaçla saldırarak büyük bir skandala yol açan 4 kişilik Tann Tiyatrosu, Stockholm'e gelerek cinayetin işlendiği saatlerde kilise bahçesinde bir gösteri yapacağını duyurmuştu. Söylentilere göre, tiyatro üyeleri kilise duvarlarına kan dökmeyi, yazılar yazmayı ve "şiddeti tnm çıplaklığı ile sergilemeyi" tasarlamaktaydı. Ama hiçbir şey olmadı. Polis önlemlerinin alındığı sıralarda, saat 23 sularında, Tann Tiyatrosu bir başka semtte gizli bir gösteriyi başlatmıştı. Haber alıp gelen ve yaşlan 20 dolaymda olan yüz kadar seyirci, içeri alınmadan önce bir kâğıda isimlerini yazdılar. Verilen bilgiye göre, piyes tam Palme'nin öldürüldüğü saatte, yani 23.21'de sona erecekti. Karanlık merdivenlerden salona inen seyirciler, çıplak bir sahne ile karşılaştılar. Ortada tavuk pisüğini anımsatan bir küme duruyordu. Garip biçimde kokan bu kümenin içine kırmızı karanfiller yerleşlirilmişti. Sahnenin iki yanmda, kaloriferlere gazlı bezlerle bağlanmış iki oyuncu bulunuyordu. Her ikisi de çırılçıplaktılar. Merdivenlerde oturan 3. oyuncu ki, o da çıplaktıayağa kalkarak konuşmaya başladı: "29 şubat. Saat 23.10. Stokholm'deyiz. Hazır bulunanlar." Burada gösteriye gelenlerin isimleri yer almaktaydı. Gösteri, bunun ardından, listeyi okuyan oyuncunun bağlı olan diğer ikisini acımasızca kırbaçlamasıyla sürdü. Seyircilerden çoğunun dehşet içinde terk ettiği gösteri, salondan sahneye giren bir kadın seyircinin kırbaca zorla el koymasıyla son buldu. Tanrı Tiyatrosu üyeleri, gösteriden sonra, "Biz Palme'yi böylc çarpıa bir biçimde anmak istedik" dediler. Tann Tiyatrosu'nun faaliyetlerini burada boylece noktalayıp gelelim Coca Cola'ya. 9 mayısta Belçika'da yapılacak olan Eurovision Şarkı Yanşması'nın lsveç finallerini hiç beklenmedik bir biçimde "Fynı Bugg Och ea Coca Cola" (Dört Bugg Çikleti ve Coca Cola) adlı beste kazandı. Ve ortalık kanştı tabii. Birincisi, finalde daha iyi besteler olduğu söylenmekteydi. lkinci ve asıl neden ise, şarkının nakarat bölümünde sürekli biçimde renkli gazozun isminin geçmesiydi. Sonuçlann açıklanmasından sonra gerek TV'nin, gerekse gazetelerin telefonları sinirden deliye dönen seyircilerin öfkeli sesleri ile bloke oldu. Kimi "tsveçli olduğum için utanıyorum" diyor, kimi ise "Naal olur da ıduslaransı sömürgenleır böylc alet oluruz" diye bas bas bağınyordu. Şikâyetçiler, hukuki açıdan haklıydılar. Reklamın yasak olduğu lsveç TVsi kendi kurallannı bariz biçimde çiğnemişti. Daha da beteri, EBU, (European Broadcasting Union) reklam içerikli sarkıların yanşmaya katılmasına kesinlikle izin venniyordu. Finalin ertesi günü, TV müdürünün EBU kurallanndan haberi olmadığı anlasılırken, kendilerine "Dört Bugg Çikleti Komandolan" adım veren bir grup, ulusal müze salonlanna girerek pis kokulu bombalar attılar. Eylemci ekibin bir temsilcisi, "Sonnnda bu sergi gerçek bir hava içinde izlencbilecek" dedi. Coca Cola ise olup bitenlerden son derece memnundu. Şirketin pazarlama müdürü, şarkıyı çok beğendiğini belirterek, "EsUden ne güzel Andrr* Sislers'in Drinking Rhum and Coca Cola adlı şarkıs vardı. Şimdi buna güzel bir şarkı daha tklendi" diyordu. Durumun vehametini kavrayan TV yöneticileri, çeşitli konsültasyonlardan sonra, şarkının sözlerinin yeniden yazılmasına karar verdiler. Şarkının bestecileri, şu sıralarda yeni bir nakarat arayışı içindeler. Auckland'dan Türkiye'den öteki tarafa NADİR PAKSOY AUCKLAND Türkiye'nin ortasından demir bir çubuk sokulsa ve dosdoğru yerkürenin ortasındajı geçirilecek şekilde itilse ucu nereden çıkarmış. biliyor muydunuz? Yeni Zelanda'dan... Ben böylesi coğrafi bilmecelenn büyüsüne kanıp da yolculuğu "ıran merkezi"nden yapma cesaretini gösteremediğimden "çagdaş yolu" denedim. En büyük kenti Auckland'a vardığımda aktarma hariç 3032 saat havada kalındı. "Magnta yolu" ne kadar sürerdi kestirebilmek bence olanaksız... Eski denizciler, buldukları uzak topraklarda kraJ ve kraliçeleri yanı sıra, geldikleri diyârdan sevdikleri bir yöreyi de "yenlden" yasatma geleneği oluşturmuşlar. lngiltere'deki "York" kasabası ABD'de "New YorVkentinde, "Güney Galler" eyaletinde "yeni" bir yaşama kavuşurken; Hollanda'nın iç bölgesi "Zceland" da, n.yy'dan itibaren Oüney Denizlerine taşınarak "Yeni Zdanda" oluvermlş. Daha sonraki yıllarda, Avustralya ile birlikte Yeni Zelanda'ya da, 83 yazmda bizim TV'de haftalarca gösterilen dizi film "Sarah Dane" türünden göçler başlarken, yerli halk Polinezya ırkından Maoriler ve uygarlıkları o kadar mücadeleye karşın, kendilerinden çook uzaklardaki ırkdaşları olmasa bile kaderdaşları "Zulu"lann akıbetine ugrayıp sonunda pes etmişler. Bugün sayıları 250 bin kadar olan Maoriler'e, kendilerine ait bölgelerin dışında en yoğun olarak ülkeyi oluşturan iki adadan biri olan "Kuzey Adaa"ndaki kentlerin kenar mahalle barlarında rastlanabileceği söyleniyor. lşte, taa o eski göç devırlerinden bu yana, "yeni" Ulkenin "yeni beyazlan" sonradan "yeni" gelenlere biraz kuşkuyla bakar olmuşlar. Auckland Havaalanı'ndaki 'memıır bey', bir kere heraen herkesin, vizeden gayrı bir de dönüş biletini dikkatle denetliyor ve sonra da gözü tutmadıklanna cebindeki paradan, gideceği yerlere, kalacağı otellere dek bir sürii 'ahret sorgusu'na başlayabiliyordu. Ben 'derdimi' kesin ve kısa açıkladığımdan rahat geçtim. 16 yaşındaki lngilizcesi kıtça Isviçreli çocuk, orada yaşayan amcasııun davetlisi olmasına karşın, 'derdini' anlatamadığı için, gerisın geriye geldiği uçağa konulmasını engelleyememiş. Dışarıda bekleyen amcasının yaygarasına, basın ve TV de katılınca " i ş " büyümüş ve üst düzey yetkililerinin girişimiyle çocuğun İsviçre'ye ulaşmadan Sidney'de uçaktan indirilip, Auckland'a geri dönmesi sağlanmış. "Yeni Zebnda'mn dış dünyadald denokratik ve hür ülke imajı"nı sarsmakla suçlanan hükümet, işin kendileriyle hiçbir ilgisi olmadığını, "olay"ın görevli memurun "işgüzar•gT'ndan kaynaklandığını ıleri surerken; havaalanı pasaport kontrol yetkilileri, "sadece kuraüan uyguiadıklan"nı belirterek, "Ülkeye dışardan sokulmak istenen herbangi bir bayvan, bitki ve gıda maddesinia ünnas"yla ilgili yasa bir yana; "güven vermeyen, kacak isçi göçmen olabilecek yabancılaru da girişlerinde vizeli bile olsalar azami dikkat gösterilmesi" yolundaki genelgeleri aramsatıyorlardı... Öyle ya, komşulan Avustralya'nın karşılaştığı "göçmen" sıkıntısından alınan dersle, ülkelerini her önüne gelene açmayıp, "sari giyenleri, kara lenlileri. cekik gözlüleri, türbanlılan ince bir elekten geçirmek" gerekiyordu. Evet, Yeni Zelanda demokratik bir ülkeydi ama, "WASP"lara 'birazcık' daha... "WASP", "Beyaz • Anglosakson ve Protestan" kelimelerinin başharfleri olup, uygulanan gayri resmi göçmen politikasının sokaktaki adı. Oysa, böylesi başharflerden türetilmiş bir diğer yapay hitap sozcüğü "POME"u duyunca da sinirleniyorlar. "POME", "AnavaUn İngiltere'nin mahkumlan" demek. "Kivi" denilmesine ise sadece gülümsüyorlar. Kanguru Avustralya için ne ise Kiv: de Yeni Zelanda için öylesine bir simge. Tavuk iriliğinde, uzun sivri gagalı, ama uçmasmı unutmuş bir kuş ve yalnızca bu ülkeye özgü. Bizim kelaynaklar misali, korunmadalar. tki büyük adadan oluşan ülkenin yüzölçümü Türkiye'nin üçte biri. Nüfusu ise ancak 3.5 milyon kadar. Buna karşın 60 milyondan fazla koyun olduğu ve de Yeni Zelmda'nınyerü halkı Maorütre ait bir ytrkşbn bölgesinin girişindeki tahta oyma desenler. adam başma (beşikteki bebeler de dahil) 20 koyun düştüğü belirtiliyor. Avustralyalılar, Güney Yanküre'de "kentlüiğin" sonradan olma tatlı görgUsüz "arislokrallıgıa" temsilcisiyse; Yeni Zelandalılar da tam tersine "köylülüğün", köylü iyi niyetinin ve saflığının, dünya görmemişliğinin ve eh birazcık da kabalığının simgesi. Aslında ülke de, yerine göre trlanda'nın, Isviçre'nin, Norveç'in köy manzaralarının toplandığı bir sergj sanki, kırlardan fıyordlara dek... Auckland'ın toplam nüfusu 800 Türkiye'nin ortasından demir bir çubuk sokulsa ve dosdoğru yerkürenin ortasından geçirilecek şekilde itilse, ucu nereden çıkarmış biliyor musunuz? Yeni Zelanda'dan... Ama ben, 'arzın merkezinden seyahat' edecek cesaretim olmadığı için, aynı yolu havadan denedim. bini gecmezmiş. ama kent elli km. çapında bir alana yayılmış. Çünku herkes tek katlı, küçük bir bahçesi olan, hatta bir de fıçı kadar olsa bile ytizme havuzu bulunan evlerde yaşamaktan hoşlanır ve bunu amaçlarmış. Yüksekçe sayılan binalar yalnızca kentin merkezine özgü. Ve bu merkezin, birkaç irice caddesi akşam 57 arası, arabalanna koşar adım binen ve banüyödeki 'sıcak aile ocagına' bir an Önce kavuşmanın günün anlamı olduğunu kabullenmiş çoğunluk ile; yıllardır yasanan bu tekdüzeliğin sıkıcı olduğunu sonunda keşfedip, bunu bir barda biraz cık olsun 'gevselmeyi' seçen Robin gibi azınlıklarla hafıften hareketleniyorsa da saaı 7'den sonra ortalık birdenbire hızlı maç sonrasındaki stadyumlara benziyor. Meydanlar ya tek tük gezginlere ya da Samoa veya Cook Adaları gibi Yeni Zelanda'nın eski veya hâlâ suregelen Pasifik sömürgelerinden gelen göçmen çocuklanna kalıyor. Bir ekim aksamında Güney Yarımküresi yaza yaklaşmasına karşın, bu çocuklar başı boş, dolduklan pasaj girişlerinde yine de üşüyorlardı. Cumartesi gecesi Auckland'ın merkezi birazcık canlanır gibi oldu. Işıklardan nispeten zengin 'Kraliçe Caddesi'nden rükuş giyimli genç kız ve oğlanlar, birkaç punkçu şöyle bir geçip gittiler. Öğleden sonra liman kıyısında yürürken, "Greenpeace Yeşil Barış" gemisini gördum. On bes ay önce bu limanda bombalanan sancak gemisi "Gökkuşağı Savasçısı" batınldığı yerden doğrulmuş ve "ycnilenmiş" duruyordu. Kentin göbeğinde gepgeniş bir park, parkın ortasında da cüsseli taş yapısıyla "Savaş Miizesi" yer alır. Müzenin duvarlarına kahramanlık gösterilen cephelerin adları iri harflerle kazınmış. Anzaklann bitip tükenmez sermayesi "GallipoliGelibolu " da baş köşede. Türkiye ile Yeni Zelanda ise yerkürenin birbirine zıt iki ayrı köşesinde... ParisHen Iktidamı bir yıh SABETAY VAROL PARİS General De Gaulle'ün üzerine ısmarlama elbise gibi dikilmiş Fransız Anayasası, 16 Mart 1986 seçim sandıklarından çıkan sonuçlarla birleşince, Fransızların "Cohabilation" olarak adlandırdıkları iki başlı rejim dönemi bundan tam bir yıl önce yurürlüğe girmişti. Cohabitation, "biriikte oturma" şeklinde Türkçeye çevrilebilir. Yöntem, Fransa tarihinde ilk kez deneniyordu. Devlet başkanına başka hiçbir Batı demokrasisinde görulme>pen "mutlak monark" yetkileri tanıyan Fransız sistemi, bir anda kendini, yürütme yetkilerini inanılmaz bir iştah, hatta oburlukla ele geçirmeye çalışan ihtirash bir başbakanla karşı karşıya buluverdi. S. cumhuriyetin başbakanlan, o zamana kadar, doğrudan seçimle seçilen ve yedi yıl iktidarda kalan cumhurbaşkanının neredey se ")nver"i gibi çalışırlardı. İktidar yıpranmaya başlayınca, başbakan istifa eder, cumhurbaşkanı, yeni atadığı başbakanın "bekaref'ini bir süre değerlendirerek kendi görüntüsunü tazelemiş olurdu. 16 Mart I986'da seçmen ilk kez, 5 yıllık sol bir yönetimin bir numaralı sorumlusu Cumhurbaşkanı François Mitlerrand ile 5 sandalyeli dar çoğunluğa sahip sağ bir parlamentoyu karşı karşıya getirmişti. Yani, bir yanda meşruiyetini, 1981'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden alan Mitterrand, ote yanda meşruiyetini 1986'da yapılan seçimlerden alan bir parlamemo... Başbakan Jacques Chirac. pratik bir değerlendirmeyle, en son edinilmiş meşruiyetin en geçerli olduğu fikrinden hareketle, Mitterrand'ı Elysee Sarayı'nda, "işsizgüçsüz" bir simgeye indirgemeye çalıştı. Başlangıçta bir miktar etkili olmadı değil.. Anayasanın de\let başkanına tanıdığı dış politika \e savunma gibi iki ana konuda bile, Mitterrand'ın tüm hareket serbestisini elinden almaya çalıştı. Mitterrand'ın tüm dış gezilerinde, Chirac'ın kendisini yalnız bırakmadığını görüyoruz. Son İspanya gezisinde başbakanın "tspanya ile ittşkiler hükumetimiz döneminde düzeldi", şeklindeki sözler sarfetmesi, soğukkanlılığıyla tanınan Mitterrand'ı çüeden çıkardı ve 70'lik kurt politikaa dış topraklarda başbakanıyla polemiğe girmek zorunda kaldı. Çok genel bir perspektif içinde ele alımrsa, Fransız seçmen çoğunluğunun sağ eğilimli olduğunu, son 30 yıllık Fransa tarihi net bir şekilde gösteriyor. Yapılan onlarca seçimden sadece 198rdekileri sol partiler kazanabildi. Sosyalistlerin kendileri bile bu başanyı "parkur sırasmda bir kaza" olarak niteliyorlar. Bu nedenle Chirac hükümetinin 1 yıl içinde aşırı yıpranmışhğına karşın, yapılan sondajlar, sağsol genel oy dağıhmı dengesinin çok az değiştiğini göste ' riyor. Son parlamemo seçimlerinde bu oran yüzde 54, yuzde 46 şeklindeydi. Chirac'ın karşılaştığı tüm güçlüklere karşın, oran dengesinde 23 puanlık bir değişmeden öteye gidilmediği goruluyor. Bu koşullarda 1988'de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eski başbakanlardan Raymond Barre sağın en şanslı adayı olarak beliriyor. Başka bir deyişle, Chirac yıpranıyor, ama bu yıpranma sağın yeterinee aşınmasına yardımcı olmuyor. Sosyalistler de hükümetin zaaflarından yeterinee yararlanamadıklanndan şikâyetçi.. Ekonomik planda hükümetin el atmadığı alan kalmadı denebilir; sosyal sigorta kurumuyla, genel vergi sistemi dışında, 2. Dunya Savaşı sonrasından beri kurulan tüm mekanizmalar ait üst edildi. Liberaller, bu değişiklikleri "gerçek bir devrim" olarak niteliyorlar. Ancak söz konusu de\rimin etkileri günlük yaşamda pek hissedilmiyor. \k da dar gelirli kesimler satın alma güçlerinin giderek azaldığını hissediyorlar. Chcford'dan Yayımeılıkta üçtincü çağ £ 1 4 müitanlannm Tkomintn mezarı başutda düzenledikleri gösteri, tspanyol merkezi hükümetinin bu konudaki başağnsmm uzun süre dinmeyeceğini ortaya koydu. OSMAN BALCIGİL OXFORD Yapılan kamuoyu araştırmalanna göre İngilizler, her Allahın günü beş saatlerini TV'lerinin başında tüketiyorlar. Bu beş saate, dört yıldır tartıştıklan "yayımcılıgın üçüncü çağı" meselesi şüphesiz dahil değil. Nedeni açık, söz konusu mesele, bir yandan TV izlerken tartışılamayacak kadar ciddi. Dört yıl önce ortaya atılan ve atılır atılmaz da çeşitÛ taraflanndan çekiştirilmeye başlanan "kablo >a da uydu aracıiığı iie yayım", bir başka deyişle, "yayımcılıgın üçüncü çağı" meselesine ilişkin olarak İngilizler, bugün pek iyimser değil. Özellikle Fransa ve Almanya'nın aynı konuda katettikleri mesafeyi düşündüklerinde, kötümserlikleri daha da pekişiyor. Hemen belinmekte yarar var, üçüncü çağ projesi, İngiltere'nin tersine, öteki Avrupa ülkelerinde bizzat hükümetlerin himayesinde gelişiyor. Üçüncü çağ projesinin asıl yıldızı, şüphesiz kabloyla ya>ımdan daha heyecan verici olan DBS. Uydu Aracıiığı ile Doğrudan Yayım diye adlandırılabilecek DBS (Direct Broadcast by Satellite) sistemi uygulamaya geçtiğinde, TV meraklılan, e\'lerine yerleştirdikleri 45 cm. çaplı çanaklar vasıtasıyla, dünyanın herhangi bir yerinden yayımda bulunan yüzlerce TV istasyonundan birini seçme şansına sahip olacaklar. Ama bunun için önce DBS uydularının yüryüzünden 36 bin km. uzağa fırlatılması ve sabit bir biçimde yörüngeye oturtulması gerek. Ama DBS sistemine geçiş, keşke pratikte de sözle ifade edildiği kadar kolay olabilsevdi... Madrid'den ETÂ'dan yeni bir gözdağı NİLGÜN CERRAHOĞLU MADRİD Geçen haftalarda İspanya Bask sorununun tüm ağırhğını üzerinde hissetti. Cezayirde bir araba kazasında ölen ETA'nın tarihi lideri "Txomiıı" için düzenlenen cenaze töreni, Bask sorununu görülebilecek bir gelecekte çözümlenemeyeceğinin en kesin deliliydi. Bask terör örgütüne yapılan gerçek bir destek gösterisine dönüşen tören, bir cenazeden çok ETA^ nın şerefine kutlanan bayram havasındaydı. Belki de genç tspanyol demokrasisinin en ilginç olayları arasına girebilecek bu tören boyunca, fspanyol devletinin seyirci kalmaktan öte elinden pek fazla bir şey gelmedi. Txomin'in köyü Mondragon bir gün boyunca tam anlamıyla ETA'nın mutlak hâkimiyeti altında kaldı. "ETA yandaşlanmn bayramı", cenazenin kaldınldığı gün sabah saat 7'de Mondragon sakinlerini uyandıran fışek atışlanyla başladı. Boylece Txomin'in cenazesinin varisi köy halkına duytırulmuş oluyordu. Cezayir'den Barselona'ya bir uçakla gelen cenaze korteji, Barselona'dan Bask ülkesinin kalbi Mondragon'a kadar 500 km. boyunca polis kordonu altında getirildi. Bu arada, Bask ülkesinin değişik yerlerinden gelen 50.000 ETA sempatizanı da, Mondragon'a araba karavanlarıyla ulaşmıştı. Görünüm, 490 kişinin ölümünden sorumlu tutulan bir terör örgütünün en başta gelen liderinin cenazesinden ziyade, bir ulusal kahraman için düzenlenen töreni andırıyordu. "Txoınin"in cenazesi önce, doğduğu evde bir süre bekletildikten sonra, belediye binasının şeref salonuna kondu ve 50.000 kişinin söylediği "Eusko Gudariah" (Bask Askeri) marşı ile tören başladı, İspaya'nın en Katolik halkı olmakla tanınan Baskjılar'ın bir kısmı, tabutun önünden geçerken, haç işareti yaptılar, bir kısmı da sol yumruğunu havaya kaldırdı. ETA'nın amblemi konulan tabutun önünde, daha sonra yüzleri kara maskeli bazı ETA ileri gelenleri saygı duruşunda bulundular. Daha ziyade mitralyetlerin arkasında görüntülenen bu maskeli ETA mensuplarmı "lxoınİB"in cenazesinde uluorta saygı duruşunda bulunurken görmek, İspanyol kamuoyunun önemli bir kısmı için küçümsenmeyecek bir şok oldu. Bütün bunlar karşısında savcıhğın bir soruşturma başlatmak üzere bilgi topladığı belirtildiyse de, 50.000 kişinin birden suçlanmasımn olanaksızlığı, yapılacak herhangi bir soruştunnanın sınırlarını önceden tayin ediyordu. Cenaze ayini, daha sonra, köy kilisesinde, Bask dilinde, 5 papaz tarafından yapıldı. Bu sırada, dışanda binlerce kişi 'Gora ETA", "Viva ETA" diye bağınyordu. Papazlar sadece tabutun üzerinden, Bask bayrağı ve ETA'nın işareti gibi siyasi simgelerin kakhnlmasını istemekle yetindiler. Bu arada, papazlardan biri cenaze duası sırasında"merhum" un siyasi niteiiğini, "Txotnin'in yaşamının belki tartışmaya açık yönleri vardı, ama bunu yargılamak bize değil, Tann'ya düşer" diyerek belirtti. Dini törenden sonra yapılan halk gösterisi sırasında yerel danslar yapıldı, şarkılar söylendi. Bu danslar ve şarkılar yer yer ETA terör örgütünün siyasi arenadaki sözcüsü "Herri Batasuna" partisinin ileri gelen liderleri tarafından yapılan konuşmalarla kesildi. Konuşmalann ana teması hep "bagımsızlık ve aT' isteklerinden meydana geliyordu. "Txomin"in anısına gösterilen saygı, hafta başında, Vitoria'da bir yüzbaşının ETA tarafından vurularak ağır bir şekilde yaralanmasıyla sicillendi. Bu belki artık kanıksanan ETA eylemleri arasına küçük bir dipnot olarak geçecekti. Ama Mondragon'a 50.000 kişiyi toplayan olay kolay kolay göz ardı edilecek gibi değildi. ETA terorizminin ardındaki sosyal taban, İspanyol hükümetinin bu örgütle polisiye önlemler çerçevesinde başa çıkamayacağını çok açık bir biçimde gösteriyordu. İngiliz basınında "Bütün zamanlann en büyük TV kuman!" başlığı altında tartışılan DBS mukavelesini 1986 aralığının başında, beş büyük konsorsiyum arasından, bir Granada, Virgin, Anglia Teievision, Pearson ve Amstrad ortaklığı olan BSB (British Satellite Broadcasting) kazanmıştı. BSB mukaveleyi imzaladıktan bu yana epey sorunla karşılaştı karşılaşmasına ancak bugüne kadar karşılaştığı sörunlar, sıra uzaya DBS uydusu fırlatmaya geldiğinde karşılaşacaklannın yanında solda sıfır kalacak. Çünkü, bilindiği gibi, uluslararası uydu fırlatma programları Avrupa Ariane roketi ve NASA uzay mekiği projelerinde meydana gelen terslikler yüzünden kazaya uğradı. Kablo yoluyla yayıma gelince; adından da anlaşılacağı üzere, yolları kazmak ve döşenecek kablolar aracılığıyla izleyiciye ulaşmak anlamına gelen bu sisteme ilişkin çalışmalar da İngiltere'de, özellikle son zamanlarda epey hızlandı. Daha şimdiden 815 pounddan (9 ila 17 bin lira) kablolu televizyonların servis paketlerine abone olan 200 bin civarında ev var. Peki İngilizler kablo ya da DBS uyduları aracıiığı ile yapılacak yayımlarda talep edilecek ücreti karşılamaya ne kadar hazırlar? Bir başka deyişle, yayımcılıgın üçüncü çağının girişimleri, bu işten şimdiden kârlı çıkabilecek mi? Bunun için şimdiden kesin bir şey söylemeye imkân yok. Fakat, yeni yapılan kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki, İngilizler şu anda izlemekte olduklan TV kanallarından pek memnun değil ler. Yaygın kanaat, BBC ve ITV tarafından dört kanaldan gerçekleştirilen yayımlann bugün sadece ortalamayı tutturduğu. İngiltere'de haftada iki video kaset kiralayan ailelerin rriiktannın hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda olması da buna dair bir işaret olsa gerek. Yayımcılıgın üçüncü çağının yüzyıl sonunda toplumun üzerinde büyük bir etkiye sahip olacağı çok açık. DBS ve kablo yoluyla yapılacak yayımlann gelişmesiyle birlikte oluşturdukları. dengeden eser kalmayacak. Bugüne kadar tngiliz televizyonunun en önemli ilkelerinden biri, "Birbirine karşı kâr savaşı veren özel şirketlerin bu etkili kurumu istismar edemeyecekleri" idi. DBS ve kablo yoluyla yayım yapacakların kendileri için böyle kurallara gerek yok, söz gelimi. Söz konusu güçlerin TV'nin bizzat kendisiyle ilgilendikleri de kuşkulu. Ama bu, TV programlannın kalitelerinin düşeceği anlamına da gelmiyor tabii. Çünkü, girişimcilerin daha fazla para kazanabilmeleri, daha fazla sayıda insan tarafından izlenir olmalarına, bu da iyi programlar üretip üretmediklerine bakacak büytik ölçüde.. Bu tüı bir rekabetten izleyiciler kârlı bile çıkabilirler. Bu arada, giderilmesi gereken "küçük" bir endişe, dile getirilmesi gereken "küçücük" bir soru da yok değil: Ticari nedenlerle kendilerini iyi programlar üretmek zorunda hissedecek olan bu kuruluşlar, acaba, aynı "sorumluluğu" haber özgürlüğü, politik bağımsızlık. toplumun kültür düzeyini yükseltmek gibi konular söz konusu olduğunda da hissedebilecekler mi?
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear