25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CUMHURtYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER solumdaki balerinin, sofranın karşı tarafında oturan genç bir baletle gülümseyerek göz kırpıştıklannı farkettim. Sonra kız bana dönerek parmağıma niçin yuzük taktığımı sordu. Evli ve baba olduğumu söyleyince, hemen sağımdaki söze kanştı: "Kaç kannız var? Sizde birkaç kadınla evleniliyor değil mi?" dedi. Beni gırgıra almak istiyorlar diye duşündüm ve güldüm: "Sayısını bilmiyorum, geniş bir haremim var" diye yanıt verdim. "Doğrusunu söyleyin, ben ciddi soruyorum" deyince ben: " O , eski dönemlerde idi; şimdi, az önce onuruna kadeh kaldırdığınız, Atatürk döneminde yaşıyoruz. On yıldan beri yürürlükte olan Medeni Kanun eski usulü kaldırdı. Artık tek kadından fazlası alınamıyor. Bugünkü ekonomik koşullarda zaten alınamaz. Nasıl geçinirsiniz o zaman?" yanıtını verdim. Balerinler konuşurken ba2i Fransızca sözcükleri bulmakta giıçlük çekiyorlardı. Sağımdaki birden bana dönerek, neredeyse öfkeli bir sesle: "Peki, siz Fransızca ve Almanca öğrendiniz de niçin Rusça öğrenmediniz?" diye sordu. "Eğer bir gün sizler gibi güzel iki Rus kızı arasında oturacağımı bilseydim, kesinlikle Rusçayı da öğrenirdim" dedim. " N e kadar nazik ve hazırcevapsınız" diyerek kahkahayı bastılar. Sağımdaki balerin: "Şimdi bize yapmış olduğunuz komplimanı karınız duysaydı kıskanmaz mıydı?" sorusunu yöneltti. "Hayır"dedim, " O bunun bir şakalaşmadan ibaret olduğunu anlayacak kadar zekidir." Solumdaki kız: "Bende de bir parça zekâ var, ama sevdiğim erkeğin başka kadjnlan boyle övmesini kıskanınm doğrusu" dedi ve az önce göz kırpıştığı erkeğe doğru baktı... Sofra yine zengin ve görkemliydi: Havyar, votka, en iyi kaliteden meyveler bolca vardı. Bu kez ben sorulara başladım: "Siz her gün bu yiyeceklerden mi yersiniz?" Sağımdaki: "Nereden bulacağız bunları; gerçi aylık ucretimiz, öteki meslek sahiplerinden çok yüksek, fakat o ücretle bile her gün bunlardan yiyemeyiz; hem bulsak da yemek istemeyiz. Şişmanlarsak nasıl bale yapabiliriz sonra?" yanıtını verdi. Sol yanımdaki de, "Böyle ziyafetlere çağnlırsak o zaman bu gördüğunüz nefıs şeylerden yiyoruz, fakat seyrek oluyor b u " diye ekledi. Aradan bir 13 yıl daha geçti. 1949 yılının şubat ayında bilimsel bir toplantı dolayısıyla Paris'te idim. Agence Lubin'den bir konser bileti alırken gişedeki kız: "Size çok güzel bir fırsattan yararlanmaruzı salık veririm: Serge Lifar, dört yıldan beri ilk kez, 2 şubat perşembe günü opera binasında bale temsiline çıkacak, onu görurseniz herhalde çok memnun kalırsıruz" dedi ve sonra; tkinci Dünya Savaşı'nda Paris'in, Almanlar tarafından işgal edildiği sırada Serge Lifar'a, bale gösterilerini kesmediği için, işbirlikçi sayılarak, Paris'in kurtuluşundan beri, yani dört yıldır kendisine iş verilmediğini ve en sonunda onun gibi büyük ve sayılı bir bale sanatçısı ve koregraftan yoksun kalan Fransız balesinin çökmeye başladığı görülünce, bağışlanarak Paris balesine dönmesine izin verildiğini anlattı. Serge Lifar, "Sanat, sanattır ve evrenseJdir. Ben her dönemde sanatunı sergilerim" görüşünü savunurmuş. Bunları duyunca hemen bir bilet aldım. Balede, birincisi "Suite en Blanc", ikincisi "Prelude â l'apremidi d'un Faune", üçuncüsü de "Divertissement" olmak üzere, üç ayrı oyun sergilendi. Edouard Lalo'nun bale müzdğinden aünarak sahneye konulmuş olan Suite en Blanc temsili, herhangi bir konu taşımadan, Serge Lifar tarafından kurulmuş olan Fransız Milli Müzik ve Dans Akademisi Bale ekibinin teknik yetenek ve sanatçı değerini göz önüne sermek amacıyla hazırlanmış on koregrafik etüdden oluşuyordu. Sahne ışıklannda periler gibi güzel görünen balerinlerle, vücut hareketleri uyumlu olan erkek bale sanatçılannın müziğe ayak uydurarak yarattıkları bu on tablonun hepsi de birbirinden güzeldi. İkinci ve üçüncü temsilleri anlatmayacağım. Bunlann hepsi bittikten sonra Fransız Ulusal Bale Akademisi'nin yedi yaşından başlayarak, sırasıyla her yaş ve derecedeki bale öğrenci grupları ve onların ardından bütün yetişkin balerinleri, beyaz kelebeicler gibi bir defile yaptılar. Müziğe uygun ritmik hareketlerle balerinlerin ayrı ayrı gruplar halinde sergiledikleri bu defilede, kuçükleri pek tatlı, buyümuşleri nefes kesecek kadar güzel olan sanatkârlar, bütün seyircileri büyülediler ve onları bir sure için sanki periler diyarında yaşattılar. Sonunda da çağlayanlar gibi alkış topladılar. Unutulmaz bir geceydi bu. Hep duşunürüm, Atatürk Türkiyesi'nde de Meriç Sümen gibi yetenekli ve başanlı bale sanatçılan yetişti. Sanat ve kültürün evrenselliğini yadsıyanlar işbaşına geçip kösteklemeselerdi, bu ulusun bağrından Batılılarınkine eşit nice sanatçı cevher daha yetişirdi, başörtülü genç şeriatçı üniversiteliler değil! Büyük balet ve koregraf Serge Lifar'ın ölürnu bende, 1928 Ankarası'ndaki Kugunun Ölümü sahnesinden beri bale ile ilgili 58 yıllık amları canlandırdığı için, yazımın başlığında onun adının yanına, "ve Ben" adılını (zamirini) ekledim. 1978'de yeni eşimle (eğer on bir yıllık evlilik yeni sayılırsa) birlikte Paris'e gittiğimizde, opera binasında Serge Lifar ve onun dönemindeki ünlü bale yıldızı Yvette de Chauvire anısına bir sergi düzenlenmişti. Her resim, her yazı, her anı önünde uzun uzun durarak gezdik sergiyi. Sonra oradaki görevliye bu iki sanatçının durumlannı sordum. "Yaşlandılar, ama her ikisi de dinç. Sık sık operaya gelirler. Üstat Lifar, daha seyrek uğruyor" yamtını verdi. Şimdi artık hiç uğramayacak, ama adı ve anısı hep yaşayacak bale tarihinde ve kendisini hayranlıkla seyretmiş olanların gönül lerinde... 25 OCAK 198? Kuğuıuın Ölümü, Serge Iifar v e Ben HBFZI VELDET VELİDEDEOĞLU 17 Arabk 1986 tarihli Cumhuriyet'in son sayfasının en alt köşesindeki küçucük bir haber, "Serge (Serj) Lifar öldii" başlığını taşıyordu. Asıl adı Sergey olan Rus kökenli bu bale ve koregraf ustası, Fransa'ya yerleşince adının sonundaki " y " harfini kaldırıp, Serge olmuş ve az çok Fransızlaştırılmış bu adla iin kazanmıştı bütün dünyada. Ölümü beni bir anda elli yılı aşkın bir süre önce yaşanmış olaylara, daha doğrusu bunlann anısına gotürüp daldınverdi: 24 yaşıma değin hiç bale görmemiştim. Ankara'da bir açıkhava sinemasının reklam için dagıttığı el ilanlarında, "Filmin başlamasından önce Macar artistieri tarafından, Kuğunun Ölümü bale sahnesi temsil edilecek" yazısı yer almışrj. O sırada, TBMM'nin "muhasebe kalemi mümeyyizi" idim. 1920'de, Meclisin birinci döneminde henüz lise Oğrencisi olan küçük kâtip, 192S'de üçünctt döneminde bulunan Mecliste saymanlık bürosu şefi ve hukuk merunu bir genç olmuştu. Üstelik iki yıllık evli ve on bir aylık bir oğlan babası idim. (Bu bebek şimdi dört yaşını aşmış bulunan ikiz kızların dedesidir.) Bale temsilini merak ederek görmeyegittim. O tarihte filmi, perdedeki alt yazılanyla izlerdik; sesli sinema dönemi henuz başlamamıştı, bale temsili de bir tek piyano eşliğinde yapılıyordu. Balerinin zaman zaman ayak başparmaklannın ucunda, sahnenin bir yamndan öbiir yanına sanki uçar gibi kayması, düzenli ve uyumlu devinimleri bizim için yepyeni, güzel bir tablo oluşturuyordu. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, görmeye alışık ve bu konuda bilgi sahibi olmadığımdan, yine de pek bir şey anladım diyemem bu bale gösterisinden. • ** PENCERE 7 Yıl Sonra., re içinde Isviçre'de doktoramı vererek, "hukuk doktoru" unvanını taşımamı sağlayan diploma ile 1934 martında Türkiye"ye döndüm ve Milli Eğitim Bakanlığı'nca, doçent adayı olarak, Istanbul Hukuk Fakültesi kadrosuna atandım. (Doçentlik sınavını verdikten sonra görevli doçent oldum ve böylece akademik kariyere girdim.) O tarihlerde Sovyetler Birliği ile dost idik. Aramızda bir saldırmazlık antlaşması vardı. 1933'te cumhuriyetimizin onuncu kuruluş yılı şenliklerine birçok Batılı devlet temsilcilerinin yanı sıra, Sovyetler Birliği de sonraki yıllarda devlet başkanlığı görevi yapmış olan Harbiye Komiseri Voroşilof'un başkanlığında kalabalık bir kurulla katıldı. Kurul, 25 Ekim 1933'te Istanbul'a geldi, ertesi günü de Ankara'ya gitti. Bu vesile ile orada resmi görüşmeler de yapılmış. Bu gorüşmelerde, "tam bir mutabakata vanldığı" konusundaki, Anadolu Ajansı aracılığıyla 3 Kasım 1933'te yayımlanan resmi tebliğ, bütün gazetelerde yer almıştı. Ben o sırada Roma'da idim. Bu dostluk gösterisinden üç yıl sonra 1936 ağustosunda, Sovyet Milli Eğitim Bakanı Bubnof, Türk Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen'e bir mektup göndererek, her derecedeki Türk eğitimcilerinden 40 kişilik bir topluluğun, Sovyet hükümetinin konuğu olarak Rusya'da üç haftalık bir incelemede bulunmasını önermiş. Bunu kabul eden bakanlık, ilk ve ortaokullarda lise öğretmenlerinden 35, üniversite doçentlerinden dört kişiyi, konservatuvar öğretmenlerinden de, o zaman çok genç olan, ünlü bestecimiz, duygulu, kültürlü ve iyi yürekli insan Adnan Saygun'u seçmiş. Doçentler şunlardı: Tıp fakültesinden şimdi her ikisi de rahmetli olan Muzaffer Şevki Yener ve Nebil Bilban, Aradan sekiz yıl geçti. Bu sü Fen Fakültesi'nden Sayın Ali Rıza Berkem. Hukuk Fakultesi'nden de Hıfzı Veldet Velidedeoglu. Başkarumız ise, Milli Eğitim Bakanlığı Meslek Eğitimi Genel Müdürü rahmetli Riiştıi Uzel idi. 1936 eylül başında gittik, gezdik, gördük ve eylül sonuna doğru döndük. Bunun öyküsünü, Anılann Izinde adlı kitabımın birinci cildinde ayrıntılanyla anlattım. Burada yalnız "bale" konusuyla ilgili anılara değineceğim: Moskova'dan Leningrad'a 14 Eylül 1936'da vardık. Ertesi akşam bizi bir bale gösterisine götürdüler. Ankara'dakinden sonra Avrupa öğrenciliğimde de birkaç kez bale sahneleri seyretmiş isem de, doğru dürüst tam bir bale temsili hiç görmemiştim. Program Rusça olduğundan anlayamıyordum. Her yerde yanımızdan ayrılmayan çevirmene sormaya da çekindim doğrusu; bale konusundaki kültürsüzlüğümü anlar diye... Tablolar gerçekten güzeldi. Balet ve balerinlerin, ince, tüy gibi hafif ve kıvrak danslan göz ve gönül dolduruyordu. Ertesi akşam bizim topluluğa, bu bale artistleriyle birlikte görkemli bir ziyafet verdiler. Sofrada herkesin nerede yer alacagı bir karta yazılmıştı. Ben iki balerin arasına düştüm. Sağımdaki hem daha güzel, hem de konuşmalarından anladığıma göre daha zeki idi. Biraz Fransızca bildikleri için anlaşabüiyorduk. Dün geceki bale temsilinin konulanndan soz açarlarsa diye çok korktum. Bereket versin, sadece bale gösterisini nasıl bulduğumuzu sordular. "Superbe" (harika) yamtını verdim ve Leningrad balesinin ününü eskiden duymuş olduğumu da ekledim. Votkalar içiüyor, Odesa ve Moskova'daki gibi, sofra nutuklan atılıyor, Atatürk, Lenin ve Stalin şereflerine kadehler kaldınlıyordu. Bir aralık EVET/HAY1R OKT4Y AKBAL OKURLARDAN Yurt öğrencileri yakınıyor Bursa Görükle Öğrenci Yurdu^nda barınmaktayız. Yurt idaresinin aksak yönetiminin ortaya koyduğu sorunlar nedeniyk derslerimize yeterince zaman ayıramıyoruz. Ekim ayından bu yana çarşaflanmıt yabmca bir defa değiştirildi. Yönetmelikte çarşaflann 15 günde bir değiştirtleceği yer almaktadır. Haftanm belirli günleri stcak su verilmesi yine yönetmelikte yer almakta. Ancak birkaç gün süren soğuk su kesintileri yapümaktadır. Suların akmadığı gün yurt yemekhanesi ilgilileri yemek vermiyorlar, öğrencüer sandviçle günlerini geçirmek zorunda kalıyorlar. öğrencilerin sağhkh kültürel etkinlik, spor vb. ihtiyaçlanm iyi şekilde karşılayan Sağlık Kiütür Spor Daire Başkanhğının öğrenci yurdunu Hindistaıfdan Bir Mektup... "Htndistan bir zıtlıklar ulkesi. Bu kocaman ülkenin bir ayağı atom çağında, bir ayağı taş çağında demeyeyim de tunç çağmda... Bu ülke 1968'de atom denemesi yapmış. Şimdi elektronik endüstrisinin doruğu olan 'microchips' sanayiine girmiş. Her türtü bügisayariar yapmakta, hatta bunlann dışsatımlarını jjçüncü Dunya ülkeleri arasında gerçekleştirmektB. Bununla bir•#MB yuz milyonlarca insan yalınayak, yan aç..." Şair dostum Osman Türkay'dan bir mektup aldım. Hindistan'da Madras kentindeki şairler kurultayına katılmış. Toplantıda ilgi çeken bir konuşma yapmış, İngilizce ve Türkce şiirierini okumuş. Türkay, Kıbrıslı bir şairdir. "Beethoven'in Aydınlığa Uyanmak", "Evrenin Düşünde Gezgin" "Kıyamet Günü Göziemleri" vb. kitapları ülkemizde de çıktı. Türkay, daha çok ingiliz dilindeki şiirieriyie tanınır ABü'de, İngiltere'de, Ingiliz dilinin egemen olduğu Hindistan gibi ülkelerde kitapları yayımlanır. Türkay'ın Madras'tan gönderdiği mektup ilginç gözlemter, saptamalarta dopdolu... Bu mektuptan kimi bölümleri okurlarıma sunmakta yarar gordüm. Türkay, Hindistan için neler yazıyor: "Hindistan bir başka ülke. Bir yanda sel baskınlannın malca ve insanca dayanılmaz kaytplan, öte yandan susuzluk ve kuraklık. Benim g&iişim sırasında Hindistan'ın en büyük ideallerinden biri gerçekieşti. Rajistan'a 650 km. uzaktan su getirdiler. Yirmi yıldan beri İndira Gandhi kanalını açmaya çalışıyoriardı. Şimdi kanal hizmete açıldı. Masmavi akan sularıyla Batı Hindistarfa yeni bir yaşam verecek. Köyler, kentler içme suyuna kavuşacağı gibi yüzbinlerce hektar arazi de modern tanm alanına girecek. Rajiv Gandhi, Ganj Nehri'ni temiz tutma kampanyasını da açtı, diyor ki: 'Nehirier yalnız tarialanmtzı sulamakla kalmazJar, aynı zamanda köylerimize ve kentierimize içme suyu sağlariar. Bunun için Ganj'ı temiz tutmak zorundayız." Türkay, Hintlilerin dünya ticaretinde ve sanayiinde önemli yertutmaya başladıklarını da yazıyor: "Doğu'nun tefecileri olarak bilinen Hintliler hondra'da ticaret dünyasının önemli bir böUımünü ellerine geçirdiler. Bütün gazete bayileri, şekerci ve tütuncu dükkânları, süpermarketler, butiklerin önemli bir bölümü eilerinde. Her köşede bir Hint lokantası... Şimdi Dixon gibi ete/rtronik ticaretinde önde gelen Hintli şirketleri de ellerine geçirdiler. Hesap uzmanlan ve hekimleri de Londra'da çok başanlı." Osman Türkay'ın başına ilginç bir durum gelmiş Hindistan'a ayak basar basmaz... Londra'dan Bombay'a bir THY uçağı ile gelmiş. Hindistan'a vize almak gerekliymiş, bunu unutmuş! Yeni bir gelişmeymiş bu vize işi... "IngilizJer bir ay kadar önce Ingiltere'ye giren Hintliler için vize uygulaması karan aldılar. Hintliler de buna bir misilleme olmak uzere ingilizlere vize uyguladılar. Vizesiz gelen İngilizler ülkeye sokulmuyor, ilk uçakla gerisin geri yollanıyor... Hindistan'a girip de iş kuracak, yeneşecek bir Ingiliz düşünülemez. Bununla birlikte Hindistan gibi bir ingiliz Uluslar Topluluğu üyesi devletin İngilizlere misilleme yapması gerçekten takdir edilecek kişittdi ve cesur bir pditikalan olduğunu gösterir. Londra'nın Heathrow havalimanından ve diğer giriş kapılanndan her yıl ne kadar Türk uyruklu geri çevrilir! Türkiye, bir misilleme olarak giriş kapılanndan kaç ingilizi ve İngiliz uyrukluyu geri çevirdi?" Neyse, Türkay uluslararası bir kurultayın resmi çağrılısı olduğu için Hindistan'a vizesiz giren ilk yabancı olmuş! Kurultay toplantısından sonra Madras kentini gezmiş... Şair dostumun bu gezideki izlenimleri gerçekten ilginç! Mektubundan son bir alıntıyta yazımı bitireyim: "Eski ile yeni iç içe bu kentte. Görkemli apartmanlann hemen yanında sazdan yapılmış gecekondular. Türkiyedeki gecekondular bunlann yanında lüks kalıyor. Bu kentte insanlarla öküzler, inekler iç içe yaşıyor. Kentin kaldınmlannda bütün bu hayvanlar başıboş dolaşmakta. İnsanlara, taşıtlara o kadar alışmıştar ki asfatt yolların kenarlanna çöküp yatmakta, kaldırımlarda geviş getirmekteleıi Dedim ya, Hindistan bir ayağı uzay çağında, bir ayağı tunç çağında... Bu ülke, ya daha da yükselir, 21. yüzyıla tam sanayileşmiş bir ülke olarak girebilir. Ya da dağılıp çeşitfi devletlere bölünebilir. Bugün Hindistanda büyük bir kargaşalık var. Bu, onu ya birieştirip doruğa ulaştıracak, yadabölecek ve dağttacak..." daha iyi organize edeceği su götürmez bir gerçektir. Yönetmeüklerde de yurtlann bu dairenin çatısı altında idare edilmesinde engelleyici bir unsurun bulunmaması, isteklerimizi destekleyen bir diğer etkendir. tlgililerden ricamız, yurt yönetiminin Sağlık Kültür Spor Daire Başkanlığı 'na verttmesidir. MAHMUT BURSA TOSUN yerlerimiz Halk Eğitim Merkezleri de olsa, okullar da olsa bir an önce göreve başlatılmamızı sorumlulardan önemle istiyoruz. OSMAN YILD1RIM ANKARA çamur deryasına, bazen de sağanak yağmurdan çıkmış gibi su deryasına dönüşmektedir. Köprünün müteahhitliğini üstlenen kişilerin veya firmalann inşaatın çevreye vereceği zararlan en aza indirmek için gerekli tedbirleri almaları gerekirdi. Denize boşaltılmak istenen bu sular yola döşenecek boru veya hortumlarla istenilen yere taşınabilirdi. Insanların geçtiği yere ayiarca artık suları vermek bir sorumsuzluk örneği olduğu gibi, çevreyi koruyan ve müteahhidin sorumluluğu ile ilgili hukuk kuraUarını hiçe saymaktır. Insana insan olduğu için değer verildiği uygar bir ülkede yaşasaydık acaba yerel idare örgütü (belediye) bu duruma bir çözüm yolu bulmaz mıydı veya müteahhit firma bu şartlarla mı çahşırdı? RUMEL/H/SAR SAKİNLERİ Sorumsuzluk örneği Fatih Sultan Mehmet ." . '•'•".' Köprüsü 'nün Rumelihisan 'nda bulunan ayağının yapunı sırasında hangi teknik nedenle meydana geldiğini bilmediğimiz artık sular, yaklaşık bir buçuk aydır Rumelihisart'nm Arpacı Çeşme Sokağı'na boşaltümaktadır. Bu sokak Rumelihisan 'nın en çok işleyen ana sokağıdır. Buraya 24 saat boyunca akıtılan ve çoğu zamanda çamurlu olan sular, sokakta vatandaşlann yürümesini güçlestirmekte, çevrenin de kirlenmesine neden olmak tadır. Sokak bazen Çağımızda zaman hızlı geçiyor. Yaşlı gezegenimizde eskiden zaman hızlı yürümezdi. Nasıl yürüsün ki? Bir kentten ötekine at arabasıyla gidilirdi; fabrikaların düdükleri ötmez, makinelerin gürültüsü işitilmezdi; iletişim ve ulaşım bugünküne oranla bin kat yavaştı. Şimdi bir anakaradan ötekine uçakla üç beş saatte gidiliyor; ülkeler arası haberleşme araya zaman girmeden, anında yapılıyor. Mekâna bağıntısı nedeniyle zamanın günümüz dünyasında hızlanmasına şaşılmaz. işte böyle bir dünyada 24 Ocak 1980'den bu yana tam yedi uzun yıl geçti. Sekizinciye girdik. • Laboratuvar deneylerinde kullanılan canlıların adına "denek" denir. İster tavşan olsun, ister fare, yılan, kurbağa, insan; kullanılan yaratığın adı dene/ctir. Sözgelimi bir ilacın etkisini ölçmek için insana gerek varsa ne yapılacaktır? Bu durumda ya gönüllü denekler aranır, ya da geri kalmış ülkelerin bilinçsiz toplumlarından, neyin ne olduğunu bilmeyen denekler seçilir ve kullanılır. Laboratuvariarda gerçekleştirilen deneyler başanlı olursa denek kurtulur; başansız olursa denek ölür, ya da sakatlanır. Ama zavallı denek, iki durumda da kullanılmıştır, kendi istencinin dışında denekleşmiştir, tavşana ya da kurbağaya benzemiştir, insanlığından uzaklaşmıştır. 24 Ocak 1980 nedir? Uluslararası kapitalizmin doruklanndan gelen buyrukla, Türkiye 24 Ocak'ta bir laboratuvara dönüştürüldü; Türk insanı da denek gibi kullamldı. Aradan yedi yıl geçti; sekizinciye girdik. Şimdi üzerinde laboratuvar deneyi uygulanmış denek gibi gözlerimizi açıyoruz, ötemizi berimizi yokluyoruz, bedenimizdeki değişimi anlamaya çalışıyoruz ve soruyoruz: Bana ne oldu? • Tekelci kapitalistin kafasında "İnsan Haklan Bildirisi" yoktur; "kârzarar bilançosu" geçerlidır. Tekelcinin Türkiye'de uyguladığı "24 Ocak Reçetesi" kaba ve basit bir formüle dayanıyor: Sürekli devalüasyon ve sürekli zam yapacaksın, sosyal adaleti rafa kaldıracaksın, alıntehni hiçe sayacak, parasal ideolojiyi benimseyeceksin!.. Dışardaki büyük kapitalistin buyruğuyla Türkiye'de yürürlüğe giren bu fonnül, 12 Eylül'ün askeri yönetimiyle en katı biçimde uygulandı. 12 Eylül'ün güdümüyle iktidara geçirilen Özal yönetimi de bu programın kapsamındadır. Şonuç nedir? Yedi yılda fiyatlar yüzde 1000 artmıştır. Dış borçlar 2.5 kere katlanmış, 13 milyar dolar iken 30 milyar doları aşmıştır. Dış ticaret açığı toplam 26 milyar doları geçmiştir. Türk Lirası pula dönüşmüş, Amerikan Doları 11 misli değer kazanmıştır. Türkiye, yabancı kapitalist için "ucuz emek cenneti"ne çevrilmiştir ama yabancı sermaye gelmemiştir. Çünkü yedi yılda ne "ekonomik istikrar" kurulabilmiştir, ne de "siyasal istikrar..." • Parasal dinselliğin sozde liberal ekonomisi toplumda yıkımlar yaratıyor. "Denek" yerine konan insanımıza ne oldu? Ümmetçilik yaygınlaştı; irtica koyulaştı; mafyanın yıldızlarıyla üçkâğıtçı işadamları yönetimın tepesine tırmandılar; fuhuş pazanmız sözde liberal ekonomide en büyük atılımı yaparak Güneydogu Asya ülkelerini geride bıraktı; zenginsefalet çelişkisinin uçurumu derinleşti; aile ocaklarına dikilen incir ağaçları uçsuz bucaksız bir orman oluşturuyor. "24 Ocak + 12 Eylül" düzenlemesinin üzerinden yedi yıl geçti; sonuçlar, tekelci kapitalizmin kafatasında bütün dişlerini göstererek sırıtıyor. Lb l Görev verilsin Bizler 1986'daki öğretmen yeterlik sınavını kazanmış, görev yerleri belli olmuş, gerekli tüm formaliteleri tamamlamamıza rağmen henüz göreve başlatılmamış öğretmen adaylanyız. Ülkemizde öğretmen açığının had safhaya çıktığı, göreve emekli öğretmenlerin çağnldtğı bir dönemde hâlâ göreve çağrılmamamızm nedenini bilemiyoruz. Aylardır süregelen bu sancıh bekleyiş ne zaman sona erecek? Görev Sevgüi Şule Sönmez bir yıldır aramızda yok. Bugün saat 12'de Karacaahmet Mezarltğında mezarı başında toplanıp onu konuşacağız, anacağız. Egebank, 31 Aralık 1986: 1986 yılı sonunda Egebank'ın mevduat hacmi 60 milyar TL'yi aşti; kredi hacmi 40 milyar TL'ye yaklaştı. Ödenmiş sermaye ve yedek akçeler toplamı 5 milyar TL'yi geçti. Ve Egebank'ın kârı, 1986'nın sonunda 4 milyar TL'yi aştı... Mevduat Krediler 1982 1983 1984 1985 1986 Odenmiş Sermaye ve Yedek Akçeler Kâr (karşılıklardan sonra) Genel Müdurluk: Cumhuriyet Bulvarı 6", 35214 İzmir Tel: (51) 25 03 90 ( 10 hat) Teleks: 53602 egbm tr 1982 19» 3 1984 1986 "ŞAİRLER BOYLE SEVER" Şinasi Özdenoğlu'nun Yeni Şiirleri KITAPÇILARDA (Cumhuriyet KiUp Kulübü'nden de edinilebilir.) BANK Egebank bilançolan. bağımsız murakabe kuruluşü Arthur Anderscn Ltd tarafından, düma çapında kabul gormu^ standartlara uygun olarak denetlenmektedir 1984 ve 198S bilançolan Genel Müdurluk adresınden istenebılır. Halen Arthur Andersen Ltd. tarafından denetlenmekte olan 1986 bilançosu .Nisan 198^'de temin edilebılecektir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear