23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 6 nisan 2020 kemer sıkma politikaları SAĞLIKTA yatak kapasitelerini ciddi oranda kısıtlADI Bir sonraki kıyamete kadar Koronavirüs krizinin boyutu hastalığın tehlikesi kadar sağlık sisteminin organize şekilde bozulmasından da kaynaklanıyor. RENAUD LAMBERT PIERRE RIMBERT ABD’de hastanelerdeki yatak sayıları son dört yılda dramatik bir şekilde düştü. 1970 yılında ABD’de kaydedilen bin kişi başına düşen 7.9 hastane yatağı sayısı 2016 yılında 2.8’e düştü (1). Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, 1980 yılında İtalya’da 100 bin kişiye 922 özel “ağır vaka” yatağı vardı. Bu sayı otuz yıl sonra 275’e düştü. Parola her yerde aynıydı: Maliyetlerin asgariye çekilmesi. Hastane bir otomobil fabrikası gibi “tam zamanlama” ayarında işler. Sonuç olarak 6 Mart’ta İtalyan Anestezi, Analjezi, Reanimasyon ve Yoğun Bakım Birliği (Siarti), İtalyan acil doktorlarının çalışmalarını “afet tıbbı” olarak niteledi. Ve “kaynak yetersizliği” göz önünde bulundurulduğunda, yoğun bakıma erişimde bir yaş sınırı oluşturmanın gerekli olabileceğinin altını çizdi. (2)” Fransa’nın Büyük Doğu bölgesinde bundan böyle yaygın bir terim var: “Savaş tıbbı”.    Dolayısıyla koronavirüs krizinin boyutu hastalığın tehlikesi kadar sağlık sisteminin organize şekilde bozulmasından da kaynaklanıyor. Maliyet kuralının ebedi yankı odası olan ana akım medya, takipçilerini baş döndüren yeni bir felsefi tartışmaya davet etmek için bu seçimlerin eleştirel incelemesini yapmaktan kaçındı. Tartışma kimin kurtarılacağına ve kimin ölüme terk edileceğine karar vermekten ibaretti. Ancak bu kez, söz konusu politik sorunu etik bir ikilemin arkasına gizlemek zor olacak. Çünkü Covid19 salgını herkese tahminleri çok aşan anormal bir ekonomik düzenlemenin varlığını gösterdi. Havayolları uçuş slot’larını kaybetmemek uğruna boş uçaklarını kaldırırken bir araştırmacı, liberal bürokrasinin koronavirüs üzerindeki temel araştırmaların nasıl dizginlendiğini açıkladı (3). Sanki bu dengesizliği kavramak için sıra dışı bir olaya maruz kalmak zorundaymışız gibi, Stanford Üniversitesi ekosistem bilimi profesörü Marshall Burke şu paradoksu kaydetti: “Çin’de Covid19 salgını nedeniyle azalan hava kirliliği, hastalık nedeniyle kaybedilen can sayısını muhtemelen yirmi kat indirdi. Hastalık salgınlarının ekonomik sistemlerimizin sağlık için ne kadar kötü olduğunu ölçmekten daha faydalı olduğu sonucu çıkarılmamalı elbette. Koronavirüs yokluğunda bile (4).” Yine para faktörü... Bu alaycı yaklaşımın ana unsuru, ne üretim zincirlerinin yer değiştirmesinden sonra gelişen ilaç kıtlığı riski ne de İtalya hükümeti tarafından alınan ilk sağlık önlemlerine karşı finans piyasalarının İtalya’yı cezalandırma takıntısını kapsıyor. Bu unsur tam olarak hastane kapılarının arkasında duruyor. 2000’lerin ortasında kararlaştırılan “faaliyete dayalı fiyatlandırma” (T2A) metodu işletmelerin finansmanını, her biri bir mağaza faturalandırması gibi, ihtiyaç planlamasına göre değil de tıbbi işlemlerin sayısı ile orantıladı. Mevcut kriz esnasında uygulanmış olsaydı ABD’den ithal edilen bu sağlık hizmetleri ilkesi en çok etkilenen hastaları alan kuruluşları çabucak boğardı. Çünkü Covid19’un kritik vakaları her şeyden önce maliyeti zamana yayılan ama fiyat listesinde ücreti düşük olan mekanik ventilasyon gerektiriyor ve hastaya uygulanması gereken çok sayıda tetkik ise salgın nedeniyle erteleniyor... Barış zamanlarında şimdiye kadar tahayyül dahi edilmeyen en sıkı karantina tedbirlerinin arkasındaki virüs, bir süre için sosyal sınıf ayrımını yıkmışa benziyor. Nitekim Wall Street bankacısı ve Çinli işçi aniden aynı tehdit altında eşit değil miydi? Ve sonra tabii ki para faktörü tekrar devreye girdi. Bir yandan ayak parmağı yüzme havuzundayken evde online çalışan villa karantinalıları, öte yandan varlık nedenlerinin önemi ilk defa gün yüzüne çıkan ve daha iyi konumdakilerin bir kez daha küçümsedikleri riske doğrudan maruz kalan, o görünmeyen günlükçüler, sağlık çalışanları, bakıcılar, süpermarket kasiyerleri, temizlik ve lojistik işçileri. Evden çalışanlar, çocuk sesleriyle inleyen sıkışık bir apartman dairesine kapandılar ve olmayan evlerinde kalabilmek isteyen evsizler ortada kaldı. Muhafazakâr tarihçi Jean Delumeau, 14. ve 18. yüzyıllar arasında “Veba dönemlerinde kolektif davranış tipolojisi” adlı çalışmasında bu değişmezi gözlemledi: “Bulaşma tehlikesi belirdiğinde, ilk önce onu görmezden gelmeye çalışıyoruz. (5)” Alman yazar Heinrich Heine, 1832’de Paris’teki kolera salgınının resmen açık lanmasından sonra “havanın güneşli ve güzel olduğu” kadar “Parislilerin de bulvarlarda neşeli olduklarını (6)” yazdı. Zenginler kırsal bölgelere kaçtılar. Derken hükümet şehri karantinaya aldı. Delumeau, bu noktada “bilindik yaşam alanlarının aniden ortadan kaldırıldığını, güvensizliğin sadece hastalığın varlığından değil, aynı zamanda günlük yaşamı çevreleyen temel öğelerin tahrip edilmesinden de kaynaklandığını ve artık her şeyin farklı olduğunu” açıkladı. Wuhan, Roma, Madrid veya Paris’in karantinaya alınan sakinleri, bu olguyu eşi görülmemiş bir ölçekte yaşıyor.    Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinin büyük vebaları, sık öfkelenen bir Tanrı’nın adeta kıyamet gününü haber verir gibi sona eren bir dünyadan aldığı intikamın işaretleri olarak yorumlandı. Bu ortamda, herkes sırayla önce merhamet dilemek için gökyüzüne, sonra suçluları aramak için kendi mahallesine yönelirdi La Fontaine’nin Veba Hastası Hayvanları eserinde, arkalarından çüş diye bağırdığımız eşeğe atfen işaret ettikleri, Yahudiler ve kadınlardı 21. Yüzyılın Avrupası’nda koronavirüs salgını, 2008’in mali krizinden bu yana ekolojik, politik, finansal, demografik, göç vb. sorunlar üzerinden bir “kontrol kaybı” hissine kapılan ve farklı derecelerde etkilenen seküler toplumları vuruyor. Alevlerle kaplı Notre Dame Katedrali’nin görüntülerinin yaklaşmakta olan çöküş üzerine yaşanan tartışmalara karıştığı bu “dünyanın sonu” senaryosunda gözler, kamu yöneticilerine yani sağlık sistemini kötüleştirme takıntısı olan ama aynı zamanda salgın krizinin yönetimi için alınması gereken tedbir kararlarını düzenleyip koordine edebilen tek organ olan “devlet”e çevrildi. Peki, nereye kadar ileri gidilmeli? Şubat ayında Çin’de 56 milyon Hubei sakininin birkaç hafta boyunca karantinaya alınması, fabrikaların zorla kapatılması, kamera ve megafonlarla donatılmış insansız hava araçları aracılığıyla şehirde yaşayanların hizaya getirilmesi Avrupa’da alaycı yorumlara vesile oldu veya Komünist Parti’nin demir yumruğuyla ilgili gülünç yorumları kışkırttı. L’Express dergisi 5 Mart’ta yaptığı açıklamada, “Çin’deki salgının potansiyel süresi hakkında deneyiminden hiçbir ders çıkarılamaz. Salgın orada muhtemelen bizim demokrasilerimizde uygulanamayacak derecede sert kontrol önlemleri sayesinde yavaşladı” dedi. Ne yazık ki “bizim değerlerimizin” üstünlüğünü tanımayan virüslerle karşı karşıya kaldığımızda, merkezi kararları ilk sıraya ekonomi liberalizmini ise ikinci sıraya koymak gerekti. ‘Her şey farklıydı...’ Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Genel Müdürü Tedros Adhanom Ghebreyesus, “salgının ertelenmesinin ancak ve yalnız sistemi bütünüyle devreye dahil eden kolektif, koordineli ve geniş bir yaklaşım te melinde mümkün olduğunu” (7) bildirdi. Kolektif, koordinasyon ve Devlet, yani piyasanın ters yüzü demekti. Birkaç gün içerisinde, sosyal dünyanın yorum çerçeveleri altüst oldu: “Her şey farklıydı.” Yarım asırdır “ulusal popülizm” ya da Kuzey Kore ile kamusal söylemde ilişkilendirilen egemenlik, sınırlar ve hatta kamu harcamaları kavramları şimdiye kadar geçerli serbestlik kültü ve bütçe titizliği ile yönetilen bir dünyada aniden bir çözüm biçimini aldı. Paniğe kapılan kamu yönderi avangardcılar, görmezden gelmeye çalıştıkları şeyi aniden keşfettiler. 9 Mart’ta France Inter mikrofonunda yıllarca birbirinin vardiyasını devralan korumacılığın katilleri Daniel Cohen ve Nicolas Demorand, “Bu krizin bizi küreselleşmenin tüm alanlarını derinlemesine yeniden düşünmeye davet ettiğini söyleyemeyiz. Ya Çin’e, serbest ticarete, uçağa bağımlılığımız ne olacak” diye soruyor. Serbest piyasa mantığı yalnızca ölümcül bir salgının patlak vermesi, tıp mesleğinin on yıllardır dile getirdiği doğruları iktidara duyulabilir hale getirmesi için bakış açılarımızı yeniden yapılandırdı. Tıp doktorları André Grimaldi, Anne Gervais Hasenknopf ve Olivier Milleron, “Evet, kamunun sürekli kullanılabilir yatakları olan bir hastane yapısı olmalı. Yeni koronavirüs bize olmazsa olmazlarımızı hatırlatıyor: İtfaiyecilere sadece yangına müdahaleye gitmeleri için ödeme yapmıyoruz, onların kışlalarında kamyonlarını yıkarken bile her zaman göreve hazır olmalarını bekliyoruz (8)” dedi. ‘Siyah kuğular’ Uyarı almadan gelmekte olanı tahmin etmek (yangın, hastalık, felaket, mali kriz)... Kapitalizm kendi sürdürülebilirliğini ve yenilenmesini kamunun bu taleplerini çoğu zaman kendi iradesine rağmen kurumlarına dahil ederek sağladı. Beklenmedik bir kırılmayı planlamak arz ve talebe göre fiyat sabitleyen piyasanın rasyonalitesiyle ilişkiyi sonlandırmayı, olağandışı gelişmeleri küçümsemeyi ve geleceği toplumların içine dahil bile edilmediği denklemler üzerinden şekillendirmeyi gerektirir. Ticari kurumlar nezdinde zirveye taşınan standart ekonomideki bu körlük, eski broker ve istatistikçi Nassim Nicholas Taleb’in merceğine takıldı. Taleb, 2008 krizinden birkaç ay önce yayınlanan bir kitabında “Uzmanlarla ilgili sorun, görmezden geldikleri şeyle ilgili hiçbir fikirlerinin olmaması (9)” diyerek dikkatleri kısa vadeli tahmincilerin üzerine çekti. Yazar, beklenmedik olayların çoğalmasıyla öne çıkan bir dünyada bilinmeyen olayları “Siyah Kuğular” diye betimledi, bunları ihmal etmenin saçma olduğunu belirtti. 2020 Mart sonu için, karantina altındaki bir şehrin penceresindeki sessizlik bahsini duyan herkes, devletin sadece yoğun bakım ünitelerindeki hasta yataklarıyla kalmayıp çokuluslu sigorta ve reasürans (10) şirketleri tarafından tekelleştirilen planlama araçlarından da kurtulma isteği konusundaki acımasızlığı ile ilgili derin düşüncelere dalar. ‘En büyük revizyonlar en ciddi şoklardan kaynaklanır’ Peki, salgının yol açtığı bu kırılma mevcut gidişatı tersine çevirebilir mi? Olası ve tesadüfi olayları kamu işlerinin yürütülmesine dahil etmek, maliyet/gelir hesaplamasının ötesini görmek, ekolojik planlamanın uygulanması, modern toplumların yaşamı için gerekli olan temizlikten dijital ağlara kadar sağlığı da kapsayan hizmetlerin çoğunun sosyalleşmesini içerecek. Bu tür bir değişim normal zamanlarda nadiren oluşur. Bir tarihçi rejim, yörünge, kolektif yaşam ve eşitlik üzerine düşünme biçimlerinde yapılacak değişiklik kararlarının olağan siyasi görüşmelerin üstünde tutulmasını öneriyor. Stanford profesörü olan Avusturyalı tarihçi Walter Scheidel, “Tarihsel olarak, en büyük revizyonlar en ciddi şoklardan kaynaklandı. Böylece dört tür şiddetli kopuş eşitsizlikleri düşürmeyi başardı: kitlesel seferberlik içerdiğinde savaş, devrimler, devlet iflasları ve ölümcül salgınlar (11)” diye yazdı. Acaba bu noktada mıyız? Öte yandan, ekonomik sistem kendi tarihinde mantıksızlığı da içeren ve giderek daha sık görülen şokları olağanüstü bir kapasite sergileyerek bertaraf etmiştir. Öyle ki, en acımasız sarsıntılar genellikle piyasanın gücünü genişletmek için ani gelişen şaşkınlığa yaslanan statüko garantörlerinin işine yaradı. 2008’deki büyük resesyondan kısa bir süre önce Naomi Klein tarafından incelenen bu felaket kapitalizmi, doğal kaynakların ve krizleri hafifletme gücüne sahip olabilecek sosyal güvenlik kurumlarının sonuyla oynuyor. Bir iyimserlik dalgasına kapılan Kanadalı araştırmacı şunları kaydetti: “Şoklara her zaman gerileyerek tepki vermiyoruz. Kriz zamanlarında bazen hızlı bir şekilde büyürüz.” Bu tür bir izlenim vermek isteyen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 12 Mart 2020 tarihinde, “dünyamızın onlarca yıldır taahhüt ettiği ve gün ışığı altında kendi kusurlarını ortaya koyan kalkınma modelini, demokrasilerimizin zayıf yönlerini sorgulama” arzusunu dile getirdi. “Bu salgının halihazırda ortaya koyduğu gerçek; gelir, kariyer veya meslek grubu gözetmeksizin ücretsiz sağlık hizmetimizin, refah devletimizin bizlere birer maliyet veya masraf olmadığıdır. Bunlar, kader bizi vurduğunda en değerli mülkümüz, temel varlıklarımızdır. Bu salgının ortaya koyduğu şey, piyasa yasalarının dışında tutulması gereken mal ve hizmetlerin varlığıdır. Yemeğimizin, güvencemizin, yaşam ortamımızı önemseme yeteneğimizin temelini başkalarına devretmek bir delilik. Kontrolü yeniden ele geçirme liyiz.” Cumhurbaşkanı, üç gün sonra bir emeklilik reformunu, bir diğer işsizlik parası reformunu erteledi ve şimdiye kadar imkânsız olduğu düşünülen işten çıkarılmaların sınırlandırılması, tüm bütçe kısıtlamalarının kaldırılması gibi tedbirlerin uygulanmasına karar verdi. Ancak koşullar bu yenilenmeyi zaten gerektiriyor. Borsa değerlerinin çöküşüyle ?b? irlikte, yönetici kadroların mevduat tasarruflarını ve emekli aylıklarını hisse senedi piyasalarına yönlendirme konusundaki cumhurbaşkanlığı saplantısı, vizyoner bir dâhilik gibi görünüyor. Bununla birlikte, iş kanununun askıya alınması, kamu özgürlüklerinin kısıtlanması, borsaya açık şirketlerin finanse edilmesi, bu şirketlerin sağlık sisteminin dayandığı sosyal katkılardan muaf tutulması önceki politikalarla radikal bir kopuşa işaret etmiyor. Kamu bütçesinin özel sektöre blok halinde aktarımı, 2008 yılında bankaların devlet tarafından kurtarılmasını anımsatıyor. Sonuç çalışanlara ve kamu hizmetlerine uygulanan kemer sıkma politikası şeklini aldı. Daha az sayıda yatak mı dediniz? Evet, çünkü bankaların kurtarılması gerekiyordu. Bu nedenle Cumhurbaşkanı’nın durum saptaması, 2008 Eylül ayının bir günü Lehman Brothers’ın çöküşünden kısa bir süre sonra Nicolas Sarkozy’nin aynı şekilde verdiği tepkiyi çağrıştırıyor. Cumhurbaşkanı, şaşkın yandaşlarının önünde ciddiyetle “finansal kapitalizmin sonu ile mantığını bütün ekonomiye dayatan ve onu saptırmaya katkıda bulunan belirli bir küreselleşme fikri sona eriyor. (…)  Piyasaların her zaman haklı olduğu fikri çılgınca bir fikirdi (12)” demişti. Ama bu teşhis, fırtına geçtikten sonra onun olağan çılgınlık seyrini sürdürmesini engellemedi. Cumhurbaşkanı Macron’un da fırtına geçtikten sonra olağan çılgınlık seyrini sürdürmesini engellemeyecek. Çeviri: Diane Dilek Cat 1  Kaynak: OCDE. 2 “Yoğun bakım için klinik etik önerileri ”, Siaarti, Roma, 6 Mart 2020. 3 Bruno Canard, “Oyun geçici olarak kaybettiğimizi sanıyordum”, 5 Mart 2020 tarihli bildiri, https://academia.hypotheses.org 4 Twitter, 9 Mart 2020. 5 Jean Delumeau, La Peur en Occident (Batıdaki Korku, XIVXVIII Yüzyıl), Fayard, Paris, 1978. 6 Heinrich (Henri) Heine, Fransa Nefreti, Gallimard, Paris, 1994. 7 New York Times, 9 Mart 2020. 8 Le Monde, 11 Mart 2020. 9 Nassim Nicholas Taleb, “Siyah Kuğu”, Random House, New York, 2007. 10 Razmig Keucheyan, “Doğa bir savaş alanıdır”, Essai d’écologie politique, La Découverte, Paris, 2014. 11 Walter Scheidel, “The Great Leveler ” Taş Devrinden 21. Yüzyıla Şiddet ve Eşitsizlik Tarihi, Princeton Üniversitesi Yayınları, 2017. 12 Toulon konuşması, 25 Eylül 2008.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle