22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 İSVEÇ İSVEÇ 13 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr Adalardan bir kent, Stockholm Yazı ve fotoğraflar AH BABİL! Bugün Irak deyince akla ister istemez kan, gözyaşı, ölüm, bomba ve benzer bir dizi sözcük geliyor. Oysa dünya barış içinde olsaydı... İnsanlar tatillerini geçirmek için yeni coğrafyalara yönelmiş olacaktı... Bu coğrafyaların başında elbette Anadolu gelecekti... Ama bir ucu Anadolu’da öteki ucu Basra’da koca Mezopotamya’yı da ihmal etmemek gerek... Irak’a Birinci Körfez Savaşı’nın birinci yılında gittim. Daha İranIrak savaşının izleri silinmeden, IrakABD savaşı yaşanmış... Yaşanmış ama, Iraklının Iraklıya ettiğini ‘düşmanları’ etmemiş. Özellikle Kerbala’yı dolaşırken, iç savaşın izlerine bakıp, böyle mırıldanmıştım... Geçelim... Konumuz Babil... Yani Irak’ın bir başka yüzü... Bağdat’tan Basra’ya giderken, Bağdat’ın 90 kilometre kadar güneyinde Babil antik kentinin kalıntıları var. Almanlar bir bölümünü restore etmişler. Büyük bir bölümü açık alanda, rüzgarın, yağmurun insafına bırakılmış, öylece duruyor... 16 kilometre uzunluğundaki surların karşılama selamını alıp, ayrıntılara girdik... Nerede? Az önce vurguladığımız gibi, toprağın üstünde, hemen altında, duvarın dibinde... Nereye baksanız tarihi bir kalıntı görüyorsunuz... Nesteren Davutoğlu entin anakara üzerinde olduğunu düşünürüz, az uzakta da birkaç ada olabileceğini. Stockholm öyle değil; kent birbirine köprülerle bağlı on dört ada üzerine kurulu ve güzellik buradan doğuyor. Baltık Denizi ve Malaren Gölü, kanallar oluşturarak sarıp sarmalamış kenti. Su ferahlığı her yerde. Stockholm’de caddeler geniş, bina cepheleri geniş, su bol, yeşil bol, ağaçlar ulu, gök büyük. Gök her yerde büyüktür, ama şehirde bize kendini gösteremez; gökdelenler göğe duvar oluştururlar. Burada gök açık. Kışa hazırlanan kuzey kentinde, berrak bir hava var. Şehir rahat nefes alıyor, yaşam kalitesi yüksek. 1800 yılında Viking ataları, denizlerden gelip, Malaren Gölü’nün ortasındaki bir adaya yerleşmiş. Sonra Va K sa kralları, kaleyi bir Rönesans sarayına dönüştürmüş. Duruyorsun kral sarayının önündeki rıhtımda, hava kirliliğinden eser yok. Suda kuğular yüzmekte, sonra taş köprülerin arkasında, asillerin yan yana dizilmiş, süslü ve ağır gövdeli 1900 evleri; Strandvagen. Eskiden kralın mutfak bahçesi olan Kungstradgarden, bugün Stockholmlüler için popüler bir buluşma yeri. Parkı kahveler canlandırıyor, ortada fıskiyeli çeşme, havuz. Kışın, burada buz pateni yapılıyormuş. Kraliyet Drama Tiyatrosu’nun adı, şanlı yapının beyaz mermer fasadı üzerine, altın harflerle kazılı. Dış cephedeki bronz heykeller, şiir ve drama; içerdekiler trajedi ve komedi için. Sanat, sahnede değil sadece; tavandan fuayeye, balkonlara, tiyatro binası bir sanat eseri. Burada Ingmar Bergman çalışmış ve yüz yıldır perdeler hiç kapalı kalmamış. Tiyatronun beş sahnesinde, yılda bin 200 kez oyun sahnelendiğini düşününce, İsveç sanat geleneğine saygı duymamak elde değil. Daha yürümeye doymamışken, tiyatro binasının az ötesinde, Hallwylska Müzesi’nin giriş kapısı, beni yüreğimden yakaladı. Gençliklerinde evlerini müze olarak gelecek kuşaklara bırakmaya karar vermiş Kont ve Kontes Hallwyl’e ait koleksiyonlarla dolu odalar, piyano, bilardo masası, mutfak. Özel bir konuğum sanki, dostlarımın evini geziyorum. Nordiska Müzesi’nin, 1500’den bu yana İsveç’te hayatı anlatan bir buçuk milyon adet obje ile dolu olduğunu okumuştum, ama oyumu bu müzenin ev ortamı için kullandım. Ani bir kararla, vapur iskelesinden kalkmak üze re olan kanal botuna biniyorum. İki saat süren turu, bir elimde kamera, bir elimde bira ile keyif içinde tamamlıyorum. Kızıl tuğlalarla örülü, belediye sarayının kuleleri, gotik etkisi taşıyor! Nobel ödül törenleri burada yapılıyormuş. İsveç’in sembolü olan üç taç, kulenin tepesinden altın ışıltılar saçıyor. Başka bir kıyıda, kırmızı Finngrundet bağlı. Buharlı emektar buzkıran gemi, 1915’te üretilmiş. İsveçliler bol deniz mahsulü yiyor, yeni tatlar, bir lokmalık füzyonlar. Rengeyiği, av etleri... Toplantı başlamadan iki gün önce Stockholm’e gidebilmiş olduğum için kendimi kutlayarak, Gamla Stan sokaklarında gezindim; birkaç yüzyıl görmüş kapı üstü kemerlerini seyrettim hayranlıkla. Eski şehir, en büyük ada üzerine kurulu. Minik, özel dükkancıklar, kitapçılar, barok kiliseler, modern kafeteryalar onları keşfeden turistlerle dolu. Hötorget, 1640’tan bu yana pazaryeri. Şimdi her gün taze sebze, meyve satılıyor. Pazarları ise bitpazarı cenneti, iyi ki kaçırmadım. Porselenler öyle ucuzdu ki! Bir de araba turu atmalıyım, toplan tılar başlamadan. Asude yerlerden Waldemarsudde bahçelerinde ceylan avlanırmış. Prens Eugen Evi, şimdi bir sanat müzesi. Grona Lund, 1883’ten beri her gece dolan, boşalan eğlence parkı. Dönme dolaplar, kabare restoranlar, çiçek bahçeleri. Hemen arkasında, Djurgarden de iki katlı evler su kenarına açılan bahçeleriyle sükunet içinde. Toplantı ile yemek arasında, o akşam sekize dek açık olan National Museum’a süzüldüm. Ömrümün bir saatini geçireceğim dev müzenin görkemli merdivenlerinde yükseldim. 500 yaşında bir duvar halısına ortaçağ selamı verip, dantel gibi işlenmiş bir meşe kapıya aşık olup, tabloların sergilendiği galeriye geçtim. Alışveriş sevenler için, daracık sokaklardaki romantik çarşıyabaşta dev NK mağazasınice rakip cevap veriyor. Seçim sizin, mağazaların ucuz olduğu söylenemez, ama İsveç’in tasarım ilahı olduğu kesin. NK yılın belirli zamanlarında, mağaza galerilerinde çağdaş tasarımcılarla, ilginç defileler hazırlıyor. Bize özel gecede, cam ve metal malzemelerle oluşturulmuş giysilerin sergilendiği bir defile izledik. Üstelik, kızacak ya da kıskanacaksınız, bu defile Modern Sanat Müzesi’nde gerçekleşti! Yemek sonrası, gece yarısı, güvenlik görevlilerinin nazik varlıkları eşliğinde de olsa, bir Giacometti heykeliyle yan yana olabilmek, Modigliani, Chagall görmek, heyecan vericiydi. Şanslıyım. nesterend@yahoo.com Bu tür durumlarda, önümde son nefesini vermek üzere olan yaralı bir insan yatıyormuş da hiçbir şey yapamıyormuşum gibi hissederim kendimi... Suçlu gibi dururum... Babil antik kenti bunu en çok hissettiğin yerlerden biri olmuştu. Görevliler, binlerce yıllık toprak eşya kalıntılarının üzerine basmaya, tarlada yürür gibi onların arasında gezinmeye alışmışlar. Beni de davet ettiler. “Gel gel korkma, burada zararlı böcek, yılan mılan bulunmaz” diyorlar. O nedenle gitmediğimi düşündüler. Göz alabildiğine uzanan düzlükte arada bir yükselen her tepecik tarihi kalıntı. Birkaçının yanına gittik. Yıkık duvarların, toprağın üzerinde öylece duran kırık çanakçömleklerin dili olsa da konuşsa... Bir gün Ortadoğu’ya da barış gelse... Adını babı ilim yani “ilim kapısı”ndan, “ilim diyarı”ndan alan Babil’in kalıntıları tüm dünya insanlarının gündemine düşse... Babil kalıntılarından ayrılırken bekçiye sordum: “Buraya, günde ne kadar ziyaretçi geliyor?” “Ne günü beyim” dedi, “ayda 1015 kişi ya geliyor ya gelmiyor...” Gezekalın...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle