Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 MAURİTİUS CUMHURİYETİ MAURİTİUS CUMHURİYETİ 13 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr Okyanusta bir botanik bahçesi Yazı ve fotoğraflar: SAKEYLE HİROŞİMA! Biz Türkler için rakı neyse, Japonlar için de sake o. Sake de rakı berraklığında, rakı sertliğinde... Ve yine rakı gibi; şişede durduğu gibi durmuyor! Japonya deyince pek çok kişi gibi benim de aklıma iki şey geliyor: Atom bombası ve kalkınma mucizesi. Kalkınmalarına biz mucize diyoruz ama, onlar üç şey diyorlar: Eğitim, eğitim, eğitim! Atom bombası deyince de akla doğal olarak ilk, Hiroşima geliyor. 6 Ağustos 1945’te Amerikalıların Hiroşima üzerinde patlattıkları ilk atom bombasının izleri, bugün de devam ediyor. Hiroşima’da bir gecemi, kentteki 13 Atom Bombası Hastanesi’nden birinde geçirmiştim. Hiroşima’da kuşaktan kuşağa geçen atom bombasına dayalı hastalıklar hâlâ devam ediyor. Ülkelere Değil Savaşa Düşmanım, kitabıma bu adı veren de Hiroşima gezim olmuştu. Atom Bombası Hastanesi’nden sonra hastanenin karşısındaki, bizim meyhanelere benzer küçük bir restoranda sabahı karşıladım. Son müşterisi bendim. Herkes gidince, restoranın sahibi Matsubara da müşteriler tarafına oturunca, Matsubara’nın garsonluk yapan çocukları masamızı deniz ürünleriyle donatınca, bunların yanına bir de sake koyunca, değil Türkiye’yi dünyayı bile kurtardık, desem abartmış olmam. Matsubara, İkinci Dünya Savaşı’nda askermiş. Konu ister istemez askerliğe, atom bombasına geldi. Matsubara’ya göre Amerikalılar çok ayıp etti. Söze böyle başlayınca, ben de “evet Matsubara abi, Amerikalılar atom bombasını kullanmakla çok ayıp ettiler” dedim. Meğer, onu değil de şunu demek istiyormuş: “Amerikalılar öyle ayıp etti ki, savaş kurallarına uymaz. Eşit silahlarla savaşmalıydık!” Sözün özü, Japonları en iyi Hiroşima gündüzlerindegecelerinde, atom bombası üzerine sohbet ederken tanıdım. Hiç de bizim baktığımız gibi bakmıyorlar. Japon sofrasını anlatmak için şunu söylemek yeterli: Denizden çıkan her şey... Deniz ürünü deyince hemen balık türleri gelmesin aklınıza, bir de yosunlar var. Rengi siyahyeşilkahverengi arasında gidip gelen yosunlar sofranın vazgeçilmezi. Hele sake varsa... Gezi ilkelerimden biri şudur: Gittiğin ülkenin sofrasına teslim ol! Dünyanın bir ucundaki insanların yediğini öteki ucundakiler de yer... Yazı aramızda Japonya’da balıktan çok yosun yedim, desem abartmış olmam. Tabii, yosun yiye yiye tosun gibi oldum, dersem abartmış olurum. Zira söylenen o ki, kilo yapmazmış. Yolunuz Japonya’ya düştüğünde elbet görülecek çok şey var ama; yiyip içecek çok şey de var. Haa, sofradaki balıkların, kanalizasyon ya da fabrika sularının arıtılmasından sonra oluşturulan özel havuzlarda üretildiğini söylerlerse de şaşırmayın. Ama sakın ola ki sakenin sayısını şaşırmayın! Yoksa Japonya sokaklarında sake sake dolaşırsınız! Gezekalın... Bülent Demirdurak auritius Adası, Afrika’nın doğu kıyılarına 2 bin, Madagaskar Adası’na 750 kilometre uzaklıkta. Buralara önce Arap denizciler gelmiş. Ne var ki o yıllarda adı Dina Arobi olan adaya Arap sömürgeciler pek ilgi göstermemiş. Daha sonrasında Portekizliler burayı Kuğu Adası olarak adlandırmış. Portekizli denizciler bölgedeki üç adaya Reunion, Rodriques ve Mauritius isimlerini vermiş. 1598 yılında sahneye çıkan Hollandalılar Nassau valisi Kont Maurice’in adını adaya vermişler. 1715 yılında ada bu defa Fransızların eline geçince ismi Ile de France’a dönüşmüş. 1814 yılında İngilizlere geçen adanın ismi yeniden Mauritius olmuş. 1968 yılında ada bağımsızlığına kavuşunca ismi de Mauritius Cumhuriyeti olarak son şeklini almış. Balayı turizmi, tekstil ve şeker kamışı ticareti yıllarca adanın en önemli gelir kaynakları olmuş. Çok uluslu dünya şirketleri artık tekstil için daha ucuz el emeği buldukları yerlere taşındıkları için önemli gelir kaynaklarından biri bitme noktasına gelmiş. Şeker ticareti de artık pek eskisi kadar gelir getirmiyormuş. Turizm ve hele balayı turizmi ise şimdilik mükemmel gidiyor. Balayına bile gelmiş olsalar insanların en çok katıldığı turlardan bi M ri ise balık tutmaya gitmek. Mauritius kıyılarında sahilden yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki mercan kayalıkları sanki kumsalı korumak için bir set oluşturmuş. Setin içinde de havuz gibi bir deniz ortaya çıkmış. Zaten böyle doğal korunmalar oluşmamış olsa okyanuslarda yüzebilmek pek mümkün olmaz. Lagünün içinde küçük balıkçı tekneleri ile balığa çıkılabiliyor. Bizim trançaya benzeyen kaptan ve kırlangıç benzeri ihtiyar en lezzetli balıklar. Canlı yemle barakuda balığı da oltaya gelebiliyor. Ayrıca bu sularda yaşayan onlarca balık da zaman zaman tutulabiliyor. Ancak aralık, ocak, şubat aylarında günlüğü 300 euro civarında bir kiralama ücreti ödemeyi göze alıp, tekne ile denize açıla bilirseniz balıkçılık hayatınızın en özel deneyimlerini yaşama şansınız olabilir. Açık denizde oltanıza köpek balığı, ton balığı, kılıç balığı ve barakuda takılabilir. Ama sportif balıkçılıkta belirli ölçünün altındaki balıklar yeniden okyanusa iade ediliyor. Bu denizlerdeki en prestijli balık bizim kılıç balığının burnu biraz daha kısa olanı. Bu muhteşem balığın adı marlin ama imparator veya denizlerin aslanı olarak da biliniyor. Bütün balıkçılar bu muhteşem güzelliğin hakkını teslim ediyorlar. Hint Okyanusu’na özel balıklardan başka bir tanesi de carangue veya kral balık. Rodriques Adası civarında carangueın en büyüğü elli beş kilo olarak tutulmuş. Yetmiş kiloluk başka bir tanesi de oltaya gelmiş ama tek neye alınamadan kaçmış. Kısacası kral balık rekoru henüz okyanusta yüzmeye devam ediyor. Benim mutlu balıkçı dostum ise “eskiden bu balıkları sahilden tutuyorduk ama artık oteller geldi” diye hayıflanıyor. Adanın başkenti Port Louis’in on kilometre kuzeyinde Fransa kralının temsilcisi Pierre Poivre tarafından kurulmuş olan Pamplemousses (greyfurt) Botanik Bahçesi bulunuyor. Burası 25 hektar alana kurulmuş muhteşem bir park. Botanik parkının içinde kolayca bulacağınız işsiz rehber botanik bilimcilerden birini yanınıza alarak sayısız ağaç ve bitki türünü görebilirsiniz. Parkın ortasındaki havuzu süsleyen nilüferlerin boyutu uçan daireyi andırıyor. Zamanla içi boşalınca davul olarak da kullanı lan palmiyeleri, dört baharat ağacını, meyveleri sosise benzeyen ağaçları, kötü kokulu ama meyveleri enfes Jack Fanit ağacını görmeyi unutmayın. Ama bu ağaçlardan bir tanesinin hüzünlü hikayesi bakalım sizi ne kadar etkileyecek. Onlarca palmiye türünden biri olan talipot yüz yaşına kadar yaşayabiliyor. İlk çiçeklerini yüz yaşında açtıktan sonra da ölmeye başlıyor. Yani talipotun ilk çiçekleri aynı anda ölümünün de habercisi oluyor. Siyah volkanik dağların gölgesinde kurulmuş olan yüz elli bin nüfuslu başkentin limanı Le Caudan’ın çok yakınlarındaki pazar yerinde Hint stiliyle iç içe geçmiş Afrika’nın renklerini, Magreb karmaşasını, Kreol canlılığını bir arada bulacaksınız. Hediyelik eşyalar arasında ilk akla gelenler ise el örmesi renkli hasır çantalar, masa servisleri ve vanilyalı çay. Adanın simgesi talihsiz dodo kuşunun da artık yalnızca heykelleri görülebiliyor. Fransızca’da ismi uyku anlamına gelen bu talihsiz kuş adanın ilk sakinlerindenmiş. Zavallı dodocuk, yirmiye kiloya yakın ağırlığından dolayı zorlukla yürüyebiliyor ve yetersiz kanatlarından dolayı da uçamıyormuş. Adaya gelen Hollandalılar da kaçamayan bu kuşları sopaları ile öldürerek köpeklerine yedirmişler ve soyunu tüketmişler. Dodocuk adanın sembolü ama bugünlerde yalnızca hediyelik eşya dükkanlarının raflarında mermerden, volkanik taşlardan veya tahtadan yapılmış olarak bulunabiliyor. info@bdemirdurak.com