23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr URUK’TA BURUK TARİH! Daha Birinci Körfez Savaşı’nın izleri silinmemişken gittiğim Bağdat’ta bizden sorumlu rehbere, (Saddam döneminde yabancıları sürekli kontrolünde tutan kişilere rehbet deniyordu) bir gün sonra gitmek istediğim yeri söylediğimde, şaşırdı! Babil, Ur, Uruk antik kentlerini görmek istemiştim. Türkmen rehber aynen şöyle seslendi: Daş, doprak neyy? Dediğine göre, görülecek çok fazla bir şey yoktu. Antik kentin kalıntılarının çoğu ya harap olmuş ya da alıp götürülmüştü. Bağdat’tan birkaç saatlik yol gidimi Uruk’a ulaştığımda kendi kendime mırıldanmıştım: Aah ah Uruk, içim buruk! Sümerlerin en büyük kentlerinden biri olan Uruk’ta 1990’lı yıllarda ayakta kalan tek yapı Ziggurat’tı. Bunun dışında kırık dökük, zamanında gerçekten muhteşem bir yer olduğunu gösteren izler vardı, o kadar! Rehber rahat, “çık çık” diyor, “madem buraya kadar geldik, her tarafı dolaş. Bu zigguratın üzerine çık.” Ben de toprağa ipek bir halıya basar gibi özenle yürümeye çalışıyorum. Her tarafımız kalıntı parçacıklarıyla dolu. Ziggurat’ın merdiven bölümü gerçekten çok sağlam inşa edilmiş. Aksi halde bugüne kalması sanırım olanaksızdı. Bir anda Efes antik kenti tiyatrosunun oturulacak yerler bölümü gibi geldi bana. Bu duygu merdivenlerden yukarı çıkmayı akla uygun hale getirdi. Efes’te konser bile verildiğine göre, burada birkaç adım niye atmayayım! Amatör bir göz bile bu Ziggurat’a bakınca şöyle demeden edemez: “Bunu başaranlar çok büyük bir uygarlığın temsilcileri olmalı...” Söylence o ki, Uruk kentinin en güzel yapılarını, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış yaptırmış. O yaptırmış olmasa bile demek ki insanlar ona yakıştırmış. Gılgamış ölümsüzlüğü aramıyor muydu? Başarmış! Tarihi Uruk kentinden geriye çok az şey kalmış olsa da, insanın hayal gücüne yakıt veren kalıntılar arasında dolaşmak sonsuzluğa yürümek gibi bir şeydi! Gezekalın... saygılarından olsa gerek, birbirlerini selamlarken hala sağ ellerini yüreklerine götürüp başlarını öne eğiyorlar.Eski Hofburg Sarayı’nın her iki ucunda bulunan dev çeşmeler son derece dikkat çekici! Çeşmelerden biri Avusturya’nın ‘‘deniz hakimiyetini’’, diğeri ise ‘‘kara hakimiyetini’’ ifade edermiş. Avusturya her iki dünya savaşından da yenik çıktığından küçüle küçüle denize sınırı olmayan bir kara ülkesi haline gelmiş. Viyanalılar da bu ‘‘Denizler Hakimi Avusturya’’ heykeline bakıp iç çekiyorlar mıdır bilemiyoruz. Sigara içilebilen tek müze Saraydan katedrale, meydandan heykele koşuşturmaktan yorgun düşünce kendimi zi bir kafeteryaya atıp birer kahve sipariş ediyoruz. Tıpkı bizim klasik kahvehanelerde olduğu üzere kahvenin yanında bir bardak da su getiriyorlar. Kafe de çok ilginçti doğrusu. Okuyanlar, yazanlar, sohbet edenler, düşünenler... Bir köşeye de çeşit çeşit kartpostal koymuşlar, isteyen beğendiğini herhangi bir ücret ödemeden alıyor! Bu kentte bir ‘‘Kafe Müzesi’’ de olduğunu öğrenince Viyana’ya neden ‘‘kafeler kenti’’ dendiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. İçinde sigara içmenin serbest olduğu tek müze olan ‘‘Tütün Müzesi’’nden ‘‘Freud Müzesi’’ne kadar türlü çeşitli müze bulunuyor bu ‘‘müzekent’’te. Seksin de müzesi mi olurmuş demeyin o da mevcut Viyana’da! ozsoymurat@hotmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle