Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 İsviçreliydi Magdi Rufer ama eşinin ölümünden sonra onun ülkesini ülkesi bildi, ayrılamadı C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 6 TEMMUZ 2007 CUMA Sabahattin Eyuboğlu’nun evini yaşattı Dönemin önde gelen sanatçı, yazar ve araştırmacılarıyla bir ‘imece’ tavrıyla bir arada olmayı, herkesi bir araya getirmeyi bilen Sabahattin Eyuboğlu’nun dolu dolu geçen yaşamında, Magdi Rufer de hep yanındaydı. Kültür Servisi Ülkemizin en önemli kültür insanlarından Sabahattin Eyuboğlu’nun eşi Magdi Rufer’i kaybettik. Dönemin önde gelen sanatçı, yazar ve araştırmacılarıyla bir ‘imece’ tavrıyla bir arada olmayı, herkesi bir araya getirmeyi bilen Sabahattin Eyuboğlu’nun dolu dolu geçen yaşamında, Magdi Rufer de hep yanındaydı. Ve tüm bu oluşumların bir parçası olmuştu. Bir piyanist olarak da iz bıraktı arkasında. ‘Dostlarının Magdi’sini, onu tanıyanlar şu sözcüklerle uğurluyorlar: dı. Sabahattin Eyuboğlu ölünce de evi kapatmadı, evi kapatıp da ailesine dönmedi. Sabahattin’in evi öyle, eski coşkunluğunu bulamasa bile Sabahattin yaşıyor gibi devam etti. Bizler arkadaşımız Magdi’nin ölümüyle dünyamızı yitirdik. Bir gün ülkemiz kendine geldiğinde Sabahattin Eyuboğlu Akademisi’ni araştırmaya başlarsa ana kültürümüze neler getirdiğini göreceğiz. Ana kültürümüzle birlikte evrensel kültür de bu evdeydi. Magdi Rufer de Sabahattin Eyuboğlu’yla birlikte kültür dünyamızda yaşayacaktır. DemekBuraya Kadardı Recep! düğü yaşamından vazgeçebildi. Kendisini düşünemeyecek kadar başkalarına adanmış bir yaşamın sahibi olarak, ondan hiç beklenmeyen bir “bencil”liktir yaptığı. Ki, “yarin yanağından gayri her şey ortak” diyen Şeyh Bedrettin misali bir “paylaşımcı”ydı o. “Ben dayanamıyorum” deyip gitmek, “benden sonrası tufan” demektir. O, huzura gidiliyor sandığı bir geçiş yaşadı belki ama bizi gerçekten bir tufan içinde bıraktı. Kaybından sonra adeta üstümüzden geçen tonlarca suya bedel, gözyaşlarımızdan oluşmuş bir “tufan”. Yapmamalıydı bunu. Dostlarının, tanıyanlarının tüm çabaları, onu “sahipsiz” ya da “ortada kalmış bir ölü” yapmamaktı. Gidenin, “bir kimsesiz cenazesi” olmadığını kanıtladı dostları. Morgda iki kişilik yalnızlığımızı bize unutturan, hüznümüzü dağıtan bir dayanışma sergilendi. Dayanışma gösterenlerin hepsi Recep gibi “başkalarının mutluluğuna adanmış yaşamların” sahibiydi. Recep’in, “benden buraya kadar” demesinin gerekçesinin ne olduğuna ilişkin bir fikre elbette sahibiz. Yaşamın ona ağır gelen taraflarından muzdarip olmayanımız var mı? Ama, insan sadece kendisi için yaşamamalıdır. Başkalarının, yokluğu karşısında acı duyacak başkalarının da duygularından haberdar olmalıdır kişi. İnsan, her ne kadar sorunlarının nedenlerinden biri de olsalar, diğer insanlarla birlikte yaşadığını anımsamalıdır. Recep, yaşamın, acı haberi duyduğundan beri gözyaşı döken, kendisini örnek aldığını öğrendiğimiz yeğeni Kıraç için de yaşanması gerektiğini düşünebilmeliydi. Yıllardır görmediği, “bir gün mutlaka gelecek” diye umutlar besleyen annesinin, bu umudunu böylesine söndürmemeliydi. Büyük acımız içinde, ona büyük öfke duyduğumuzu saklayacak değilim. Var mı böyle sadece kendini düşünmek? “Ben gidiyorum, dünyayla siz uğraşın” demek? Düne kadar şakalarıyla, kahkahalarıyla, sinirliliğiyle hafızalarında yer etmiş arkadaşımızı morgda, upuzun boyuyla, ellerini yana uzatmış vaziyette canına kıymış görmeyi hak etmedik biz. Her nereye gittiysen, umarım mutlusundur Recep. kemalerdemol@yahoo.co.uk CENGİZ BEKTAŞ Bir kere Magdi gerçekten de Sabahattin Eyuboğlu gibi bir insana eş olacak insandı. Sabahattin Eyuboğlu gibi gerçekten sorumlu ve ilkeli bir insana eşlik etmek, dışarıdan göründüğü kadar kolay olmayabiliyor ülkemizde. Sabahattin Eyuboğlu’nun sevenlerini o gittikten sonra da bir araya toplamayı bildi ve ondan kalan her şeyi korumayı bildi. Hem kendisi de bir kişilik olarak ayakta kalmayı becererek... Şimdi hepimize şöyle bir görev düşüyor. Her yıl 13 Ocak’ta toplandığımız o evi gerçekten bir Sabahattin Eyuboğlu ve Magdi’ye yakışacak şekilde sürdürmek. Hem toplantıları, hem evin oradaki varlığını... Orayı belki de Sabahattin Eyuboğlu ile ilgili bir üretim ocağı durumuna getirmekte üzerimize düşen görevi yapmalıyız. YAŞAR KEMAL Magdi’nin ölümüyle bir dünya da sona erdi. Bu Sabahattin Eyuboğlu’nun dünyasıydı. Azra Erhat’ın dünyasıydı. Halikarnas Balıkçısı’nın dünyasıydı. Orhan Veli’nin, Melih Cevdet’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Âşık Veysel’in, Mehmet Başaran’ın, nice nice genç yazarın dünyasıydı. Burada çeviriler yapılırdı, Sabahattin Eyuboğlu’nun başkanlık ettiği MEB Dünya Klasikleri kapatıldıktan sonra da klasiklerden çeviriler yapılırdı bu evde. Örneğin, İlyada’yı, Odysseia’yı Azra Erhat’ın çevirmesine bu evde karar verildi. Bu ev bir akademiydi. Bazı günler dolup taşardı. Ve akademi evin yükünü Magdi taşırdı, o güzel, o hoşgörülü gülüşüyle. O büyük piyanistti, gençliğinde İsviçre’nin göz bebeklerinden. Birçok ülkede konser verdi. Birçok ülkenin radyosunda, televizyonunda çaldı. Magdi ölünceye kadar piyanosunun başından kalkma Sabahattin Eyuboğlu’nun eşi Magdi Rufer. lerini inceliyordu ve diyordu ki, “Büyük bir sosyal değişim amaçlayan devrimci bir eğitim atılımı bu’’... Alfred Rufer, “İ. Hakkı Tonguç nerede?” diyor, “şurada, burada..” diyorlar... “Onun hapiste olması ya da asılmış olması gerekirdi yaptığı işe göre” diyor o da... Daha sonraki yıllarda Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde her pazartesi toplantılar olur, yakınları bunlara katılır, bir düşünsel imece yaşanırdı. Zaten Sabahattin Eyuboğlu’nun evi bir Köy Enstitüsü gibiydi. Ölümünden sonra da sıkıntılı günler yaşamasına rağmen Magdi her 17 Nisan’da toplantılar düzenlerdi. İyi bir insandı. Yerinde rahat etsin. tirdi. Sabahattin Eyuboğlu’nun eşiydi... Ah ne güçtür ünlü bir düşünürün, yazarın eşi olmak... Onun gölgesi altında ezilmemek, kendi kişiliğinden ödün vermemek... O ince, incecik görünümü ve küçük kız çocuğu sesinin yanı sıra güçlü kişiliğini sonuna dek korudu Magdi... Hep kendi oldu. Tüm baskılara sonuna dek direndi... (Onu en son ne zaman gördüm, onunla en son ne zaman konuştum diye düşündüm: Direnişlerdeydi. Tiyatrocuların direnişinde, AKM Yıkılmasın direnişinde...) Çok önemli bir tanıktı. Türkiye’nin bir daha asla geri gelmeyecek bir sanat ve kültür ortamının hem tüm güzelliklerini yaşadı, yaşattı hem de tüm eziyetini, cefasını, baskısını çekti. Artık dinlenebilir... Anılardan biri daha eksildi... MEHMET BAŞARAN Sabahattin Eyuboğlu Avrupa’ya gitmişti bilgi görgü artırmak için. İsviçre’de pedagog Pestalozzi üzerine çalışan Alfred Rufer’le tanıştı. Ve Pestalozzi’nin görüşleri Köy Enstitülerine yakın olduğu için iyi anlaşmışlar ve kızıyla da tanışmışlar. Kızı piyanist Magdi Rufer’le... Sonra anlaşarak birbirlerini severek Türkiye’ye geldiler. Magdi Rufer’in annesi ve babası yazın gelir onlarda kalırdı. Onları da tanıdık. Ciddi olarak Türkiye’de Köy Enstitü ZEYNEP ORAL Magdi Rufer… Kahraman bir kadındı. Piyanistti. Sayısız öğrenci yetiş r. Orhan Gemikonaklı ile birlikte, her ayrıntısı ayrı bir hüzün olan bilgiler alıyor, muhatabımızın da bize sorduğu sorulara yanıtlar veriyoruz. Üç gündür, “bu kadar fazla bekletilmesi İslam inancına aykırıdır. Ailesinin üzüntüsü bundan ötürü katlanarak artıyor. Lütfen cenazemizi verin, bir an önce yollayalım” deyip duruyoruz. Bunu dikkate alacaklarını söyleyerek, bize en acı soruları sormaya devam ediyorlar. “Akrabaları burada mı?” sorusu bunlardan biri. “Yok, ama biz yakın dostlarıyız” diye yanıtlıyoruz soruyu, acı içinde. Orhan da ben de birçok arkadaşımızın tercümanlık gerektiren işlerini yaptık defalarca. Kimilerinin evlilik tarihini alırken yanındaydık, kiminin yeni doğan çocuğunun kayıt işlemlerini yaparken. Orhan da ben de hayatımızda ilk kez, dünyevi hesap kitapla artık işi kalmamış bir arkadaşımızın bedenini morgdan almak için uğraştık. O, morgun soğutulmuş çekmecelerinden birinde yatarken biz, aynı morgun resepsiyonunda “resmi” işlemlerle uğraşıyorduk. Orada olmayı biz seçmedik. Kim seçerdi ki zaten. Elbette Orhan da ben de, örneğin, düğün gecesi, damadı, sırtına hafif sert yumruklar indirerek gerdek odasına yollayan “yakın arkadaşlar” olmayı tercih ederdik. Ne yazık ki bizim “yakın arkadaşlığımıza”, sevgili arkadaşımız son yolculuğunu sorunsuz yapabilsin diye morgun soğuk binasında dolaşmak düştü. ??? Recep’i, kardeşimizi, 12 Eylül’ün işkencehanelerinde direnmiş ODTÜ’lü yol arkadaşımızı kaybettik. Tırnağında bile en ufak bir morarma görse doktora koşacak kadar sağlığına düşkün, en yoksul zamanlarında bile en şık kıyafetler giymeye meraklı, sofrada gömleğine su damlasa, temizlemek için masayı terk edecek kadar titiz olan Recep, “benden buraya kadar” diyerek çekip gitti aramızdan. Sağlığına, giysisine, gömleğine gösterdiği titizliği, yaşamdan neden esirgediğini anlamamız kolay olmayacak. Ne olduğunu anlamamış, içimize bıçak gibi saplanmış bir acıyla baş başa kalmış durumdayız. İşkencehanelerde, işkencecilerine “hayatta kalabilmek” için direnen Recep, hem de çok onurlu sürdür D Belkıs ÖNAL PİŞMİŞLER Uzun, çok uzun bir aradan sonra memleketine dönüp, en çok bildiği bir dilde film çekmenin en esaslı yanı, dökülmüş suyu, aynı berraklığıyla kabına yeniden devşirmektir belki de. Su zamansa, “Beynelmilel” filmiyle Sırrı Süreyya Önder, cezaevinden çıkıp geldiğinde selam verecek insan bulamadığı Adıyaman’a, o bilenlerin unutmuş olmayacağı sıcak yaza geri dönüp, tertemiz bir iş çıkarmış. O kadarla da kalmayıp, bu işe izleyenleri de ortak etmiş. Yoksul gevendeler, yerel çalgıcılar, 1982’nin Adıyaman’ında faşizm hükümranlığına gedik açmaya çalışırlar, sadece karınlarını doyurup, hayatta kalabilmek gibi yalın nedenleri vardır, hepsi bu. Hepsi bu ama, gevendelerin insan olmakla ilgili dalları budakları, salkım saçak yoksullukları, sevgili evlatları ve bu evlatların daha tümden paralanmamış kalpleri vardır. “Beynelmilel”, bir gevendenin keman teline basmaktan kızarmış parmaklarına muhteşem bir sevgiyle merhem süren kızını ağlatabilmek için başvurduğu ‘Beynelmilel’: Bir ‘gevende’ bestesi bu “mecburi” acılı yol ve yine kızıyla yapmak zorunda kaldığı konuşmayla izleyene birkaç çeşit denklem yüklüyor, hemen oracıkta. Gücün haksızlığından çok, korkunçluğunun ve kıyıcılığının evdekilerce dillenmesiyle, caydırıcılığını oradan başlatmak, tehdidin hep başvurduğu bir yöntem değil midir? Diğer yandan “Babam ve Oğlum”da, “Gönül Yarası”nda evlatların babalara söyledikleriyle, evle ve egemenle iç içe geçmiş hesaplaşma sahnelerindeki tutkulu noktalar, bu kez, nehir yatağını değiştirip babanın kızıyla yaptığı konuşmayla, yoksul bir gevendenin içli ve köklü tiradına dönüşüyor. Filmin baştan sona ironik ve simgesel örtüleri aralayan, zaman zaman da meşruiyetini öfkesiyle ilgili iyi bir nedenle açıklayan akışı, özel bir üsluptan çok, iç tenliğiyle yol buluyor. Yalnızca onunla... Bu nedenle, izleyen, filmin olgun tutumundan ötürü belki de İtalyan sinemasının estetik yoksulluk gözlemlerini veya Amerikan sinemasından alıştığı ölçekleri geniş mekanları arzulayabilir. Ya da, hareketli bir kameranın döndürdüğü Fransız filmlerindeki telaşsız aşkınlıkla bir akranlık arayabilir. Fakat bunların hiçbiri veya birkaçı veya hepsi, “Beynelmilel”in bulduğu bir şeyi açıklamak için yeterli olmayabilirdi. O ki, iki yakası bunca zamandır bir araya gelememiş hayatın ta içinden bir yeri tutmuş: Faşizmler, acılar, yoksulluklar asla yerel değildir. Filmin işlevselliğinden değil, tam tersine taşıyabildiği kadar yükü sırtlandığından ötürüdür bu. Bu bir evrensel meraktır. Şimdi, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”da Pilar’ın, “Acı Pirinç”te Silvana Mangano’nun, “Çingeneler Zamanı”nda yanan çingenenin, öldürülen gazeteci kocasını arayan Amerikalı kadına bir kısa cümleyle ders veren Nikaragualı küçücük kadının yüzünü unutmayan akıl, bu Anadolu yarımadasının Nemrut eteğinde veya başka bir ovasındaki çalgıcının “Enternasyonal”i Köktendincilik kıskacı her yerde Zehra İPŞİROĞLU KÖLN Kısa bir süre önce Hans Neuenfels’in Berlin’de sahnelediği Mozart’ın “İdemeneo” operası, İslam köktendincilerini kışkırtacak korkusuyla programdan kaldırılarak büyük tartışmalara ve tepkilere yol açmıştı. Köktendinciliğin ve dogmatizmin her türüne karşı bir duruş sergileyen Neuenfels, bu kez Köln Schauspielhaus’da sahnelediği Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi”yle Hıristiyan köktendinciliğini mercek altına alıyor. Din kisvesi altında bastırılmış cinsellikle gündeme gelen otoriter ve faşist yapılanmayı bir aile modeli çerçevesinde ele alıyor bu oyun. Bernarda Alba, kocasının ölümünden sonra ailede yas ilan ederek evde tam bir terör havası estiriyor. Oyun başladığında, neşeli bir müzikle renk renk giysiler içinde dans eden kızları, bir anda kara giysilerle matem havasına bürünerek din adına kurgulanan bu karabasanın bir parçasına dönüşüyorlar. Yüksek metalik gri duvarlardan oluşan çarpıcı bir döner sahne tasarımı kapalı camlar ve kapıların ardında sıkıştırılmış yaşama gönderme yapıyor. Sahne döndükçe daralıp açılarak sürekli biçim değiştiren duvarlar, çıkışı olmayan bir labirent gibidir. Bernarda Alba’nın kocasının başucunda asılı portresini İsa’nın resmiyle değiştirmesiyle ve kocasıyla yıllar yılı paylaştığı yatağı elinde baltayla parçalamasıyla başlayan karabasan sahneleri ağır ağır ilerliyor. Zaman durmuş gibidir. Kızların annelerinin denetiminde dinsel ezgiler söyledikleri törensel sahneleri, bu boğucu dünyadan bir çıkışı aradıkları erotik düşleri izliyor. Eteklerini havalandırıp dantelli iç çamaşırlarını gösteren Amelia’ya da kendini hayalindeki erkeğe kaptırarak ikide bir kız kardeşlerine asılan Magdalena bitmeyen karabasan oyununun parçaları gibi. Lorca’nın oyununda hiçbir zaman sahneye çıkmayan, Bernarda’nın büyük kızının nişanlısı Pepe, oyundaki tüm kadınların düşlerinin odaklaştığı tek erkek; sahnede görünmüyor ama varlığı her an duyumsanıyor. Oyunun sonuna doğru bu hayali erkekte odaklaşan düşler, tüyler ürpertici saldırganlık sahnelerine dönüşüyor. Herkesin herkese karşı olduğu bu boğucu rekabet ortamı içinde, iki kız kardeşin horoz dövüşünü andıran kavgası, oyunun doruk noktasını oluşturuyor. Fanatizmi ve katılığıyla ve donuk maskemsi yüzüyle bir buz küpünü andıran Bernarda (Elisabeth Trissenar) oyun boyunca çarmıhtaki İsa’yı oradan oraya taşır, kanayan yaralarına dokunup dualar okur, sonunda da dikenli tacı kendi başına geçirir. Duvarda kocaman kanlı bir el, bir bacak, bir kol gibi İsa’nın gövdesinin kanlı parçaları asılıdır. Bernarda’nın İsa’yla bütünleşerek kendini kurban olarak sahnelemesi güç ve iktidar oyununun vazgeçilmez bir parçası gibidir sanki. Her sözüyle, her davranışıyla tipik bir diktatördür Bernarda. Çarmıhtaki İsa adına kızlarını, evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren bir kadını taşlayarak öldürmeye kışkırtması sahnesi, onun fanatik duruşunun doruğunu oluşturuyor. Din adına bastırılan yaşamın, gençliğin, cinselliğin insanları giderek deforme etmesi, dahası insanlıktan çıkarması bu oyunun ana izleği. Biraz uzun soluklu da olsa, dinsel bağnazlıkla yoğun bir hesaplaşmayı gündeme getiren çok çarpıcı ve düşündürücü bir oyun. Hans Neuenfels’in sahne yorumunun belki de en ilginç yanı, izleyiciyi kolaylıkla tavlayacak her tür biçimsel etkiden özenle uzak durması. Yoğun bir dramaturgi çalışmasıyla (Dramaturg: Heike Frank) kotarılmış olan bu sahne yorumu, metni ciddiye alan çok titiz bir çalışmanın ürünü. 979 yılı 27 Haziran’ında Manisa’da eczanesinde öldürülen eczacı Neşe Gülersoy, ölümünün 28. yılında Manisa’da bir törenle anıldı. Neşe Gülersoy cinayeti, 1980 öncesinde sıklaşan, neredeyse her gün bir yenisi yaşanan siyasi cinayetlerden biriydi. Manisa Eczacılar Odası o tarihten bu güne her yıl, Gülersoy’un mezarı başında bir anma töreni düzenliyor. Bu yılki anma töreninin bir özelliği, şehit eczacı için ilk kez bir kültür programının da düzenlenmiş olmasıydı. Manisa Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki programda Manisa Eczacılar Odası’nın genç başkanı Özgür Özel ve Neşe Gülersoy’un kuşaktaşları, arkadaşları konuşmalar yaptılar. Ben de çağrılı olduğum toplantıda bir konuşma yaptım ve şiirler okudum… ??? Neşe Gülersoy 1950 doğumlu. Buna göre, 1968 yılında tam 18 yaşında çiçeği burnunda bir 68’li. O yılların devrimci, yurtsever havasında yetişmiş. Nitekim, 29 yaşında öldürüldüğünde İzmir Eczacılar Odası Genel Sekreteri. Türkiye’nin ilk eczacılar kooperatifi MEDAK’ın kurucularından. Genç yaşına karşın, çevresinde ve 1 CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU Bir Devrim Şehidini Anarken olacak, 1980 sonrasındaki birkaç yılını büyük olasılıkla cezaevinde geçirecek, yine büyük olasılıkla o günlerden bu günlere toplumcu, devrimci hareketlerin içinde ve mesleğindeki örgütlenmenin ön sıralarında yer alacaktı. Yine büyük olasılıkla çocukları, belki torunları olacaktı. Bunlar olamadı… Oradaki konuşmamda, “ölüm” olgusu üzerinde düşündüklerimi söylemeye çalıştım… Yaşam hiç kuşkusuz ki biriciktir ve hiçbir söz, hiçbir şiir, ölüm gerçeği karşısında eşit ağırlıkla yer alamaz… Bizler için, ölümün onulmaz acısını katlanılır kılabilecek tek olgu, kolektif, ortaklaşa, bütünsel insanlık bilincimiz olabilir… Yitirdiğimiz kişinin, bizim gerçekten de bir parçamız olduğunu kuvvetle duyum mesleğinde seçkinleşmiş bir eylemci, örgütçü ve devrimci. O gece için hazırlanan başarılı belgesel filmde, bu genç devrimcinin aynı zamanda da nasıl bir yaşam ve insan sevgisiyle dolu olduğunu gördüm. Böylece, bugünmüş gibi anımsadığım cinayet, bir gazete haberinin ya da soyut bir “devrim şehidi” olgusunun ötesine geçti ve benden epeyce daha genç bu kuşaktaşımı, bir an, sadece toplumsal eylemiyle değil, olanca canlılığıyla, kişisel kimliğiyle de duyumsadım… O gece o toplantıda okuduğum şiirler, bir Mustafa Kemal portresinin yanı başına asılmış fotoğrafındaki güzel yüzüyle onun gerçekten kızıymış gibi duran bu şehit arkadaşımıza doğrudan bir sesleniş tınısı kazandılarsa, bundandı… ??? Neşe Gülersoy yaşasa 60’ına yakın samak… Konuşmamda, Neşe Gülersoy adına her yıl, ilkokul çağındaki çocuklar arasında barış ve sevgi konulu bir kompozisyon yarışması düzenlenmesini önerdim… Böylece Neşe Gülersoy imgesi, barış ve sevgi kavramlarıyla bütünleşerek, çocukların kimliklerinde yaşamayı sürdürecek. Çocuklar benliklerinde, “barış” ve “sevgi”yle “öldürme”nin karşıtlığını duyumsayacaklar… ??? Belgesel filmde Dağlarca’nın o günlerin ürünü bir şiiri okundu. Abdi İpekçi cinayeti sonrasında yazılmış şiirde, yok edilmezse hepimizi tek tek yok edecek birinden söz edilmekteydi… Konuşmamda, bugünkü tehlikenin 70’li yıllardakinden de büyük olduğunu, bugün artık tek tek yok edilmekten de öte, topluca, ülkece, ulusça var olup olmamanın yol ayrımında bulunduğumuzu anlatmaya çalıştım… Şehit arkadaşımızı anarken aklımdan geçenler ve söylemeye çalıştıklarım bunlardı… ataolb?cumhuriyet.com.tr