03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 TEMMUZ 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Üretmeyen toplumun sonu Erdoğan AYDIN Osmanlının gerilemesini irdelediğim geçen haftaki yazım, çoğu pozitif olmak üzere yoğun bir mesaj trafiğiyle karşılandı. Yarattığı bu ilgi nedeniyle, soruna ilişkin irdelememi birkaç hafta daha sürdüreceğim. Sorun gerçekten de önemli; çünkü hangi yargıda olursak olalım, Osmanlının gerilemesi, dünyanın işbölümüne çok geri bir konumdan katılmamıza neden olan kötü bir miras olarak Türkiye’nin sırtına kalacaktı. Geçen hafta da değindiğim gibi, Osmanlının geri kalışı, kendilerinden pek çok şey öğrendiğimiz kimi aydınlar da dahil genellikle dışsal nedenlerle açıklanmaya çalışılır: Okyanusaşırı ticaret yollarının bulunmasıyla Osmanlının ticari girdi ve canlılık sağlayan bu araçtan yoksun kalması, dışarıdan gelen mal talebi yanında ucuz gümüş ve altın girdisinin neden olduğu ağır enflasyon, Avrupa’nın ekonomik ve askeri ilerleyişinin sonucu yenilgiler, sömürgecilik, vb... Bunların olgular olarak doğru olduğu kesin. Gerçekten de önceki dönemde dünya ticaretinin geçiş yolu üzerinde olma avantajıyla önemli bir ek kaynak elde eden Osmanlı, coğrafi keşifler sonrasında bu avantajını yitiriyordu. “Doğu ticareti artık Osmanlı topraklarından geçmeksizin, okyanuslar üzerinden yapılıyordu. Bu değişim sonucunda 16. yüzyıl başlarından itibaren dış ticaret alanında özellikle aracılık yoluyla elde ettiği dışsal artıkdeğerden gittikçe yoksun kalmaktaydı.” (A. Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, s.6) Yine Avrupa’da tahıl ve hammadde fiyatlarındaki artışa bağlı olarak Osmanlıdan, (tüm denetimlere rağmen) yoğun bir mal kaçışı yaşanacak, karşılığında gelen değerli madenler ise, engellenemez bir şekilde enflasyon üretecekti. Aynı bağlamda ticaret düzeni hızla bozulacak, Ahi örgütlenmesi altında ağır denetime tâbi tutulan küçük üreticiler hammadde bulamaz konuma düşecekti. Böylece hem hammaddesini kaptırarak, hem de lüks mamuller ithal ederek, ürün işleme kapasitesinin düşüşü söz konusu olacaktı. Diğer yandan, hammadde karşılığı akan değerli madenlerden de, enflasyon ve krizin derinleşmesi akacaktı. Bu faktörler bir bütün olarak Osmanlı ekonomisinin Avrupa’ya bağımlılaşmasına, dolayısıyla (kendi içine kapalı kalsa uzun vadede yakalanabilecek) sanayileşme olasılığının tümden yitirilmesine neden olacaktı. OĞRU OLGULARDAN YANLIŞ SONUÇLARA Bununla birlikte Osmanlı gerilemesini bu temelde açıklamanın ciddi bir sorgulanmaya gereksinimi var. Çünkü o günün dünyasına egemen olan, üstelik ticaret yolu, talan, vergiler, dolayısıyla devasa bir artığa sahip olan bir Osmanlının gerilemesine karşın, kendine kıyasla ciddi bir siyasi otoriteden yoksun, kendi içinde küçük devletçiklere bölünmüş bir Avrupa’nın bir başka çağa atlamasından söz ediyoruz. Bu mantık, daha önce çok daha büyük dış girdi avantajı olan merkezi bir imparatorluğun, nasıl olurda bu avantajından hareketle meta ekonomisi yaratamamış olduğu sorusunu yanıtlayamıyor. Aynı şekilde Osmanlı’yla kıyaslanamayacak kadar küçük parçalı yapısına rağmen Avrupa’nın, matbaa, gemicilik, tarımsal teknolojiler, yaygın şehirleşme ve sanayileşmeye giden dinamizmi nasıl başardığı sorusu da bu mantıkta yanıtsız kalıyor. Bu durumda, Avrupa üretim tarzının, siyasal dezavantajlarına rağmen içsel bir dinamizme sahip olduğunu, buna karşın Osmanlı düzeninin, devasa avantajlarına rağmen buna sahip olmadığını kabul etmek zorundayız. Dolayısıyla sorun öncelikle bu gerçeklikte aranmak, diğer faktörler ise ancak buna bağlı olarak kıymetlendirilmek durumunda. Özetle gerilemenin nedenlerini, “Osmanlının denetimi dışındaki değişmeler sonucu dış ticaretin kontrol edilemez hale gelişi”nde görmek şeklindeki yaygın açıklama, gerçeklerimizden kaçma örneklerinden biridir. Dolayısıyla geri kalışın nedenlerini öncelikle içte, iç dinamiği yavaşlatan, kaçakları ve yozlaşmayı zorunlu kılan, ticari gelişim ve üretim teknolojisinin gelişimini boğan yapılanışta aramak gerek. Üstelik yoğun enflasyonun, bizzat Fatih döneminde, yani henüz Avrupa’nın üstünlük elde edebilmenin uzağındayken başladığı da anımsanmalı. C 13 “Haydi Portekiz!” İKİ AYRI YAPILANMA Üretici olmayan harcamalar yanında sürekli savaşlar ve denetimin zorunlu kıldığı devasa bir bürokrasinin halkın sırtından lüksle beslenmesi bu sürecin öncelikli failleridir. Bu arada en yoğun altın ve gümüş talanını gerçekleştiren, hatta Osmanlı pazarında parası en geniş dolaşım olanağı bulan İspanya’nın da geri kalmasına karşın, bu dönemde dışsal talandan pay almayan, üstelik 17. yüzyılda 350 devletçik olarak yaşamış olan Almanya’nın kalkınması, sorunun üretim ilişkilerinin niteliğinde yattığını göstermektedir. Özetle dinamik bir ekonomik yapıya sahip olması halinde Osmanlı da, Avrupa’nın yoksun olduğu büyük avantajlarıyla sınai sıçrama yapmaktan geri kalmayacaktı. Üstelik dünyaya hükmettiği 16. asırda Osmanlı, Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz ticaretine hakimiyeti henüz tamamıyla yitirmemişti. Kanuni adeta dünyayı haraca kesmişti, ama buna rağmen Osmanlı, tarihinin en büyük iktisadi buhranlarından birini şünme yeteneği, yani ekonomik aklı oluşmamıştı. Bazı görece adil özellikler göstermesiyle Avrupa’daki feodal düzenden görece üstün olan Osmanlı düzeni, üretken bir toplumsal işbölümü gerçekleştirememe anlamında Batı’dan geri bir sistemi ifade etmektedir. Bu karşılaştırmalı yaklaşımla onun bu üstünlük ve zaaflarını belirlerken, Osmanlının geri kalması, giderek sömürgeleşme sürecine girmesinin niçin zorunlu olduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Devasa topraklarında milyonlarca insanın beslenmesi işleviyle şekillenmiş olan Osmanlı üretim ve dağıtım mekanizması, Avrupa’nın yenilenen sistemiyle ekonomik eksende yüzleştiği oranda krize giriyordu. Buna rağmen askeri düzlemdeki karşılaşmalarda üstünlüğünü sürdüren Osmanlı düzeni, ekonomik ilişkilenmede kan kaybına bağlı olarak sonraki yüzyıllarda askeri üstünlüğünü de kaybedecekti. Dışarıya karşı askeri zaferlere göre kurgulanmış dengesinin bir diğer stratejik zaafı ise, içinden çıktığı Kızılbaş reayanın sırtından sopa eksik etmeyen despot politikasıydı. Bu politika, dış talanın azalması ve artan ihtiyaçları karşılamamasıyla orantılı olarak daha da ağırlaşıyordu. Bu durumda halkın düzene yabancılaşması ve tahammül sınırlarının zorlanmasıyla yinelenen ayaklanmaları günde tahrip edecek, böylece otoritesini korumaya çalışırken krizini ve çöküşünü daha da derinleştirecektir. Bu noktada anımsanmalıdır ki Cumhuriyet, en azından kurucularının bir kesimiyle bu gerçekliğin bilincinde kurulmaya çalışılacaktı. Nitekim 1 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında Mustafa Kemal, “...Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür” (halktır) şeklindeki bilinen ifadesini gerekçelendirirken, çok çarpıcı saptamalar yapar: “Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini (yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz ve aşağıladığımız ve bunca fedakârlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.” Osmanlının halk karşısındaki asıl konumunun özlü bir anlatımı olan bu yaklaşım, köylülere karşı izlenen pratik bir yana ama, kuruluş dönemindeki Cumhuriyet’in Osmanlı’yı nasıl gördüğünü ortaya koymak açısından çarpıcıdır. lmanya Türkiye’nin pandora kutusunu açmadan dönem başkanlığı görevini 1 Temmuz itibariyle Portekiz’e devretti. Alman Başbakanı Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’ye çelme takmak için heyecanla beklediği anı anayasa krizinin hatırına birkaç aylığına erteleyebildi. Dönem başkanlığı görevini Merkel’in başarıyla bitirmek istemesi Sarkozy gibi “hiper aktif ve ultra Türkiye karşıtı” bir lideri kesmedi haliyle. Almanya görevden çıkış yaparken Sarkozy Ankara’nın müzakere başlıklarından birini siyasi nedenlerle engelledi. Göreve yeni başlayan Portekiz önemli hissetmenin heyecanıyla Ankara’ya sıcak mesajlar verdi. Zaten AnkaraAB ilişkileri sadece soğuk ve sıcak mesajlara kaldı. ??? AB iyimserleri umutlarını şu sıralar Portekiz’e bağlamış durumda. Portekiz’in Avrupa işlerinden sorumlu bakanı Manule Lobo Antunes görev programını açıkladığında Türkiye’nin müzakere sürecinde hedefin tam üyelik olduğu yönünde mesaj verdi. “Sarkozy’e uyarı” şeklinde algılanan bu açıklama yeni değil. Türkiye’nin müzakere çerçeve belgesinde “müzakerelerin hedefi tam üyeliktir” ifadesinin yanı sıra “ucunun açıklığına” da vurgu yapılıyordu. Henüz bu belge sorgulamaya açılmadı. Acaba Portekiz Fransa’nın tüm süreci engelleyebilme, sorgulama hatta yönünü değiştirme olasılığından duyduğu endişeyi bu tür bir açıklamayla yatıştırma yoluna mı gitti? ??? Her ne kadar Portekiz Ankara’nın gururunu okşayan mesajlar verse de genişleme görev listesinin başında gelmiyor. Yeni AB antlaşması, istihdam ve bilgi üzerine kurulu ekonomik ve sosyal uyuma yönelik Lizbon Stratejisi, enerji ve çevre, yasadışı göçle mücadele, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra Rusya ile stratejik ilişkiler derken, genişlemeye yönelik “verilen sözlerin tutulması” yönünde genel bir ifadeyle yetinilmiş. Ancak programa Akdeniz bölgesine yönelik yeni bir yaklaşım A getirme hedefi de girmiş. AB’nin güneydoğu sınırlarındaki ülkelerle daha sıkı işbirliği istiyor Portekiz. Bu hedefin Türkiye’ye “Akdeniz Birliği” çerçevesinde imtiyazlı ortaklık verilmesini savunan Sarkozy’den en büyük desteği alacağı kuşku götürmez. ??? Almanya’nın Türkiye tartışmasını yaşamadan dönem başkanlığı görevinden “sıyırmasının” bir başka siyasi yanı da “Avrupa’nın Sınırları” tartışmasına taraf olacak olması. Portekiz Fransa’nın talep ettiği gibi Aralık 2007’de Türkiye’ye yönelik bir tartışma yaşanmasını istemediğini belirtti. Ancak AB’nin geleceğine yönelik kaçınılmaz konu olan sınırlar meselesi Sarkozy’nin hesaplı siyaseti sonucu yıl sonunda yapılacak AB doruğunda bir şekilde gündeme gelecek. Sarkozy çizgisine yakın Merkel, dönem başkanlığı tarafsızlığından kurtulmuş olarak bu tartışmada Fransa ekseninde bir tutum belirleyebilir. İngiltere’nin yeni başbakanı Gordon Brown’un huyu suyu henüz belli değil. Ancak eski başbakan Tony Blair kadar Ankara heveslisi çıkmayabilir. ??? Gözden kaçırılmaması gereken bir denklem var bugün AB’de. Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlaması kararının alınmasında son derece etkili olan Gerhard Shcröder, Jacques Chirac ve Tony Blair üçlüsü artık yok. Onun yerine Türkiye’nin yönünü tam üyelikten imtiyazlı ortaklığa çevirmeyi aleni bir görev haline sokan Sarkozy, koalisyon hükümetinde bile Ankara’ya başka seçenekler verilmesini istediğini “içtenlikle” açıklayan Merkel ve ülkesindeki bombalarla sersemlemiş bir Brown var bugün. Eğer küçük AB üyesi Portekiz Türkiye’nin müzakere sürecinde ilerleme sağlanması için heves ve niyetini yaşama geçirebilirse ne ala. Türkiye’de “Haydi Portekiz” diyen AB’nin sadık savunucularını duyar gibiyim. Buna karşın sürecin özellikle de bu noktasında boş hayallerle oyalanmanın getireceği zararı görmezden gelemiyorum. elcpoy?yahoo.fr D yaşamaktaydı. Osmanlının elindeki ticaret yolu sadece Saray’ı besleyen haraç geliri sağlarken, Avrupa’da sanayileşme gibi bir sonuç üretmesi bile başlıbaşına bu iki yapının farkı olarak anlaşılmalı. Kaldı ki kendisi üreten ve yeniden üreten dinamik bir yapı kurabilmiş olsaydı Osmanlının Hindistan’a olan uzaklığı Avrupa’nınkinden çok daha az ve risksizdi. Ancak Osmanlı düzeni, 16 ve 17. yüzyıllarda bile, böylesi olanakları haraç dışında ekonomik sıçramaya akıtacak bir örgütlenme ve bilinç düzeyinden uzaktı ve işte bu nedenle ha bire Viyana’yı fethetmeye çalışıyordu. me gelecek, Osmanlı ise çözüm üretmek yerine onları ezecekti. Dolayısıyla zaten gelişim düzeyi anlamında Avrupa’nın gerisinde kalan Anadolu’nun üretici güçleri sık sık yağmalanıp tahrip edilecekti. Böylece teknolojik gelişme dinamizminden zaten yoksun olanın istikrarlı biriktirilmesi de mümkün olamayacaktı. ILIÇLA FÜTUHAT YAPANLAR Bu bağlamda 16. ve 17. yüzyıllara damgasını vuracak olan en önemli özellik, halkın Kızılbaş ve Celali kimliklerle birbirini izleyen ayaklanmaları ve onları bastırmaya yönelik korkunç kitle kıyımları ve tarımın tahribi olacaktı. Pir Sultan Abdal, “Bir taş oynamasın yerli yerinden / Duysun canlar deyu bizi asarlar” deyişiyle bu süreci anlatır. Yani bu süreçte Osmanlı, sadece farklılıklarını değil, aynı zamanda eski düzenin yeniden üretimi için yaşamsal olan kendi üretim güçlerini de tahrip edecekti. Nitekim bu sürecin sonucunda Anadolu’da büyük bir yıkım gerçekleşecek, üretim yapmanın koşulları olanaksızlaşacak, halk bir yerden diğerine can güvenliği kaygısıyla kaçacak, devlet ise Kuyucu Murat prototipi yöneticileriyle sorunları kendi meşrebince kesik kafataslarından kuleler inşa ederek hal’ledecekti. Özetle Osmanlı düzeni, onu değiştirecek dinamiklerin oluşumunu engellemekle kalmayıp, kendi klasik askeri üstünlüğü için gerekli kendi ekonomik altyapısını da K YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞ Dolayısıyla ticaret yolunun değişimi ve diğer dışsal nedenleri, temeldeki bu ters gidişi arttıran işlevi dışında tayin edici olgular olarak görme yanılgısından uzak durmak gerek. Belirleyici olan, yüzyıllar içinde oluşmuş olan Osmanlı düzeninin toplumsal dinamizmi öldüren karakteridir. Kendini dünyanın koşulları içinde yeniden üretemeyen her toplum gibi kendi içinde çürüyüp sömürgeleşmesi kaçınılmazdı. Anımsanmalıdır ki sorunların çözümü, eski askeri zafer günlerine geri dönmek, bunun için çözülen yapıyı yeniden geriye çevirmek (bu noktada Koçi Bey Risalesi önemli bir belgedir) şeklinde biçimlendi. Çünkü Osmanlının üretime dair çareler dü M. Kemal, yine bir başka sefer, Osmanlının en büyükleri Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin fetih seferlerini anlattıktan sonra; “Bu azametli padişahlar, takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. (...) Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hissiyatları ve emelleri üzerine bütün harekât ve işleri bina ettiler. (...) Bu tâcdarlar (taç sahipleri, padişahlar) milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onları kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. (...) Şahsi saltanatta her hususta tâcdarların arzusu, iradesi ve emeli hakimdi. Mevzubahis olan yalnız odur. Milletin arzuları, emelleri, ihtiyaçları mevzubahis olmaktan çok uzaktır” (Söylev ve Demeçler, c.2, akt. Z. Sarıhan, Bilim ve Ütopya, sayı 59, s.27). Yine başka bir seferde M. Kemal, Osmanlının 600 yıllık macerasını; “Efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terki mevki etmeye (sonuç olarak yerini bırakmaya) mahkumdur” cümlesiyle özetleyecekti; Bu sözlerini takiben, “uzun seferlerde fütuhat meydanlarında” dolaştırılan “Unsuru asli”, “Fütuhat meydanlarında kılınç sallamaktan kendi hayatlarıyla uğraşmak fırsatını elde edememişler, bu arada diğer unsurlara oranla fakirleşmiş ve tahrip olmuşlardır” (Akt. Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması, s.134) ifadesiyle, Osmanlının sonraki gerilemesinin, onun önceki ilerlemesinden bağımsız anlaşılamayacağını ifade etmektedir. (Fotoğraf: UĞUR DEMİR) Yunus Nadi’yi özlemle andık Gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’yi, ölümünün 62. yıldönümünde, Edirnekapı Şehitliği’ndeki mezarı başında törenle andık. Törene, gazetemizin yönetici ve çalışanları katıldı. Yunus Nadi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alan öncü kadronun içinde bulundu. Kuvayı Milliye ruhuyla yakın çevresine enerji veren, ışık saçan Yunus Nadi’nin, 7 Mayıs 1924’te yayın hayatına başlayan Cumhuriyet gazetesinin ilk sayısındaki başmakalesinde yazdığı ilkeler, bugün Cumhuriyet Vakfı’nın da ilkeleri olarak devam ediyor. Çağın vebası AIDS’e karşı önemli gelişme HIV hücreden çıkartıldı BERLİN (AA) Hamburg ve Dresden kentinde görev yapan Alman araştırmacıların, AIDS hastalığına yol açan HIV genini, laboratuvar ortamında ilk kez insan hücresinden çıkartmayı başardıkları bildirildi. “Science” adlı bilim dergisinde yer alan habere göre, bilim insanları özel bir enzim ile HIV genini insan hücresinden çıkartmayı başardı. İnsan vücudunda bağışıklık sisteminin zayıflamasına yol açan HIV, hücrelerdeki DNA’ya yerleşiyor. Hamburg’daki Heinrich Pette Araştırma Enstitüsü’nde görev yapan Prof. Joachim Hauber, dergiye yaptığı açıklamada, “Hastalığın bulaştığı hücre iyileştirilebiliyor. Biz bu virüsü hücrelerden uzaklaştırdık. Bugüne kadar bunu kimse başaramamıştı” dedi. Bu gelişme sayesinde 10 yıla kadar insanlar için yeni bir tedavi imkânı bulunabileceğini ifade eden Hauber, tedavi için AIDS hastasının kanından kök hücre alınması ve bunun laboratuvarda virüslerden temizlenmesi gerektiğini belirtti. Hauber, bu şekilde işlem gören kök hücrelerin, tedavi amacıyla yeniden hastaya aktarılması ve böylece bağışıklık sisteminin yenilenmesinin sağlanması gerektiğini kaydetti. FLORANSA MÜZİKAL FESTİVALİ FLORANSA (AA) İtalya’da bu yıl 75’incisi düzenlenen Floransa Müzikal Mayıs Festivali, perdeyi önceki gece Fazıl Say konseriyle kapattı. Say, günümüz dünyasının en iyi Fazıl Say büyüledi orkestra şeflerinden biri olan Hintli Zubin Mehta yönetiminde, Rönasansın be şiği Floransa’nın Signoria Meydanı’nda verdiği konserde, yaklaşık 20 bin müziksevere büyüleyici bir gece yaşattı. Konseri Floransa Belediye Başkanı Leonardo Domenici, Say’ın babası Ahmet Say ve bir grup Türk gazeteci de izledi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle