Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 26 EYLÜL 2009 CUMARTESİ Bende her şey Rumeli Kısa film değil video Bir kuşağın görsel hafızasını en iyi belgeleyen doküman belki de video. Çünkü estetiğe dair diğer kaygılardan arındırılıp olabildiğince görselliğe konsantre olmuş bir alan. İnternette vaktimizin çoğunu alan video paylaşım sitelerinde hünerlerini sergileyen video sanatçılarının dört yıldır Kurye Video isimli bir sergisi var. Bu arşiv bienal kapsamında İMÇ’de gösterime sunuluyor. “Video mu? Nasıl yani kısa film gibi mi?” Ceren ve Irmak Arkman buna benzer sözleri çok duymuşlar. Kendileri dört DENİZ yıldır düzenlenen, ÜLKÜTEKİN Türkiye’de video alanında uzmanlaşmış ve yurt dışında bilinen tek festival “Kurye Video”nun organizatörleri. İlerde Türkiye’deki görsel sanatlardan bahsedilirken mutlaka onların da ismi anılacak. Henüz dört yıllık bir arşivleri var ama bahsettiğimiz 42 ülkeden 300’e yakın sanatçının 700’ü aşkın videosunu içeren bir arşiv. Kurye Video’da yer alan tüm çalışmalar İstanbul Bienali kapsamında İMÇ 5533’de sergilenecek. Bu bir anlamda Türkiye’de yapılmış video sanatı çalışmalarının da dökümü. Irmak’a göre ellerindeki arşiv yurtdışındaki birçok organizasyonla karşılaştırılacak düzeyde. Diğerlerinden farkı ise ne katılan sanatçılara ne de organizatörlere maddi anlamda bir kazanç sağlaması. Ceren bu durumu insanların “sanatta para olmamalı” bakışına bağlıyor. Hatta “böylesi underground bir işin ticari mekanlarda sergilenmesinden rahatsız olduğunu” dile getirenler bile olmuş. Ancak işler ne yazık ki bu kadar romantik gelişmiyor. “Video kamera üreten firmalara bile festivalimize sponsor olmalarının kendileri için yararlı olacağını anlatamadık” diyor Ceren. Durum böyle olunca alternatif bir festival düzenlemek de bir hayli zor. Önümüzdeki yılın hazırlıkları çoktan başlamış ama “daha geçen yılın borçlarını kapatamadık” diyorlar. İyi de bütün bu zorluklara neden katlanıyorlar. Yola Türkiye’deki video sanatını geliştirme amacıyla çıkmamışlar, daha çok rastlantılar onları bu noktaya getirmiş. “Karga Art’ta çalışırken ilk gösterimi yapmıştım” diyerek söze başlıyor Irmak. O zaman işin nasıl yapılacağını bilmediği için her yere açık davet göndermiş ve gelen talep fazlalığından video alanında ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu fark etmiş. Sonrasında da Ceren’le birlikte Kurye Video Festivali’ni organize etmeye başlamışlar. Hikâyelerini anlatırken Irmak “devlet bu işe mutlaka sponsor olmalı” diye ekilyor. Ceren’e göre ise yakın bir gelecekte bunun olması mümkün değil. “Dünya genelinde bu tip işlere hep devlet destek oluyor. Ancak bu tip konvansiyonel sanatlara destek gelmesi bir on yıl daha olacak gibi değil. Sonuçta biz de kendi mekanımızı kuramıyoruz” diyor. Haksız sayılmaz ne İstanbul 2010 ne de benzer organizasyonlarda video sanatına dair kayda değer bir etkinlik göze çarpıyor. Galerilerin sunduğu video çalışmaları da yanında “iki sayfalık yazılar okunmadan anlaşılamaz” havasında olunca, “İstanbul’da videoya büyük bir mesafe kondu. Bu aslında tam da bienalin etkisiydi.” Videonun reklam ve medyadaki göz ardı edilemez yerine karşın çok da anlaşılır bir yerde durmamasının sebebini böyle açıklıyor Irmak. Ceren devam ediyor: “Türkiye’de video ortalama bir insanı geçtik, sanat camiası içinde bile ‘37 ekran televizyon karşısında 45 dakika, damlayan musluk seyretmek’ olarak algılanıyor. Tamam o da bir başarı ama sadece o olmak zorunda değil.” Suzan Kardeş’in yeni albümünün ismi “Makyaj Odası Şarkıları”. Yıllardır “ünlülerin” makyözlüğünü yapan, ardından da Balkan şarkılarına getirdiği yorum ile sahneye çıkan Kardeş, birlikte çalıştığı 15 sanatçıyı stüdyoya sokarak sevdikleri şarkıları söylemelerini istemiş. Ortaya renkli bir çalışma çıkmış. Yarın geceki Kuruçeşme Arena konseri için de masa düzeni hazır. Yani Suzan Kardeş, Arena’yı kocaman bir Boğaz gazinosuna, meyhanesine çevirecek. Suzan Kardeş, “Balkan Gecesi” ve “Bekriya” albümlerinden sonra “Makyaj Odası Şarkıları”nı yayımladı. Bu ünlülerin makyaj ALİ DENİZ albüm odalarında mırıldandığı şarkılardan oluşuyor. Uzun yıllar USLU tanınmış simaların makyözlüğünü yapan, ardından da Balkan şarkılarına getirdiği yorum ile sahneye çıkan Kardeş, birlikte çalıştığı 15 sanatçıyı stüdyoya sokarak sevdikleri şarkıları söylemelerini istemiş. Ortaya da oldukça güzel bir çalışma çıkmış. Albümde kimler yok ki? Cem Yılmaz, Nejat İşler, Demet Akbağ, Erkan Can, Fikret Kuşkan, Özgü Namal, Yılmaz Erdoğan, Şebnem Sönmez, Haluk Bilginer... Liste uzayıp gidiyor. Sezen Aksu mu? Elbette o da albümde. Suzan Kardeş 27 Eylül pazar gecesi “Makyaj Odası Şarkıları”nı konukları ile birlikte Kuruçeşme Arena’da söyleyecek. Biz de Suzan Kardeş’le buluştuk. Rumeli, Balkan kanı taşımamızdan olsa gerek tanışmamıza bile gerek yoktu, koyu bir sohbet hemen aldı başını gitti. İşte anlattıkları. Her şeyi kuliste öğrendim Kardeş, alçakgönüllü ve samimi. Başarı hikâyesini de hep dostlarına minnet duyarak anlatıyor. “Bunu yapabilmek benim için önemliydi. ‘Bir şey olmak’ amacım yoktu. Yalnızca bildiğim bir şeyi yapıyordum. Kulağımda kalan şarkıları söylüyorum ve mutluyum” diye özetliyor müzik hayatını. Sonra da albümünü anlatmaya devam ediyor, “ayrılanları bir araya getirmek istedim. Sırpça, Arnavutça, Makedonca, Boşnakça, Romanca, hepsini duyurmayı istiyordum. Çünkü bende Rumeli’ydi her şey. Ne oyunculara ne de bana yabancıydı yaptıklarımız. Oyuncuların, dostlarımın bu albümde bana destek olması gerçekten bir rüyaydı benim için. En güzeli de şarkı söylenen her oyuncu diğeri için ‘ne kadar güzel söylemiş’ dedi. Bu güzel bir hatıra hepimiz için”. Suzan Kardeş müziğe dair her şeyi kuliste öğrenmiş. Bazen “müzik yapmak benim haddime düşmez gibi geliyor” dese de, sahnesinde, meyhanesinde onu izlerken yaşanan coşku ve eğlence çok da doğru bir iş yaptığının kanıtı. “25 yıldır kulislerdeyim, sahne arkasındayım. Nerede duracağımı, nasıl davranacağımı biliyorum. Bundan büyük bir okul olamaz. Bu camianın içinde olup da bir şey öğrenemiyorsan başka hiçbir yerde öğrenemezsin!” diyor. Ben de “Sezen Aksu” diyorum. Gözlerinin içi gülüyor, yanıtlıyor; “O başlı başına bir okul. Minnettarlığım çok büyük. Kendimle gurur duyuyorum uzun yıllar onunla olabildiğim için. Hiçbir zaman patronluk yapmadan, dostluğu ve arkadaşlığıyla benimleydi. Hiç emir kipi kullanmazdı. O bana yürü demeseydi, destek olmasaydı, yürümeye cesaret edemezdim zaten”. Oyunculuğun annesi Fotoğraf: VEDAT ARIK Hızlı gelişen bir dal İMÇ’ye gidenleriniz bu bahsettiklerimizden çok daha farklı yöntemler kullanılarak çekilmiş videolara rastlayacak. Tüm bu sorunların ötesinde video, son derece hızlı ve dinamik bir şekilde gelişen bir sanat dalı. Aslında Ceren ve Irmak, videonun ardına sanat kelimesini bile eklemek istemiyorlar. Çünkü böyle yaklaşsalardı, şu an ellerinde olan arşivi edinemeyeceklerini biliyorlar. Elbette yaklaşım şekli işlerin değerini azaltmıyor. Bunların birçoğu belki de evde amatör yazılımlarla üretilip ilk gösterimi yapılan işler. Animasyon, klip, reklam, performans videolarının da dahil olduğu onlarca seçeneği izleyerek saatlerinizi geçirebilirsiniz. Yurtdışından gelen videolardan konu açıldığında Irmak, bölgelere göre tarzların değişiklik gösterdiğini söylüyor. Kuzeyden gelen işlerdeki durgunluk ya da Japonların teknolojiyi oldukça iyi kullanması fazlasıyla belirgin özellikler. Irmak’ın dediğine göre benzer bir durum henüz Türkiye için geçerli değil. İyi bir meyhaneciyim Meyhane kültürünün anlamı artık epey kirletildi, lekelendi. Hem de dönen onca pislik, üç kağıt ve çamur gözümüzün önünde ne kadar “saygın” görünen yerlerde olmasına rağmen! Kardeş bu yüzden dertli; “meyhane annedir. Yalnızca içki de değildir. Ben içki içmem ama orada yaşıyorum. Benim konuklarım her yaştan. Sohbeti, muhabbeti, yakınlığı severler. Niye meyhaneler küçük, masalar yakın sanıyorsunuz. Samimiyet için tabii ki. Zaten sevmeyen orada barınamaz. Meyhane meyhanecisiyle sevilir. Ben de iyi bir meyhaneciyim”. Kardeş iyi bir oyuncu da. “Oyunculuk da oldu. O biraz şakacıktandı. Ama neden olmasın, seviyorum da, olabilir” diyor. Peki, kimi oynamak ister? “Kendimi oynamayı isterdim. Zaten ailemle ilgili bir hikayeyi yazıyorum” diyor. Kısacası onu her an her yerde görmek mümkün. Yakında TRT Avaz kanalında bir programa başlıyor. Rumeli türkülerini konuklarıyla yorumlayacak. Yarın gece ki Arena konseri için de masa düzeni hazır. Yani Arena’yı kocaman bir Boğaz gazinosuna, meyhanesine çevirecek. Peki, kuliste nasıl bir insan Suzan Kardeş? Ne de olsa kulis sanatçı için mahrem bir yer. Kardeş, bazen çok taşkın olduğunu kendini engellemeye çalıştığını söylüyor: “Oyuncularım sıkıldığında onlara çocuklarım gibi bakardım. Sıkıntılı oldum mu da onlar beni çayla susturur. Makyaj odası yatak odası gibidir de, özeldir, rahattır. Oradan sahneye geçildiği için huzurlu olması şarttır. Makyaj odası oyunculuğun annesidir”. Suzan Kardeş, Balkan türkülerinin ruhunu sahnede tüm coşkusuyla veriyor. Hüzne neşe, neşeye hüzün, ama elbette hepsinde çok coşku var. Şimdi dördüncü albümü için Üsküp’te kayıtlara başlamaya hazırlanıyor. Osmanlı ve Türk enstrümanlarını da İstanbul’da kaydedecek. Kendi deyişiyle “kendini durduramayor”. Kardeş, Bekriya isimli meyhanesini uzunca bir süre işletmişti. Akustik Rumeli türküleri ile Balkanları seslendiriyordu. Şimdi Günay’da program yapıyor. “Bekriya” geceleri her Perşembe gerçekleşecek. Meyhanesinde mezeleri, sırrını kimseye vermediği köftesini kendi elleriyle hazırlayan Kardeş, Bekriya’da yedi masaya kendi yetebiliyordu. Şimdi kalabalık meyhanelerde mezelerinin sırrını aşçısına öğretiyor, elbette başkalarıyla paylaşmamak şartıyla. Hayat boş bırakmaya gelmez Ümit Göçer, namı diğer Paco, Marmaris, Turunç’ta mihmandarlık yapıyor. Hikâyesi liseyi bırakıp şansını yurtdışında denemeye karar vermesiyle başlıyor. O yüzden hayata dair pek çok yaşanmışlığı var. “Yaşadığımı yaşadım, gördüğümü gördüm” dese de hayatın sürprizlerine açık. Bekliyor… Ümit Göçer 1949 Karşıyaka doğumlu. Namı diğer Paco. Marmaris, Turunç’ta herkes onu böyle tanıyor. Biz de onunla bir tekne turunda tanıştık. Sonra hikâyesini dinledik. Paco’nun babası devlet memuru. Onu genç yaşta bir trafik kazasında kaybetmiş. Lisede çift dikiş giderken de yarıda bırakıp yurtdışına gitmeye karar vermiş. “Bu benim için bir hayaldi. Okulu bıraktım, askere gittim. Ailemi karşıma aldım ve bilmediğim ama korkmadığım bir maceraya başladım” diyor. İlk durağı Fransa olmuş. Her işi yapmış; garsonluk, seyyar satıcılık... Organizasyon firmalarında bile çalışmış. Marsilya, Nice derken bu ülkede epey yol da kat etmiş. Anlatıyor; “Ne iş olsa yaptım, çünkü bir karar vermiştim, geri dönüşü yoktu. Mücadele edip hayatımı kazanmak zorundaydım, zaten seçim şansım artık neredeyse hiç yoktu”. Elbette annesinin sözüne karşı gelerek çıktığı bu macera onu ailesinde bir “kara koyun” yapmış. O ise yola devam etmeye kararlıymış. “Fransa’dan sonra İspanya’nın turizm cenneti İbiza’ya düştü yolum. Tam o sırada 12 Eylül patlak verdi Türkiye’de. Ben, İspanya’da yakalandım ve Fransa’ya dönemedim. Eşyalarım orada kaldı ve 13 yıllık İspanya güncem başladı. Plajda hamak sattım, komilik yaptım. Anadilim gibi İspanyolca öğrendim. O günlerde Türkiye’deki gündemi takip etmek için Türkiye’den gazeteleri getirtiyordum. Tabii bir hafta gecikmeli olarak okuyordum.” Paco yedi yıldır Türkiye’de, Turunç’ta çalışıyor. Yurtdışı hevesi bitmiş gibi. “Şu an para verseler gitmem yurtdışına. Yaşadığımı yaşadım, gördüğümü gördüm” diyor, “ama İstanbul’dan da korkuyorum. Orada insanların yüzleri siyah, karanlık.” Şu an kışları İzmir’de geçiriyor. İzmir ona göre sakin. “İzmirliyim” demeye dili varmıyor çünkü o “Karşıyakalıyım” demekten vazgeçmiyor. Bazen denizi seyredip daldığı da oluyor. Yaşının geçtiğini düşünse de aile kurmak ya da başka şeyler şimdi macera gibi geliyor ona. Ama çalışmak zorunda. Turizme de veryansın ediyor. “Bodrum, Antalya… Daha pek çok yerde çalıştım. Türkiye’de turizm de pek çok şey gibi hasbel kader gidiyor. Günlük düşünme, günü kurtarma bu kapıyı da kapatmak üzere. Ben ise yazın kışı, kışın da yazı düşünüyorum. Ama biraz da durup dinlenmek gerek. Çünkü buralarda hayat gece de gündüz de saat 12’den sonra başlıyor.” İşte Paco’nun yani Ümit Göçer’in hikâyesinden bize düşenler, anlatabildikleri bunlardı. Daha pek çoğunu bir sonraki görüşmelere sakladı. Eğer günün birinde sizin de yolunuz Turunç’a düşerse Paco’yu sorun. Bilmeyen yoktur. Şansınız varsa onunla bir de tekne turu yapın. C MY B C MY B