Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 26 EYLÜL 2009 CUMARTESİ Izİzlenim ÜMRAN BULUT ? Anadolu insanının kardeşlik çağrısı Sahne tasarımı Murat Gülmez, kostüm tasarımı Hale Eren, ışık tasarımı Yakup Çartık’a ait. Koreografiyi Ayşe Emel Mesci düzenledi. Savaş sahnelerinin hazırlığını ise Ahmet Muhlis Partal yaptı. Müzikler Tahsin İncirci’ye ait. İlke Türkdoğan ve Arzu Kurbanzade de oyuna müzikal katkıda bulundu. Joseph Beuys’ü Sabancı Müzesi’nde izlemek 11. İstanbul Bienali’nde güncel sanatla haşır neşir oluyoruz. Toplumsal içerikli yapıtlar arasında dolaşıyoruz. Şiddet, terör, para, iktidar, devrim sanatın malzemesi olmuşlar. Video sanatı gibi son yıllarda çokça kullanılan anlatımlar için ayrılmış bölümlerde kısa filmlerin, görüntülerin karşısında kah dikeliyoruz kah oturuyop kalıyoruz. Düşünüyoruz. Kavramsal sanatın yaratıcısı ustaların güncel sanatta payları var, biliyoruz. Bunlardan biri kuşkusuz Joseph Beuys (19211986). Öyleyse, Beuys’ün ve öğrencilerinin yapıtlarından oluşturulan sergiyi, üstelik bienalle çakışan zamanda, izleme fırsatını yakalamanın keyfini çıkaralım. Sergi, hem Osmanlı hat koleksiyonu gibi özel alana hem de çağdaş sanat akımlarına, sanatçılarına ilgi göstererek onların sergilerini açıp kendisini çeşitli platformlarla zenginleştiren Sabancı Müzesi’nde izleniyor. Müze’nin Deutsche Bank ile yaptığı ortak çalışmalardan biriyle daha bizimle buluşmasını sağlıyor. Beuys’ün 1945 sonrası sanat dünyasına kattıklarını, eğitimsel boyuttaki yenilikçi tavrını, kendisi ve öğrencileri üzerinden öğretiyor. Doğu tiyatrolarında çok güçlü taziye geleneğine karşın Anadolu insanını derinden etkileyen “Kerbela” olayı bugüne kadar ele alınıp işlenmedi. Ayşe Emel Mesci, uzun yıllar üzerinde çalıştığı “Kerbela” oyununu 1 Ekim’de Ankara’da sahneliyor. Ali Berktay’ın yazdığı oyunu yöneten Mesci, “Bu öyküde düşmanlık yok, haksızlığa isyan var; kin yok, sevgi var; ölümün hemen yanı başında filizlenen aşk ve yaşam var. Aslında her ‘Altın Çağ’ bitiminde çok çeşitli coğrafyalarda yaşanmış tragedyaların ana izleğini Anadolu kültürü penceresinden yansıtan bu öyküde, yüzyıllardır uğradığı tüm baskılara ve haksızlıklara karşın, felsefesini yine de hoşgörü ve insan sevgisi üzerine kuran Anadolu insanının kardeşlik isteği ve çağrısı var” diyor . Ayşe Emel Mesci ile tanıştığımız 1996’dan beri sohbetlerimizde söz dönüp dolaşıp onun hayâli olan “Kerbela” projesine odaklanıyordu. Aslında tanışmamız da bir anlamda “Kerbela” MİYASE sayesinde oldu. Önce bir akşam bir dost İLKNUR sofrasında şöyle bir tanıştırıldık. İlhan Selçuk bizi tanıştırırken, “Ayşe Emel, Miyase’yi tanı. Kendisi 24 ayar Kızılbaştır, tam senin aradığın cinsten” diyerek her zamanki gibi takılmayı ihmal etmedi. O gece Kerbela’dan galiba birkaç cümle sözetti. Birkaç gün sonra da, sonradan eşi olacak olan Ali Berktay’ın yazdığı “Kerbela” adlı oyunun kitabı ile ziyaretimize geldi. O günden bugüne konuşmalarımızda “Kerbela” konusu hiç eksik olmadı. Hatta bu konuyu Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin’e sunduğu görüşmeye de birlikte gittik. Lemi Bilgin, oyunu repertuvara alma sözü verdiğinde odadan uçarak çıktık. Hemen oyunla ilgili kadroyu, müziği kimin yapacağı konusunda tartışmalara başladık. İstanbul’a dönüş yolunda otobüste de yine konu aynıydı. “Hz. Ali’yi ve Muaviye’yi kim oynayacak?” sorusuna yanıt bulmaya çalışıyordu. Otabüste dağıtılan kulaklıktan müzik dinlerken Ankara’nın dışında bir yerde otobüs durdu ve içeri birkaç yolcu girdi. Haksızlığa başkaldırıyı simgeliyor Ayşe Emel Mesci Siz oyunu çalışırken bu önemli olayın hangi boyutlarını öne çıkarıyorsunuz? Kerbela’dan günümüze çıkarılacak dersler var mı? Kerbela olayının bence en önemli yanlarından biri, tarihsel bir gerçeklik olması ve haksızlığa, sosyal adaletsizliğe karşı her koşulda, gerekirse bir çölün ortasında günlerce susuz kalarak başkaldırmayı simgelemesi. Dinsel bir kavga değil burada söz konusu olan. Hatta bir yerden sonra iktidar kavgası bile değil. Oyunda Hüseyin düşünde gördüğü annesi Hz. Fatma’ya şöyle diyor: “Nasıl anlatsam, bu bir iktidar sorunu da değil artık, insanlığımı koruyabilme savaşı belki de...” Gerçekten de asıl sorun bu bence. Mutlak bir haksızlığa, yadsınmaya, kötülüğe karşı “Hayır” diyebilme gücü... Yazar Ali Berktay bu gücü, yani hem Kerbela vakasının kendi içinde var olan, hem de onun çevresinde örülmüş, yüzyıllar boyunca kendi acılarını bu kurucuolayla harmanlamış Anadolu insanının direniş gücünü oyununa asla didaktik, asla slogancı olmayan bir şekilde yerleştirmeyi bilmiş. Bunu tiyatronun diline, şiirin diline aktarmayı, sözün gücü haline getirmeyi başarmış. Üstelik bu öyküde düşmanlık yok, haksızlığa isyan var; kin yok, sevgi var; ölümün hemen yanıbaşında filizlenen aşk ve yaşam var. Aslında her “Altın Çağ” bitiminde çok çeşitli coğrafyalarda yaşanmış tragedyaların ana izleğini Anadolu kültürü penceresinden yansıtan bu öyküde, yüzyıllardır uğradığı tüm baskılara ve haksızlıklara karşın, felsefesini yine de hoşgörü ve insan sevgisi üzerine kuran Anadolu insanının kardeşlik isteği ve çağrısı var. İşte Muaviye geldi! Ayşe Emel, otobüsün kapısından giren iri yarı göbekli adamı göstererek “İşte Muaviye geldi” dedi. Kulağında kulaklık olduğu için öyle bir bağırarak söylemişti ki, bütün otobüs dönüp bizden yana baktı. Tabii karşılığında okkalı bir dirsek yedi ama olan olmuştu. Allah’tan adam sesini çıkarmayıp yerine oturdu. Sonrasında Lemi Bilgin görevden alındı ve “Kerbela” o yılın repertuvarına alınamadı. Ama Ayşe Emel Mesci’nin hayâli nihayet bu sezon başında gerçekleşiyor. Aylarca çalıştığı “Kerbela” oyunu 1 Ekim’de Ankara Çay Yolu Sahnesi’nde sahneleniyor. İran kültüründe güçlü bir “taziye” adı verilen “Kerbela”yı sahneleme geleneği varken Türkiye’de bu kadar canlı yaşamasına karşın “Kerbela” ile ilgili ciddi bir çalışmanın bugüne kadar olmaması büyük bir eksiklikti. Ali Berktay’ın oyununun Mesci tarafından sahneye konması bu eksikliği gidermiş oldu. “Kerbela” oyununu sahnelemek yıllardır gerçekleştirmeye uğraştığınız bir amaçtı. Birlikte yaptığımız görüşmeler, kurduğumuz hayâller nihayet gerçek oldu. Mutlu musunuz? Gerçekten de bu proje uzun bir yol oldu benim için. Sadece oyunun yazılışından bu yana bile uzun sayılabilecek bir zaman geçti. Ali Berktay’ın oyunu 1996’da yazdığını düşünürsek on üç yıl olmuş. Tabii, ‘ Hata yapma korkusu insanın uykularını kaçırıyor. Diğer yandan, tiyatronun kökenleri kutsal bir zeminde, mitoslarla ritüellerin kesişme alanında bulunsa da, örneğin antik Yunan tragedyası “kahramanlık çağı”na, Homeros destanlarına daha mesafeli bir bakışın mümkün olmaya başladığı bir çağda ortaya çıkabilmiştir ancak. Ama “Kerbela” içerdiği haksızlığa başkaldırı motifiyle toplumsal eleştiriye açılıyor zaten, diğer yandan da özellikle 18. yüzyıldan başlayarak oluşmuş “taziye temsilleri” birikimi, ki Doğu tiyatro geleneği açısından çok önemli bir birikim bu, kutsaldışı bir alan açılmasını kolaylaştırıyor. Ali Berktay’ın Shakespeare trajedilerinin rengi ile “taziye” arasında bir yerlerde şekillendirdiği metni de bu zorluğun aşılmasına yardımcı oluyor. Sahneleme anlayışında da efsane ile gerçek arasında gidip gelen, modern tiyatro daha ağır bassa da taziyenin önemli unsurlarını ihmal etmemeye özen gösteren, oyuncuları hem sahnede gerçekten var eden hem de onları bugünden düne baktıran bir yaklaşımı benimsemeye çalıştık. zaman da göreli bir şey... “Kerbela” hadisesi yaşanalı on üç yüzyılı geçmiş. Toplumsal, kültürel tarihimizde bu kadar belirleyici olmuş bir trajediyi sahneye taşıyabilmek, ona sanatın, tiyatronun perspektifinden bakabilmek çok önemli bence, projenin gerçekleşmek üzere olması en çok bu açıdan mutlu ediyor beni. Efsane ve gerçek iç içe Peki, sizi “Kerbela”nın peşinde koşturan neydi? Bu sorunun birden çok yanıtı var aslında. Birincisi, kendi içinde çok önemli, inanılmaz ölçüde trajik, insana “Böyle bir şey nasıl olabilir?” sorusunu sordurtan bir olay söz konusu. Düşünsenize, Hz. Muhammed’in hicretinden, yani Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sadece 60 yıl sonra, Hz. Hüseyin, yani Hz. Ali’nin oğlu ve Peygamber’in sevgili torunu, oğullarıyla, yakınlarıyla Baştan sona müzikle yoğrulmuş bir oyun Bildiğim kadarıyla oyunda canlı müzik kullanılıyor. Bir beste söz konusu mu? Bu konuda kiminle çalıştınız? Taziye geleneğinde bir iç, bir de dış orkestra vardır. Biz de bunu kendi koşullarımıza uyarlayarak sürdürüyoruz. Oyunda geleneksel enstrümanlar ve vurmalı çalgılar belirli sahnelere içeriden eşlik ediyor. “Dış orkestra” diyebileceğimiz, hem geleneksel enstrümanların hem de Batı enstrümanlarının kullanıldığı asıl orkestra ise oyunu başından sonuna kadar izleyen çok sesli müziği icra ediyor. Avrupa’dayken yıllarca birlikte çalıştığım, birlikte “Mustafa Suphi Destanı”, “Bir Anarşistin Rastlantı Sonucu Ölümü” ve “Kurban”ı yaptığımız, değerli müzik adamı Tahsin İncirci “Kerbela”nın müziğini hem besteledi hem de orkestrayı yönetiyor. Aslında şarkılarla, tematik müziklerle, danslarla, baştan sona müzikle yoğrulmuş bir oyun ortaya çıktı. Müziğin, sesin, dansın, koroların çok önemli bir işlevi var. birlikte katlediliyor. Kimin tarafından? Toplumu İslam adına yönetme iddiası taşıyan bir iktidar tarafından. Korkunç bir paradoks bu ve ilk İslam uygarlığı çerçevesinde şekillenen veya ondan etkiler taşıyan toplumlarda o kadar derin izler bırakmış ki, etkisi yüzyıllardır silinmeyen simgesel anlamlar yüklenmiş. Burada da konunun ikinci boyutu gündeme geliyor. Yüzyıllar boyunca farklı kimliksel ve sınıfsal karşıtlıkların ilk referans noktasını oluşturan bu simgeolay, kendi acılarını ve umutlarını o olayın kahramanlarının ağzından tanımlayan yeni kuşakların da katkılarıyla, durmadan yeni anlamlar yüklenmiş ve çevresinde gerçeğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığı kolay kolay anlaşılmayan bir efsane perdesi örülmüş. Daha doğrusu, gerçekle efsane iç içe geçmiş. O zaman siyasal, toplumsal, dinsel şekillenmelerin kurucuolayı olan Kerbela vakası, kültürün de oluşturucu öğelerinden biri haline gelmiş. Fuzuli’nin oyunda da kullanılan çok güzel bir dörtlüğü var: Tekrari zikri vak’ayi deşti Kerbela / Makbuli hass ü avam ü sığar ü kibardır / Takrir edenlere sebebi ızz ü ihtişam / Tahrir edenlere şerefi rüzgârdır. Yani, tekrar tekrar anmak Kerbela çölündeki vakayı seçkin ve sıradan, küçük ve büyük herkesin makbulüdür, izzet ve ihtişam getirir söyleyenlere, yazanlar onunla kavuşurlar çağlarında üne, şöhrete, demiş. Bu şiir, aslında Kerbela vakasının kültürel bir kurucu öğe haline de geldiğini yansıtıyor. Anadolu kültürü açısından da geçerli bu. Çok zengin bir sözlü ve yazılı edebiyatın, müziğin, halk türkülerinin, maktellerin ve bir toplumsal, dinsel, kültürel varoluş biçiminin, Anadolu Aleviliğinin olduğu kadar genelde Anadolu insanının da en temel esin kaynaklarından biri söz konusu. ’ C MY B C MY B Joseph Beuys görsel sanatta heykeltraşlığı, ressamlığı ve aktivistliği ile olduğu kadar çağının ötesinde bir anlayışla sürdürdüğü eğitimciliği ile önemlidir. Bilinen ders verme yöntemini tamamen alt üst etmiş ve öğrencilerine maddi ve manevi destek vermek üzere kendince yollar bulmuştur. Ona göre önemli olan sanatsal ve yaratıcı tavırlı oluşun kavranması, çalışmaların sürdürülmesidir. Özgün kimlikleri besleyebilmek üzere bazen karizma bazen gırgır bazen ciddi ders içerikli görüşmeler gereklidir. Beuys’ün bunu başardığını söyleyen öğrencisi Walter Dahn gibi Katharina Sieverding Beuys’ün derslerinin çekiciliğinden bahseder. Norbert Tadeusz ise Beuys’e benzememek gibi karşıtlığın peşinden gitmeyi yeğlediğini açıklar. Özgürdür. Figüratif tavrını korur: “Kendini bulmak sanatçıyı takip etmekle mümkün değildir, tırıs tırıs Beuys’ün peşinden gidemezdim.” Beuys öğrenim sürecinde geleneksel kalmamayı fazlasıyla önemseyen ve öneren bir eğitimcidir. Sanatın temel kurallarından devralınan estetik duyarlığı, doğaya yakın olmayı öğrenme bütünü içinde gerekli görmüştür; ama, sanatçı öncelikle yaşama bağlı düşünen ve üreten olmalıdır. Saf biçimsel eğilimler sanatın insan için üreteceği bakış açılarını besleyemez. Beuys’un düşünceleri sanatsal dinamikleri ve yaratımı derinden körükleyecek radikal görüşlerdir. Sonuçta Beuys sanatta modern tavrı zorunlu görüp protest oluşlu, eylemsel girişimleri ile söyleminin arkasından gitmiştir. Özgürlükçü demokratik sosyal yapılaşmayı sanatsal dili ile savunmuş öğrencilerini bu bağlamla yetiştirmiştir. Beuys sürekli üreten bir sanatçıdır. Performansları, yerleştirmeleri onun akıllarda kalmasını sağlayan en ilginç yapıtlarıdır. İşleri arasında “7000 Meşe” gibi, ölümünden sonra süregidecek olanlarla sanatsalyaratıcı üretimin sonsuzluğuna dikkat çeken Beuys’ün Sabancı Müzesi’nde sergilenmesi, öğretisinin yeniden ele alınıp güncel sanatta hep kullanılacağını gösteriyor. Sergi 1 Kasım 2009’a kadar sürecek. İyi seyirler. www.umranbulut.net