Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 23 MAYIS 2009 CUMARTESİ Kitabın Biri GÜRAY ÖZ ‘Ey gece, seninle hesabımız kapanmadı daha’ “Hayata Uzun Veda”yı okuyordum. Ataol’un uzun şiirini. “Kara tahta önünde suskun bir öğrenci gibi/ Dersine çalışmamış, ne söyleyeceğini bilemeyen/ Oturmuşum ışıklı ekranın karşısına/ Gelmesi gereken dizeleri bekliyorum/ Gelmesi gereken, çünkü bu hayata çalışmışım ben” diye başlıyordu. Sonra aklım eski günlere, eski zamanlara gitti. Hayata çalıştığım zamanlara. Ankara’daydım. Gençliğimizin ilk yılları hep beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla Çankaya, Kızılay, Ulus gidip gelirdik. En çok Kızılay’dı piyasa yerimiz. Şimdi artık cüce kaldı ama adı hâlâ gökdelendir, onun önünde buluşur içmeye giderdik ucuz bir meyhaneye. Ucuzdu o zaman meyhaneler. Yaşadığımızı anlamak içindi hepsi. JeanPaul Sartre okurduk. Solcu ve varoluşcuyduk hep birlikte. Zaten hep birlikte olurdu ne olursa. “Kimiz biz?” sorusundan önce “neyiz biz?” diye başlardık ve üstümüzden geçip giden gökyüzüne öyle bakardık. “Bulantı”yı da o günlerde okumuştum. Şimdi yeniden okuyorum ve ne kadar da güzel yazılmış diye mutlulukla çeviriyorum sayfalarını. Semih Tiryakioğlu çevirmişti. Haziran 1967. Varlık Yayınları. Zaten o yıllarda Varlık dergisi ve Varlık yayınları bizim için bir tür sığınaktı. Antoine Roquentin, romanın kahramanı, bize benziyordu. Ya da biz onun bize benzemesini istiyorduk. Biz ona benziyorduk. Öyle anlamsız, sakar, ne yaptığını bilemeyen, varlığıyla ama daha da çok dışarıdaki eşyanın varlığıyla aklını bozmuş, esrik ve belli belirsiz aşıktı bizim gibi. Marki de Rollebon hakkında bir kitap yazan, hep yazan ve hiçbir zaman bitiremeyen Roquentin’e benzemeyecek de kime benzeyecektik ki. “Some of these days” şarkısı gibi bir şarkımız olmalıydı bizim de. Bütün mesele de bu şarkıda, bu plakta düğümleniyor gibiydi. “Şimdi de saksafonun çaldığı bu ezgi var. Ve ben utanıyorum. Küçük övünç dolu bir acı doğdu, bir örnek acı. Dört saksafon notası. Gidiyorlar, geliyorlar, şöyle diyorlar sanki: ‘Bizim gibi yapmak, ölçü ile acı çekmek gerek.’ Evet! Ben de kendime hatırgönül yapmadan acımadan, çorak bir arılıkla böyle ölçülü biçili acı çekmeyi pek isterdim tabii. Fakat bardağımın dibindeki bira ılıksa, aynanın üstünde kara lekeler varsa, kendim fazlaysam, suç bende mi?” Tam bize göreydi bu satırlar. “Some of these days/You’ll miss me honey” Bizim şarkımızdı işte. Artık kenti yavaş yavaş terk etmeye hazırlanırdı Antoine Roquentin, “Madeleine, plağı bir kere daha çalar mısın, ben gitmeden bir kerecik daha?” Çalardı, Madeleine. Kazablanka’da sevdiği kızın sevgilisini kurtarmak için sevgisini içine gömen kahramanımız da bizimle birlikte yaşardı. Ankara sanki daha da küçülürdü, meyhanenin penceresinden öyle görünürdü. Bizse büyürdük yavaşça. Alımlı ve dalgın delikanlılar olarak kente sırtımızı dönerdik. Yiğitliklerimizin kendi varlığımızla sınırlı kalmaması için birazcık ihanet ederdik Sartre’a. Sonra kitabı bitirirdik. O son cümleler, neden bilmiyorum, yüreğimizi yakardı ve ezberlemiştik artık. Birbirimize tekrarlardık o satırları: “ Gece oluyor. Printania Oteli’nin birinci katında iki pencere aydınlandı. Yeni garın yapı alanı burcu burcu nemli kereste kokuyor: Yarın Bouville’e yağmur yağacak.” Yağmur yağardı ve biz Sartre’ı bırakıp Ataola’a dönerdik. “Bir gün Mutlaka” diye isyana kalkışır, hüzünlü ama inatçı kahramanlar olarak mektuplar yazardık birbirimize. Şimdi hepsi geride kaldı. Dostlarımızla yollarımız ayrıldı. Kent büyüdü ve artık bize çok yabancı. İçimizdeki isyan duygusunu zaman zaman harlandırıyoruz. Yaşadığımız zamanların eşyası da kavgası da değişti. O eski güzel hüzün yok artık içimde. Hayata uzun veda başladı artık. Türkan Saylan’ı, Türkan Hanım’ı on binlerin ellerinin üstünde Zincirlikuyu’ya giderken gördüğümde de içimde bir şeyler koptu. O da hayata uzun bir veda şiiri yazmıştı, uzun, upuzun bir veda. Ama işte o da bitti sonunda. Ben bu sıkıntıyla akşam oturdum Sartre’ı yeniden karıştırdım. O eski hüznü belki yakalayabilirim diye, o eski sevinci. Hayır o güzel kitap da artık elimin altında solgun bir eşya gibiydi. Ben bir an kendimi Anoine Roquentin gibi hissettimse de gitmişti. Kenti terk etmişti Roquentin. Kendimi iyileştirmek için, yeniden hayata dönebilmek için Hayata Uzun Veda’dan bölümleri yüksek sesle okudum. “Nasıl bir şarkı tutturmalıyım ki yarım kalmasın/ Bir kez daha tanık olsun yaşadığıma/ Kırda bir ağacın yapayalnızlığına tanık olsun/ Öpüştüklerimize, parmak uçlarımıza/ Öfkelerimize, küslüklerimize/ Yaşadığımız, yaşayamadığımız/ Her şeylerimize tanık olsun/ Ey gece, seninle hesabımız kapanmadı daha.” M dern tutsaklık: Personel kontrol sistemleri Evimizden çıkıp mobese kameralarının takibiyle işe gidiyoruz. İşyerimizdeki turnikeden geçerken bastığımız kartla da izlenmemiz devam ediyor. Giriş çıkış saatleri kontrol ediliyor. Kameralar, bilgisayar izlemeleri derken artık tuvalet molaları ve sigara araları da izlemeye takılıyor. Bunun adı da “personel kontrol sistemi.” Bu iş çoktan çığırından çıktı. Mahremiyet duvarı, iş verimliliği bahane edilip meşru bir biçimde kırılıyor. Yasal düzenlemelerin eksikliği de patronların ekmeğine yağ sürüyor. Çalışma alanlarımız gözetim altında. Bize donuk gözlerle bakan kameralar, ofiste kullandığımız bilgisayarımız, ALİ DENİZ yazışmalarımız, tıkladığımız her USLU sayfa, baktığımız her resim aslında bizi takip ediyor. Bunu yapan elbette patronlar. Bu tatsız durum, evimizden çıkıp Mobese kameralarının takibiyle başlayıp, işimize, ofisimize gittiğimizde, turnikeden geçerken bastığınız kartla başlıyor ve devam ediyor. Bunun adı da personel kontrol sistemi. Çalıştığınız mekâna girerken, her gün selamlaştığınız, çayı, kahveyi birlikte içip, hafta sonu kaybettiğiniz derbiyi konuştuğunuz özel güvenliklerin, hava limanı özeniyle çantanızı XRay’e bırakmanız için yaptığı baskı, bırakmadığınızda da sınıf başkanına verilmek üzere alınan isimleriniz de bunun bir parçası. Binaya her giriş çıkışınız, sigara molanız... hatta iş ayyuka çıkmış durumda. çalışanların takibini yaparak, patronlara gerekli bilgiyi iletmenin yeni yöntemlerinden. Peki buradaki insani sınır ve mahremiyetin çizgisini ne çiziyor? Yani çalışma saatleri içindeki sigara ve tuvalet molaları ihtiyaç mı, işten kaytarma mı? Bu bir yolsa, bunları izlemek hak mı? Mahremiyet ve kişisel güvenlik alanı nerede bitiyor? Patron ve çalışanlar arasında centilmenlik anlaşması nereye kadar kendini koruyor? En yüksek kâr için ölümüne çalışmak mubah mı? Zira böyle onlarca soruya, onlarca makul cevap bulmak mümkün. Artık 21. yüzyılda yaşıyoruz, bunlardan kaçış yok. Devlet vatandaşını, Amerika dünyayı, Tanrı da bizi izlemiyor mu? Kontrollü izleme Çünkü her tuvalete gidişiniz de kontrol ediliyor. O yüzden yediklerimize artık dikkat etmemiz şart! (Ben de son bir haftada şaşkınlığım ve dalgınlığım yüzünden giriş kartımı tam dört kez yanıma almayı unuttum. Başıma bir şey gelir mi acaba?) Personel takip sistemi denen hadise gerçekten ürkütücü boyutlara ulaştı. Çünkü fazla tuvalete girer, belirlenen zamandan fazla içerde kalırsanız ücretinizden düşülmesi olası. Bunlar şehir efsanesi gibi gelse de, gerçek. Hem günümüzde teknoloji öyle gelişti ki, Amerikan filmlerindeki parmak izi yöntemiyle açılan kapılar, iris, damar, yüz tanıma sistemleri artık kullanımda. Neden mi? Çünkü kartlı kontrol sistemleri yetersiz kalıyor. Başkalarının kartlarını okutup, gelmedikleri halde orada bulunanlar, hayalet çalışanlar en sık karşılaşılan olaylar. Elbette bu takip etmeyi, izlemeyi, tacizi ve mahremiyet sınırlarını delip geçmeyi meşru kılmaz. Ama patronların şüphesi varsa, şimdi çözümleri de var. Şirketlerdeki “performans raporlamaları” da Modern dönemle birlikte mahremiyet, hukuksal açıdan korunma altına nedense gecikmeli giriyor. Modern hukukta ise buna mesken ve özel hayatın korunması deniyor. Avukat Fikret İlkiz, işyerinde güvenlik amacı dışında, çalışanı denetim altında tutmak için kameralarla yapılan her türlü işlemin yasalara aykırı olacağını söylüyor. Türkiye’de ise kişisel hakların korunmasına yönelik hiçbir yasa yok. Elbette özel yaşamın korunması gerekir. İlkiz’e göre de tuvaletlere de personel geçiş sistemlerinin yerleştirilmesi, bunların zamana ayarlanması da hak ihlali ve insanlığa aykırı. Özel yaşamın gizliliği hakkında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi ile Türk Ceza Kanunu’nun 134. maddesi ile korunan kişisel hak ve özgürlüklere rağmen işler patronlardan yana yürüyor. Zaten Türk hukukunda işverenin çalışanını nasıl izleyeceğine dair kuralların belirlendiği hükümler yok. İşverenin hakkı, çalışanlarının işlerini doğru yapıp yapmadığı, iş saatlerini nasıl kullandığı, verimlilik raporları şeklinde denetleyebilecek olması. Burada önemli bir nokta var. O da eğer şirket bir şekilde çalışanın tüm hareketlerini izleyen bir sistem kurmuş ve onu çalışır durumda tutuyorsa, bunu çalışanlarına bildirmek zorunda. Mahremiyet bitti Bu sistemleri en iyi tanıyanlara ulaşmak istedik. Bu sistemlerin satışını yapanlar, hem patronların isteklerini hem de çalışanların içine düştükleri durumu en iyi bilenlerdi. Bu teknolojinin geldiği son noktayı da sektör lideri Meyer Biometrik& Güvenlik A Ş. Satış&Proje Müdürü Orçun Bayındır‘a sorduk. İşte yanıtlar. Bayındır’a göre işçinin olduğu her yerde zamanı kontrol etmek kaçınılmaz. Bunu da güvenlikten ayırmak doğru değil. İşgücü kaybını azaltmak ve verimli çalışmak için bunlar gerekli. Bayındır, “Önceleri barkodlu sistemler kullanılıyordu, sonra barkodlar fotokopiyle çoğaltılıp kullanılınca insanlar birbirlerinin yerine giriş yapmaya başladılar. Bu ve bunun gibi pek çok örnek işverenleri harekete geçirdi. İşveren çalışanın yani ‘gelen kişinin’ çalışanı olup olmadığını merak ediyor” diyor. O da haklı, çünkü yaşananlardan bahsediyor. Şu an, parmak izi, avuç içi, damar ve iris tanıma sistemleri Türkiye’de de en çok kullanılanlardan. Teknolojinin son numarası ise yüz tanıma sistemi. Orçun Bayındır Bayındır, kendilerine gelen enteresan talepleri de anlatıyor: “Müşteri her şeyi istiyor. Patronlar da fazlasını... Lavabo ve sigara takip şu aralar en çok istenen takip yöntemleri. Ben tuvalet takibini uygun bulmuyorum, etik değil. Ama biz ticaret yapıyoruz. Elbette işverenin de haklı olduğu noktalar var. Çünkü özellikle kalabalık işyerlerinin tuvaletlerinde ‘tuvalet’ dışında her şey yapılıyor. İşveren de bunu kontrol etmek istiyor”. Bunun mantığı açık: Çalışan fazla mesaiye kaldığında bunu nasıl talep ediyorsa, işveren de çalışanının boş geçirdiğini düşündüğü zamanın peşinden koşmaktan çekinmiyor. Tuvalete girerken ve çıkarken bu kontroller cihazlar yardımıyla yapılıyor. Yani teknoloji hayatımızı kolaylaştırmaya devam ediyor! Bayındır, ilginç örnekler vermeye devam ediyor: “Mesela bir müşterimiz günde bir saat tuvalet izni veriyordu. Ama bunu öğlene kadar üç, öğleden sonra da üç kez şeklinde kullanılabileceğini söylüyordu. Her seferin süresi de on dakikaydı”. Günde bir saat tuvalet izni Kişiye özel çipler Ya 10 dakikayı geçerse neler olur? Elbette çalışanını tuvalete kapatmıyor işveren. Ama sigara molasında zamanını aşınca çalışan girişini bloke edip, ana girişten giriş yapılmasını isteyen patronlar çok. Niye mi ana giriş? Çünkü bu, işten dışarı çıkmış ve yeniden içeri girmiş gibi görünmeniz ve mesainizden kesinti yapılması demek. Yani ne kadar sigara içeceğiniz de sigara içme hızınıza ve günlük sigara molanızın uzunluğuna bağlı. Belki de sigarayı bırakmak için bu iyi bir neden olabilir. Peki, Bayındır şirketinde bu sistemlerin hangilerini kullanıyor? “Ben de burada hem işveren hem de işçiyim. Önemli olan yaptığınız iştir. Tüm bu sistemler insanları psikoza sokuyoruz. Bu anlayışla insanlardan ne kadar verim alınır? Derdimiz aslında bu olmalı” diyor, “Bence bu, teknolojiyi gereksiz kullanmak. Biz de sigara ve tuvalet takibi yapıyorduk. İkisini de kaldırdık. Çok rahatsız edici”. Evet, rahatsız edici. Ama sonu yok. Bayındır, bir müjde daha veriyor! Artık şirketler yurtdışı temsilciliklerindeki çalışanlarını ya da mobil acentalarını kullanmak için kişiye özel, vücuda yerleştirilen çipler kullanmaya hazırlanıyorlar. Hatta başladılar. Başka söze ne hacet! ? İki kitaptan söz edeyim bugün. Kabalcı yayınlarından çıktı ikisi de: Thomas More yok ülkeyi Ütopya’yı yazmıştı, sonra boynunu kralına uzatmıştı. Yok ülke zaman içinde yok olmaktan çıktı da insanın amacına dönüştü. İyi olan tüm heveslerimize, iyiliklerimize iyi düzenlerimize ütopya dedik biz de. İkincisi Erasmus’tan Deliliğe Övgü. Bende eski çevirileri ve baskıları var. Deliliğe Methiye’dir bendeki nüshanın adı. İki kitabı Çiğdem Dürüşken çevirmiş. Ötekiler Fikret İlkiz C MY B C MY B