17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 23 MAYIS 2009 CUMARTESİ Direnmek yaşamanın tek yolu Eleni Karaindrou, ünlü yönetmen Theo Angelopoulos’un “Leyleğin Geciken Adımı”, “Ağlayan Çayır”, “Ulis’in Bakışı” filmlerine ruhunu veren müziklerin yaratıcısı. Başarısının sırrı müziğin doğrudan ve sınıfsız anlatımına güvenmesi. O yüzden de müziğinde sürgünü, ayrılığı, adaletsizliği, aşkı ve özlemi böylesine anlaşılır duymak mümkün. Melodileri ıssız, yalnız, melankolik ama kendi enerji saçıyor. Bu besteleri yapan o değil gibi ama buna da cevabı net; “hayat karşıtlardır.” Eleni Karaindrou’nun müzikleri bir düş dünyası kuruyor, alıp götürüyor. Kamyon çarpmış hissini verdikten sonra ruhunuzdan çekildiğinde geride bıraktığı biraz buruk, biraz da acı bir ALİ DENİZ tat. Peki bunu nasıl yapıyor? Karaindrou anlatıyor; “müzik doğru USLU ve samimi duygulardan geldiğinde yolunu bulur. Tek derdi dürüstlük ve gerçekliktir. Ben duygularımı dışa vuruyorum. Bunu yapabilme yeteneğim Tanrı’nın bir hediyesi. İnsanların ortak paylaştığı az şeyden biri olan müziğin gücünü yine onlar için kullanmak gerektiğine inanıyorum. Müzik evrenseldir, evet ama insan da evrensel. Dini, dili, ırkı ve sınıfı yok. Her yerde aynıyız. Önce bunu anlamak gerekli”. Karaindrou’yu, Theo Angelopoulos‘un “Leyleğin Geciken Adımı”, “Ağlayan Çayır”, “Ulis’in Bakışı” gibi filmlerine yazdığı unutulmaz müziklerle duyduk. Belki onu çok tanımadık. Ama müzikle anlattıklarına ortak olduk. Film müziklerindeki başarısını, “Film müzikleri ve tiyatro oyunları için çalışarak müzik yapmam. Çalışma, klasik müzik içindir. Ben müziğimi hissettiğimle, ilk aklıma geldiği şekliyle yorumlarım. Zaten matematiksel bir müzik üretme süreci sizi mekanik ve donuk bir hale getirir. Benim şansım nasıl müzik yapacağımı biliyor olmam. Müzik de pek çok şey gibi kendi kendinize hesaplaşacağınız bir şeydir. Ruhunuzu onunla paylaşırsanız her şey daha berrak bir hale gelecektir” diye açıklıyor. Angelopoulos’un son yapıtı “Zamanın Tozu The Dust of Time”ın müziklerini de yapan Karaindrou, İstanbul’da bu albümün imza gününe katıldı. Biz de fırsat bulmuşken, komşudan gelen bu usta müzisyenle buluştuk. Rebetiko Blues gibi Karaindrou, özellikle rebetikoyu seviyor. Zira benim köklerim de suyun öte tarafına dayandığından rebetiko ve buzuki duyunca kanım kaynıyor. Karaindrou üniversitede rebetiko ve dimetiko üzerine doktora yaptığını heyecanla anlatıyor. “Rebetiko, Blues gibi, oldukça basit ama inançlı bir müzik. Tek bilmeniz gereken kurallar. Geriye de onları gelenek ve şimdiyle yoğurmak kalıyor” diyor, “Rebetiko geleneksel şehirlerin müziği, dimetiko ise geleneksel köylerin”. Müziği bilimle açıklamaktan kaçınıyor. “Müzik yaşamın kendisiyle gelir, öğrenilir ve tecrübe edilir. Onu matematik ve kimya gibi metalaştırılmış bilime çevirmeniz mümkün değil” derken, 1967 Albaylar Cuntası döneminde sürgün edildiğinde Paris’te cazla tanıştığını bunun da müziğinin önemli kırılma noktalarından biri olduğunu yineliyor. Bellik ki müziğindeki asude hareketliliği onunla kazanmış. Karaidrou, müziğin bir derdi olması gerektiğini ama sloganlaşmaması gerektiğini düşünüyor. Müziği marşlaştırmanın onun ruhunu zedelediği görüşünde. “Müzik özgür olmalıdır, zorundadır. O yüzden her şeyi yapabilir, her şeyi söyleyebilir. Politikacılar karar verirken müzik dinlerse çok daha insani sonuçlara ulaşabilirler” diyor, “Ben politik bir insanım buna kuşku yok! Doğrunun ne olduğunu söylemeye çalıştığım için ülkemden sürüldüm”. Karaindrou sözcükleri sevmiyor. Onların anlam kaybına neden olduğunu biliyor. Müziğin doğrudan ve sınıfsız anlatımına güveniyor. O yüzden de müziğinde sürgünü, ayrılığı, adaletsizliği, aşkı duymak mümkün. Melodileri ıssız, yalnız, melankolik ama kendi enerji saçıyor. Besteleri yapan o değil gibi. Buna cevabı net; “hayat karşıtlardır. Trajedilerle yaşıyoruz. Direnmek gücünü de gülmekten ve umuttan almak yaşamanın tek yolu”. Karaindrou şimdi de rotasını Jan Garbarek ve Kim Kashkashia ile 2010 yılında yapacağı büyük konsere çevirmiş durumda. Üçlü, 130 kişilik dev bir orkestra ile uzun soluklu bir konser turnesi planlıyor. Kim bilir belki de bu usta üçlüyü Türkiye’de de izleme fırsatımız olur. Friendly Fires Freshtival’de İstanbul festivallerinin arasına bu yıl bir yenisi katılıyor. “Türkiye’nin en taze müzik festivali” sloganıyla düzenlenen Miller Freshtival, 30 Mayıs Cumartesi günü Turkcell Kuruçeşme Arena’da yapılacak. Festivalin özelliği, kzulal?yahoo.com katılımcı grupların konserlerinin yanı sıra, film, fotoğraf, moda tasarımı gibi sanat dallarında müzik konseptli performanslar da içermesi. Festival alanında Rock Band, Wii oyunları, graffiti deneyim alanları gibi etkinliklerin de olacağı açıklandı. Ama müzikseverler açısından önemli olan, tabii ki gün boyunca canlı dinleyecekleri sanatçılar... Freshtival, adına da uygun bir strateji izleyerek, yeni tanınmaya başlanan yerli ve yabancı grupları konuk ediyor. Ünlü grupları ülkemize getiren birçok organizasyon zaten yapılıyor. O nedenle, bu festival, müzikteki yeni eğilimleri izleyebilmek için önemli bir işlev yerine getirecek gibi görünüyor. Bu yılki konuklar arasında birçok ilgi çekici isim var. Amy Winehouse ile kıyaslanan 17 yaşındaki Avustralyalı şarkıcı Gabriela Cilmi, Manchesterlı elektro pop grubu The Whip, son dönemin popüler DJ’lerinden Joakim, Electrorock’ın beğenilen temsilcisi Portecho ve Miller Music Factory’nin 2008 birincileri Multitap ve Kung Fu’yu Freshtival’de dinleme olanağı bulacağız. Bunların içinde özellikle dikkat çeken bir grup daha var: Indie rock’ı disko ile birleştirip, son derece dinamik, eğlenceli bir müzik yapan Friendly Fires. 2006 yılında kurulan üçlü (Ed Macfarlane, Jack Savidge ve Edd Gibson), kısa sürede başarısını İngiltere dışına taşıyarak, discohouse camiasında ün kazandı. Onları sahnede görmeden önce daha yakından tanımak istedik ve sorularımızı baterist Jack Savidge’e yönelttik. ZÜLAL KALKANDELEN Paris yılları ve caz Karaindrou,Yunanistan’ın küçük bir dağ köyünde doğdu. Müziği en akustik haliyle dedesinin mandolininden duydu. Evin bodrumundaki terk edilmiş piyanoyu keşfettiğinde müzik hayatına başlamıştı. Atina Konservatuvarı‘na gitti, arkeoloji ve felsefe okudu. Müziğin dilinden o kadar iyi anlıyordu. Unutulmaz melodilerle bir anda ruhlara seslenmeyi öğrendi. Yıllar 1967’yi gösterdiğinde Yunanistan’daki Albaylar Cuntası darbe yaptı, o da Paris’e sürgün edildi. Karaindrou bu sürgünü müziğini geliştirmek için bir fırsata çevirdi. Sorbonne’da etnomüzikoloji, Scuola Cantorum’da orkestrasyon okudu. Geri döndü, filmlere müzik verebildiğini ve bunu da en iyi şekilde yapabildiğini fark ettiğinde adını tüm dünya duydu. Harold Pinter‘ın oyunları başta olmak üzere 35 oyuna da müzik yazdı. 1982’de “Rosa” filminin müzikleri ile Selanik Film Festivali’nde ödül aldı. Jüri başkanı Theo Angelopoulos’un teklifiyle bu tarihten sonra tüm filmlerinin müziğini yaptı. Elbette etnomüzikoloji okuması, müziğini kullanmasında ona epey yol göstermiş. Karaindrou bu durumu, “Mayam, çocukluğum rebetiko dinleyerek Yunanistan’ın köylerinde geçti. Etnomüzikoloji de geçmişimi anlamlandırmamda yardımcı oldu. Yani iyi bir mihmandarınız olunca yolunuzu bulmanız çok kolaydı” diye özetliyor. İyi ve büyük bir besteci olmanın yolunun da önce her şeyi öğrenip sonra da onları ‘unutmaktan’ geçtiğini söylüyor. Önemli olanın ise bu ikisinin arasındaki farkı anlayacak iradeye sahip olmak gerektiği olduğunu düşünüyor. İlk plağımızı yayınlayacağımız sırada hala bir adımız yoktu. Yüzlerce plak kapağı arasında araştırma yaparken post punk grubu Section 25’ın “Friendly Fires” adlı plağını bulduk. İyi bir isim olduğunu düşündük; zekice bir ikili bir anlam içeriyordu. Ayrıca Section 25’ın o şarkısı da gerçekten mükemmeldir. MySpace sayfanızda, esin kaynaklarını yazdığınız bölümde bir Roger Troutman fotoğrafı var. Bir yazıda da Prince’i örnek aldığınızı okudum. Bu iki sanatçının sizi en çok etkileyen yönü neydi? İkisi de muhteşem şarkılar yazan iki büyük müzisyen. Onların şarkılarında müziğe yön veren temel unsur ritim. Şarkı yazma tekniklerinde izledikleri bu anlayış, çalışma yöntemimizi temelden etkiledi. Biz de genellikle, müziğimizde önceliği perküsyon ve bas’a veriyoruz. Yeni albüm yapmaya zaman yok Grubun adını taşıyan ilk albümünüz eleştirmenlerden çok iyi yorumlar aldı. Bu durum, ikinci albüm için üzerinizde bir baskı yaratıyor mu? Bir parça... Ama ilk albümle büyük başarı kazanmanın yarattığı zaman sınırlaması çok daha büyük bir baskı... Çünkü bunun anlamı, yeni yapacağınız albüm üzerinde bir dakika bile düşünmeye fırsat bulamadan bir yıl boyunca turneye çıkmak oluyor. Yine de, bir şekilde zaman bulup iyi bir sonuçla ortaya çıkacağımızı umuyorum! Grup içinde şarkı sözleri ve beste bakımından nasıl bir çalışma yöntemi izliyorsunuz? Genellikle şarkı sözlerini Ed yazar, müziklerden hepimiz ortaklaşa sorumluyuz. Indie rock dinleyicileri için dans albümlerinden oluşan bir liste yapacak olsanız, hangi albümleri seçerdiniz? Aphex Twin’den “Selected Ambient Works 9582”, Warp Records’dan “Classics Compilation”, Michael Mayer’dan “Fabric Mix”, The Chemical Brohers’dan “Surrender”. Bu yaz en önemli müzik festivallerinde çalacaksınız. En çok hangisi için heyecanlanıyorsunuz? Glastonbury, büyük bir etkinlik; özellikle hava güneşli olduğunda harika bir atmosferi oluyor. Bestival ona göre daha küçük bir etkinlik ama katılan sanatçılar çok iyi. Fakat yine de her zaman hava etkili oluyor. O nedenle güneşin pırıl pırıl parladığı, açık havada yapılanları seviyorum. İstanbul’da da hiç bulunmadık ama heyecanla bekliyoruz. www.zulalkalkandelen.com Roger Troutman ve Prince etkisi Friendly Fires nasıl kuruldu? Müzik yapmak için sizi esinlendiren neydi? 14 yaşındayken okulda tanıştık. Bir grupta çalmak, yerel barlara girebilmek için yeterince büyümemiş olmamızın bir sonucuydu... Trail of Dead, Fugazi ve Sonic Youth gibi gruplardan etkilenip, gürültülü banliyö müziği yapıyorduk. Neden “Friendly Fires” (Dost ateşi) adını seçtiniz? BİRİLERİ Bir gün Âşık Mahsuni dinledim, müziğim değişti Mişa Sidi Sarfati, işini çok severek yapıyor. Ancak onun tek bir işi yok. O hem diş hekimi ve cerrahı, hem de müzisyen. Geçen ŞİRİN günlerde içinde Özlem ’le yaptığı düet de GÜVEN Tekin bulunduran 4. albümü “Dost Kalalım”ı yayınladı. Ona “Senin tipin popa çok uygun. Pop söyle, bak çok para kazanacaksın” diyenlere inat “hard rock” bir albüm yapmış. Şarkılardaki Aşık Mahsuni Şerif tınıları da cabası… Müzikle uğraşmaya nasıl başladınız? Babaannem çok iyi bir piyanistti. Onun annesi de klasik müzik senfonileri yazarmış hatta. 4 yaşımda babaannem bana piyano dersleri vermeye başladı, zorla. Amcamın kızı nefret edip sürekli hastalanırdı ve kabak benim başıma patlardı. O zamanlar nefret ediyordum ama daha sonra çok işime yaradığını gördüm tabii. Amcamın kızı müzikten nefret etti, bense devamlı müzikle ilgilenir oldum. Sonra lisede İngiltere’de okurken müziği sevip ilgilenmeye başladınız... Evet. Gitmeden önce bütün hayatımı etkileyen bir olay yaşadım. 13 yaşımdayken Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade romanını alıp bir çırpıda okumuştum ve etrafımdakilere “Neden işkence yapılıyor? Niye insanlar birbirine böyle şeyler yapıyorlar” gibi sakıncalı sorular sormaya başlamıştım. Sonra Mumcu’nun İzmir Kitap Fuarı’nda Cumhuriyet Kitap Kulübü’nde kitaplarını imzalayacağını duyunca annemden beri oraya götürmesini istedim. Mumcu bana baktı ve “Sen annene, babana mı imzalatıyorsun bu kitapları” diye sordu. Kendime imzalattığımı söyleyince kitaplarından anladıklarımı anlatmamı istedi. Ben de başladım anlatmaya… Şok oldu ve annemi çağırıp “Tebrik ederim sizi, çocuğunuzu çok iyi yetiştirmişsiniz. Ben bu çocukla irtibat halinde olmak isterim çünkü nereye gideceğini merak ediyorum” dedi. Bütün Cumhuriyet Kitap Kulüplerinde görüştük. Sonra ben İngiltere’ye gidince de mektuplaştık. Düşünsel anlamda inanılmaz etkilendiğim biridir Mumcu. Türkiye için çok büyük bir kayıp. ‘Maya Çalsak Göle’… Tam anlamıyla bir barış albümü. Üçüncü olan ‘Gönül Sabreyle’den sonra bu albüm geldi. Mahsuni Şerif’in tınıları hissedilebiliyor mu şarkılarınızda? Bu albüm ‘hard rock’, ‘British rock’… Bilenler Aşık Mahsuni’nin tınılarını elbette hisseder. Hatta içinde Adana sound’u var da diyebilirim. Besteleri Özgür Yiğenoğlu’nun ve kendisi Adanalı… Onun Adana sound’u, benim İngiltere’de kulağımda olan müziğin birleşimi… Şarkılarınızda dertlerinizi anlatıyorsunuz… Ben laf olsun, torba dolsun diye şarkı söylemiyorum açıkcası. Öncelikle benim şarkıdan bir şey hissetmem lazım. Tüylerimi diken diken etmesi lazım… Yazdığım sözler mutlaka sinirlendiğim bir şeyi anlatıyordur. Dünyada olan bir duruma kızmışımdır ve oturup yazmışımdır. Ya da Özgür Yiğenoğlu ile ortak olarak bir şeye kızmışızdır ve şarkı öyle ortaya çıkmıştır. Yoksa biz “Oturup bir söz yazalım. Ne yazalım. Çiçekler, böcekler çok güzel, onlardan bahsedelim” demiyoruz. Dolayısıyla ben asla pop müzik yapmıyorum. İçinde rock sound’unun olduğunu, bir şeyler anlatan şarkılar söylüyorum. Asla bu şarkı meşhur olsun endişesiyle müzik yapmıyorum. Hatta şarkıları beraber albüm çalışmaları yaptığım herkes seviyorsa albüme koyuyoruz. Fotoğrafçısından, klip yönetmenine kadar… Yani “Bu şarkı çok tutar” gibi bir düşüncemiz asla olmadı.. Hissetmem lâzım Sonra İngiltere’de ne yaptınız? Çok severek seçtiğim diş hekimliği ve cerrahi okudum. Müzik hep devam etti ama… 8 yıl opera, şan eğitimi aldım. Okurken biraz da hayatımı geçindirebilmek için çeşitli yerlerde müzik yapmaya başladım. O günlerde hard rock, heavy metal tarzında bir grubum vardı. Sonra bir gün Aşık Mahsuni Şerif’in müziğini dinledim ve müzik anlayışım değişti. “Başka şeyler yapmalıyım” demeye başladım. Sonra Türkiye’ye döndüğümde albümlerim çıkmaya başladı. İlk albüm ‘Bana Şans Dile’. İçinde ‘Uğurlar Olsun’un da yer aldığı bir albüm. Uğur Mumcu’ya atfedilmiş bir albüm… Duruşumu, görüşlerimi gösterdiğim bir albümdü. İkinci albüm RİFAT MUTLU rifatmutlu?gmail.com C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle