18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 23 MAYIS 2009 CUMARTESİ Sergi Schneidertempel 10 yaşında İstanbul’da yüzyıl önce Aşkenaz Yahudilerinin ibadetlerini yerine getirdiği Galata’daki Schneidertempel, diğer adıyla Terziler Sinagogu on yıldır İstanbul’un kültür sanat hayatına katkıda bulunuyor. Eski bir ibadethane bundan 10 yıl önce bir sanat galerisine dönüştürüldü ve öncü bir anlayışla 1999 yılında ilk sergi “Yeni Bir Bin Yılın Eşiğinde İnançlar” adıyla, uluslararası katılımla düzenlendi. O günden bu yana sergi sayısı yetmişlere ulaştı. Galeri, sanatseverlere Ferit Öngören’in “Çizgilerle Haliçte Gezinti”sinden, Selma Emiroğlu “Retrospektifi”ne; “Fotoğraflarla Auschwitz”den, “Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri”ne; “Eski Kartpostallarda Gözyaşı ve Tebessüm Yılları”ndan, “Osmanlı İmparatorluğu Kutsal Topraklarında Posta Haberleşmesi”ne, “Japon Fırçasıyla Türkler” Karikatür Sergisi’nden Küba fotoğraflarına, Arjantin tangolarına, Nasreddin Hoca mesellerine kadar uzanan geniş bir yelpaze sundu. Geçmiş 10 yılı anımsatacak 70. sergi, 1 Haziran’a dek sürecek. (Tel: 0 212 249 01 50) Ermenistan’da Bir Türkiyeli Bercuhi Berberyan “Vatan bildiğim yerde vatandaş sayılamıyorum. Vatanım sanılan yeri vatan sayamıyorum. Türkiyeli bir MİYASE Ben Ermeniyim. Köküm Doğum İLKNUR Anadolu’da. yerim İstanbul. İstanbul benim canım. Türkiyeli bir Ermeni’nin, başka Ermenilerin vatanı olan yeri ziyaretinden izlenimlerdir bu kitap. Yansız, önyargısız, salt bir izlenim kitabı…” Bu satırlar Ermeni asıllı Türk yazar Bercuhi Berberyan’a ait. Yıllardır Adalı dergisi ve Agos’ta köşe yazarlığı yapan Bercuhi Berberyan, birkaç yıl önce gittiği Ermenistan seyahatinde gördüklerini, hissettiklerini “Ermenistan’da bir Türkiyeli” adıyla kitaplaştırdı. Kitap Metis Yayınları’ndan çıktı. Kitabı okuduktan sonra bütün hoyratlığımıza karşın onu ötekileştiremediğimizi anlamak zor değildi. Ama yine de kitap nedeniyle hem kendi cemaati içinden hem de anlamak yerine hemen reddetmeye koşullanmış diğerleri tarafından yeterince hırpalanıyordu. Tepki gelip gelmediğini sorduğumuzda “ohoo!” diyerek anlatmaya başladı: “Buradaki Ermenilerden bazıları yazdıklarıma bozuldular. O kadar garip şeylere bozuldular ki aklın durur. Ermenistan’daki kadınlara ‘büyük memeli’ niye demişim. Ulan hepsi büyük memeli. Bir tane küçük memeli yok. Ben bunu niye söylemeyeyim? Buradaki Ermenilerin memeleri büyük değil. İşte düğündeki Ermeni kadınların kıyafetlerini rüküş bulmuşum. Ee canım rüküşler yani. İstanbul’a çalışmaya gelen Ermeni kadınları da görüyoruz. İlk geldikleri gibi değiller. Yavaş yavaş alışıyorlar. Ben bir daha Ermenistan’a gittiğimde belki bu rüküşlükleri görmeyeceğim.” Tu kaka bir kadındım onun için Finaldeki güvercin öyküsü en çarpıcı olanı. Güvercin çok etkiledi beni. Daha doğrusu güvercinin sahibi adam. Başlangıçta tu kaka bir Türk kadındım onun için. Uzattığım parayı, ‘sen Türksün’ diyerek yere attı. Ben adama doğrudan bir şey demedim. Ama güvercini severken adam ne gibi bir ifade gördüyse yüzümde içi yumuşadı. Sonra ben ayrılıp birkaç adım attıktan sonra öpücük gönderdi bana. ‘O senin güzel yüreğin için şansın açılsın diye bu güvercini para almadan uçuracağım’ dedi. Kitapta hayvanlara milliyet vermeniz var. Eskiden kalma bir alışkanlık galiba. Ayy evet. Ermenistan’da bir köpeği severken Ermenice konuşuyordum. Anladığını hissetim ve ‘Ayy bu köpek Ermeni ulan’ dedim arkadaşlara. Ama sonra düşündüm ki, ben İstanbul’da bir köpeği severken ‘Bu köpek Türkçe anlıyor galiba Türk’ deseydim maazallah. ‘Sen bir Türk’e köpek’ dedin diye 301’den dava açılırdı. Bunu senin söylemenin önemi yok. Aynı şeyi bir Türk de söylese 301’den dava açılırdı. Tabii canım, kesinlikle. Oysa orda başka bir şey var. Ben bir Ermeni’ye köpek demediğim gibi aynı şeyi yaptığımda da bir Türk’e köpek demiyorum ki. Köpek Ermeni ya da Türk diyorum. Bu köpek Amerikalı ya da Çinli de diyebilirim. O zaman bir mahzuru olmaz. Dünyada Ermenilerle Türkler kadar birbirine benzeyen başka iki toplum var mıdır acaba? Ay yoktur herhalde. Bu kadar benzer iki toplum düşünemiyorum. Belki de o yüzden birbirlerine sinir oluyorlardır. O kadar çok aynı şeylere aynı anda öfkelenen, aynı şeylere sevinen, kendilerini ifade etmekten aciz başka iki toplum var mı? Ermeniler bir de bastırılmışlar. duygularını, coşkularını da özgür bırakmak demek. Ermeni ve taş ilişkisine çok yer vermişsiniz. Bu ilişkiyi biraz anlatır mısınız? Valla o çok etkileyici bişey. Bana bu ilişkiyle ilgili bir efsane anlatmışlardı, ben de onu kitapta kullandım. Güya Allah bütün halklara kura ile topraklar dağıtmış. Ermeniler kilisede duaya daldıkları için geç kalmışlar kura çekimine. Allah’a ‘Biz sana dua ediyorduk o yüzden geç kaldık’ diyorlar. Ama onlara verecek toprak kalmadığı için Allah onlara birkaç tane taş veriyor. Sonuçta taşa razı olup gidiyorlar. Efsane bu. Ama o taşı öyle bir benimsemişler ki zaten hepsi taş ustası. Ermeni’den taş utası çıkar. Taşla ruhlarının, bedenlerinin bir kaynaşması var. O kadar etkiledi ki beni. Taş kavram olarak kaba ve sert bir cisim. Ermeni de ilk bakışta kaba ve sert görünüyor. Ama o sert ve kaba görünümün altında nahif bir ruh var. Çünkü o kaba taşı adam dantel gibi işlemiş. O nasıl bişey. Dayanamıyorsun, görünce gözlerin doluyor. Öteki olmanın tedirginliği Havadan Türkiye Küratörlüğünü Sipa Press kültürel projeler ve sergiler sorumlusu Ferit Düzyol ve Atlas Dergisi fotoğraf editörü Sinan Çakmak’ın yaptığı Havadan Türkiye, yıllardır Atlas dergisinde yer alan çalışmalarıyla tanınan Hakan Öge ve Turgut Tarhan’ın Türkiye’nin pek çok bölgesinin fotoğraflarından oluşuyor. Son 10 yılda Hakan Öge paramotorla Anadolu’nun bir ucundan diğerine uçtu, Turgut Tarhan da Batı ve Orta Anadolu’yu Microlight’la deneyimledi. Anadolu’yu, farklı bir açıdan ve iki önemli fotoğrafçının gözünden anlatan bu fotoğraflar aynı zamanda ilk kez bu sergide bir araya geliyor. Fotoğrafların bir bölümü ayrıca 7 Haziran’a dek İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin dış duvarlarında açık havada sergilenecek. (Tel: 0 212 393 81 11) Dağda beni çeken bir şey var “Ermenistan’da bir Türkiyeli” Berberyan’ın ilk kitabı değil. Kocasını ve yirmi gün sonra da kedisini kaybetmesinden sonra girdiği kısa süreli bunalım yine kendi deyimiyle “çenesine vurunca” kendini yazmaya vermiş. Hayvanlarla iletişimini ve kendisinde yer eden hayvanların öykülerini kitaplaştırmış daha önce önce. Bu onun ikinci kitabı. Berberyan’la son kitabı üzerine konuştuk. Agos’taki yazılarınızı biliyoruz, tiyatroculuğunuz var ama yine de çok tanımıyoruz sizi. Bercuhi Berberyan nereden çıktınız birden bire, kimsiniz siz? Beni geç keşfetmeniz herhalde bizim kapalı toplum oluşumuzdan. Biraz da sizin dikkat etmeyişinizden. Ben aslında tiyatrocuyum. Aşağı yukarı 40 yıla yakın bir zamandır tiyatro yapıyorum. Ama benim tiyatro yaptığımı kim bilir. Olsa olsa Ermeni cemaati bilir. Yıllardır oynardım. Çünkü cemaat olarak tiyatroyu hiç bırakmadık. Ermeniler artık profesyonel tiyatrocu olmayı bıraktıktan sonra bu işi amatörce sürdürdüler. Herhalde genlerimizde olan bir şey bu. Kitaptaki ilginç öykülerden biri Ağrı Dağı’na aşık olmanız. Ama oradaki Ermeniler’in Ararat’a olan aşkından farklı bir aşk. Ama yine de siz aşkınızı daimi değil kaçamak bir aşk olarak değerlendiriyorsunuz. Biz Anadolu kökenli olduğumuz halde İstanbul’da doğup büyüdüğümüz, Adalar’da yaşadığımız için deniz canım gibi benim. Aslında dağda beni çeken bir şey varmış meğer. Gidip görmeyince anlamıyorsun bunu. Çünkü ben Bitlis’e gittiğimde de öyle oldum. Belki bu da genlerimde var kimbilir. Naif bir ruh... Ağrı’ya ilişkin dileğiniz de ilginç. ‘İki halkın da mutlu olabilmesi için sınır keşke Ağrı Dağı’nın ortasından geçseydi’ diyorsunuz. Diğer arkadaşlarınızın Ağrı’ya bakışı sizinkiyle aynı mıydı? Arkadaşlarımın Ağrı ya da onların deyişi ile Masis ya da Ararat’a bakışının aynı olduğunu sanmıyorum. Daha doğrusu emin değilim. Bir kere ben orda çok duygu paylaşamadım. Kendimi çok yalnız hissetim. Ben her zaman içimdeki çocuğu özgür bırakıyorum. İçindeki çocuğu özgür bırakmak Soykırım anıtını ziyaret ettiğinizde de duygularınızı ifade edişiniz farklı. Bu bölümde de bir aidiyet duygusundan ziyade bir insanın duyguları ön planda. Beni en çok rahatsız eden bunca yaşanmışlığın hiçbir şey yaşanmamış gibi yok sayılması. Bütün Ermenilerin yalancılıkla itham edilmesi beni rahatsız ediyor. Ben ailemin yaşadıklarını biliyorum. Aradan çok nesiller geçmedi. Bir şeyler olmuş. Adı her neyse. Adı beni hiç ilgilendirmiyor. Nedense iki toplum da o yaşanmışlığın adına takılıyorlar. Geçmişle yüzleşeceksin ve sindireceksin. Unutabilirsin, belki unutmalısın ama hazmetmeli ve sindirmelisin. Yok saymakla olmaz. Benzer duyguları o dönemde aynı acıları yaşamış Türkler ve başka halklar için de duyuyor musunuz? Kesinlikle. Herkes için duyuyorum. Hiçbir insanın başka bir insana acı çektirmeye hakkı yok. Türkiye’de sansürleyerek okuduğunuz Ermeni şarkılarını Ermenistan’da bir lokantada okurken gördüğünüz Ermeni subaydan irkilmenizi anlatmışsınız. Bilinçaltındaki korku ve tedirginliğin dışavurumu mu? Öteki olmanın tedirginliği. Bu tedirginlik o kadar kanımıza işlemiş ki. Ermenistan’daki o lokantada söylediğimiz şarkılarda ‘Ermeni, Ararat’ sözcüklerini bağırarak okuyoruz ve karşımızda bir masa dolusu üniformalı adam var. Birden bire “İiihh, biz ne yapıyoruz’ dedim. Ermeni polis ve asker görmek çok tuhafıma gitti. Polisin Ermenice konuşması, hamalın Ermenice konuşması bizim alışmadığımız bir şey. Tiyatro 3. Evren Üç karakter, “Üçüncü Evren’in Umudu” adında bir süpermarkette karşılaşırlar. Her gün uyku saatinden evvel uykuyla uyanıklık arasındaki bir saat dokuz dakika açık olan bu markette, “3. Evren”e çıkışlarını sağlayacak olan bir kapıyı ararlar. Her biri kendi içinde büyük çelişkiler taşıyan bu değişik karakterler ürün rafları, indirim kuponları ve gündelik telaşlar arasında, umulmadık zamanlarda aslında yanı başımızda olan bambaşka bir evrenin varlığının peşindedirler. Bir zamanlar çarşaflı olan ama şimdilerde göbek dansçısı olarak çalışan Ayşe, çok zengin ama aşırı derecede çevreci Serine ve eski komünist yeni kapitalist Devrim kısıtlı zamanları içinde, aslında her biri ütopyalarını temsil eden üçüncü evreni bulmak için uğraşırlar. Yeşim Özsoy Gülan’ın yazıp yönettiği oyunda Tülin Özen, Burhan Batur Belirdi, Ayşe Burcu Eren rol alıyor. 3. Evren, bugün, 31 Mayıs, 3 Haziran’da Galataperform’da sahnelenecek. (Tel: 0 212 243 99 91) ‘Bu ülkenin en şanslı genciyim’ Kanal t’de yayınlanan “Kantin” programı, üniversitelilerin kantin masalarında tartıştıkları konuları televizyon ekranına taşıyor. Salı akşamları saat 21.00 ile 23.00 arası yayınlanan programı hazırlayan ve sunan da 21 yaşında bir üniversite öğrencisi. Kıraç Arascan Dönmez, gençlere düşüncelerini ortaya koyma fırsatı sunan bir programı yaptığı için kendini çok şanslı görüyor. Kanal t’de yayınlanan “Kantin” programı, üniversitelilerin kantin masalarında tartıştıkları konuları televizyon ekranına taşıyor. Program, dört haftadır salı akşamları saat 21.00 ile 23.00 arası yayınlanıyor. Kantin’i hazırlayan ve sunan 21 yaşındaki Kıraç Arascan Dönmez. Dönmez, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi bölümünde okuyor, birinci sınıf öğrencisi. Lisede ise Özel Marmara Koleji Radyo Sinema Televizyon ve Gazetecilik bölümünü bitirmiş, bu işe bu yüzden yaşıtlarından biraz daha erken başladığını söylüyor. Bir de Akademi Neo’da Tv Yapımcılığı ve Haberciliği üzerine altı aylık bir program bitirdiğini belirtiyor. Dönmez’in geçmişinde, kompozisyon ve röportaj gibi alanlarda de pek çok başarısı, ödülü var. Kıraç Arascan Dönmez, ailesinden uzakta büyümüş, anne ve babasıyla yıllardır görüşmüyor. ÇYDD’nin burslarıyla eğitimini tamamlamış ve hâlâ bursla eğitimine devam ediyor. Dönmez, sonuçlanamayan denemelerinin ardından Kanal t’ye başvurmuş, durumumu, başından geçenleri anlatmış ve Kantin programını kabul ettirmiş. Kantin için “yaşı ya da yaşamı genç olan herkesin programı” sloganını kullanıyor. Böyle bir programın daha önce varolmadığını söylüyor, çünkü bu programda sadece gençlere yönelik konular, sadece gençler tarafından tartışılıyor. Ona göre Türkiye’deki gençlerin en büyük sorunu düşüncelerini söylemeye, ortaya koymaya cesaret edememeleri. Kıraç Arascan Dönmez genç yaşta gençlere düşüncelerini ortaya koyma fırsatı sunan bir program yaptığı için kendini Türkiye’nin en şanslı genci olarak görüyor. Kantin programı tamamen gençleri ilgilendiren bir program, stüdyoya da öğrencilerden başkası giremiyor; ne bir oyuncu, ne bir müzisyen, ne bir profesör. Dönmez uzman kişileri sadece telefonla bağladıklarını söylüyor. Programda bugüne kadar “Herşeyi tüketmek gençleri tüketiyor mu?”, “İnternetsiz yaşayamıyor muyuz?” ve “Aşk nedir bilen var mı ki?” konuları da tartışıldı. Bundan sonra ise “Siyaset bizim için bir ne?”, “Arabeskleştik mi?”, “Gençler ve cinsellik”, “Sence ne demek öteki?”, “2009’da Atatürk nerede?” konuları tartışılacak. Dönmez için “din” de tartışmaya açılması gereken bir konu, ama henüz hazır bir ortam yok. Digitürk’te 51. kanalda yayınlanan, dsmart ve uyduda da bulunan Kanal t yakında, kablolu TV’de de olacak... Kantin programına katılmak isteyen gençler 0535 520 03 57 nolu numaradan başvuru yapabilir. İşsizliğin sebebi 80 sonrası politikalar Program kabul edildiğinde Dönmez’in önünde beş gün varmış. Dönmez, bütün sorumluluğun kendisinde olmasının büyük bir yük olduğunu söylüyor. “insanlar gelip programda konuşacaklarını, ‘katılımcı’ öğrenci olacaklarını duydukları anda geri çekiliyor” diyor. “Bu yüzden çok zorlandım, son anda gelmeyeceğiz diyen çok kişi oldu, önceden de arasanız, gelmek istemeyen son anda bir bahane bulup gelmiyor ve biz insan olmadan bu programı yapamayız.” Kantin programının ilk bölümünde konuk sayısı 8, ikincide 25 son programda da 30 kişiymiş. Dönmez, katılımcı sayısının şimdiye kadar git gide arttığını, ama bu artışın devam edeceğinin bir garantisi olmadığını söylüyor. Ona göre, gençlerin konuşmaktan çekinmelerinin nedeni, bugüne kadar onlara hiç söz verilmemesi, hep dinlemek zorunda kalmaları, düşüncelerini dile getirmeye alışmamış olmaları. Dönmez, programlarının önce çok donuk başladığını, ama son 15 dakikada, herkesin konuşmak istemeye başladığını anlatıyor. “Kantin’de konularımız siyasi değil” diyor “ama bu konular tartışılırken siyasileşiyor”. Buna örnek olarak “Hepimiz işsiz miyiz?” konusunu tartışırken, gençlerin işsizlik sebebini, 80 sonrası eğitim politikalarına bağladıklarını anlatıyor: “Konu 1 Mayıs’a, Deniz Gezmiş‘e, oradan eğitim sisteminin çarpıklığına, gençlerin yarış atı misali hazırlandıkları üniversite sınavına kadar geldi. Tartışma sonucunda iki nokta ortaya çıktı; ‘80 sonrası doğanların hepsi işsiz’, ‘eğitim sistemi çarpık” diyor. DENİZ YAVAŞOĞULLARI Atuan Mezarları Oyuncular Tiyatro Grubu, Kanadalı yazar Ursula Le Guin’in kadınının üzerindeki katı, kuralcı ve baskıcı yapıyı eleştiren aynı adlı romanından Selma Köksal’ın oyunlaştırıp yönettiği “Atuan Mezarları” adlı oyunu, 28, 29, 30 Mayıs ve 4, 5, 6 Haziran tarihlerinde ENKA’da sahneliyor. Kadın özgürlüğünü engelleyen tüm değerleri yansıtan eski bir mezar kentte geçen oyunda; bağnazlık ve katı gelenekler, fantastik bir atmosfer içinde seyirciye aktarılıyor. Oyun; günümüz kadınının üzerindeki katı, kuralcı, baskıcı yapıyı eleştirerek, bu yapının yıkımı ile kadının özgürlüğünü ve kimliğini bulma çabasını ele alıyor. (Tel: 0 212 245 13 14) Görüntüden kaybettik Dönmez’in daha önce de program denemeleri olmuş, ama hiçbiri yayına girmemiş. Nedeni, hazırladığı programların “siyasi” bulunması. Kanalların açıkça, bayram veya özel bir gün olmadığı halde programda “çağdaşlık, demokrasi, Atatürk, laiklik” ifadelerinin fazlaca kullanılmasının kendilerini rahatsız ettiğini söylediklerini anlatıyor. Ardından, çekilen ama yayınlanmayan bu programları çoğaltıp başka kanallara da yolladığını, ama bu sefer de saçı ve küpesi nedeniyle sorun çıktığını “onlarla da düşünce açısından aynı çatıda buluştuk ama görüntüden kaybettik” diyerek ifade ediyor. Ona göre, Türkiye’de çok büyük bir kavram karmaşası yaşanıyor. Herşey bir noktada ötekileştiriliyor. [email protected] C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle