21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 2 MAYIS 2009 CUMARTESİ Başımın üstünde yıldız var O’nu ilk kez televizyonların iki renkli döneminde Pembe’si beyaz, Kadın’ı siyah tonlu unutamadığım karakteriyle tanıdım. Sonraları hikâyesini hatırlamakta ne kadar zorlansam da acısıyla nakışlanmış yüzünü hiçbir zaman unutamadım. Gencecikti, görebiliyordum ama yaşlı bir Anadolu kadınına dönüşmüştü, kim bilir kendi hayatının hangi dehlizlerinden nasıl geçerek? “Hepimiz yaşlanacağız bir gün. Yaşlanmak kötü bir şey değil ama ihtiyar olmak korkunç olsa gerek!” Şimdi, bu cümleyi O’ndan duyduğum zamanı hatırladığım konservatuvarın ikinci yılında Peer Gynt çalıştığımız ders geliyor aklıma. Oğlunu yıllarca beklemiş, belki bir daha göremeyeceğini düşünse de her anını özlemle bekleyerek yaşayan Aase annenin Peer’ine kavuşup, O’nun maceralarını dinlerken tatlı tatlı uyur gibi öte dünyaya mutlulukla gidiş sahnesiydi. Yaşlanmakla ihtiyarlamak arasında bir fark olduğunu hiç mi hiç düşünmemiştik o güne kadar… Hem de hiç birimiz… Aynı şey değilmiş. İnsanın ömrünü nasıl geçirdiğiyle çok ama çok ilgiliymiş asıl gençlik. Gerçek düşünü, aşkına hiç ihanet etmeden sonsuza taşımaya gönüllü, üstüne bir de yürekli de olan hiç ihtiyarlamazmış meğer yaşlansa da… Derslerimizde, karakter ya da oyun altmetni deşifre ederken O’ndan duyduğum her sözü not ettim küçük defterlerime eğer aklımdan silinirlerse bir gün diye korkarak… Korktuğum şey başıma gelmedi hiç. Mezun olup uçtuğumuzda yuvadan, “Her Şebnem nerede olursanız olun, mesleğinizi yaparken aşkınız ışıldasın gözünüzde en zor gününüzde bile” nasihatinin, kalbimi ve ruhumu acımtırak ısısıyla saran koca bir dilek olduğunu hissetmiştim ama anlamam yıllar aldı. Merhaba Oray Eğin’le son kitabı “Bunları Kimse Yazamadı“ vesilesiyle söyleşi yapmak üzere Kanyon’da buluşacaktık. Levent Metro istasyonunda indiğimde, onu gördüm. Hem yürüyor hem de elindeki kitabı okuyordu. Geçen hafta kısa bir tatil yapmış ve bitirmeyi planladığı kitaplardan bahsetmişti. Bu sonuncuydu, 20 sayfa kalmıştı ve benimle buluşana kadar onu da bitirmeyi planlıyordu. Sanırım söyleşi sonrasına kaldı planı. Aslında röportaj taleplerine pek sıcak bakmıyor. Kitabında da yazmış, söylemek istediklerini köşesinden dile getirmeyi tercih ediyor. Bizi kırmadı, Cumhuriyet’e olan sevgisi de bunda etkendi sanırım. Neyse... O kadar uzun konuşmuşuz ki hepsini sayfalarımıza sığdıramadık, doğal olarak. Basın dünyasına ‘biraz paraşütle’ iniş yapmış. 32. Gün’de çalışırken yapmak istediği tek şey yazı yazmakmış. İlk yazıları Radikal 2’de yayınlanırken Serdar Turgut’un teklifiyle Akşam’a transfer olmuş. “Biraz kendi kendimi yazar yapmış gibi oldum ben” diyor. Beş yıldır hafta içi hergün yazıyor. 30 yaşında ve koltuk hırsı yok. Öyle diyor. Bir 10 yıl daha bu işi yapmayı planlıyor şimdilik. Belki yılda bir yazı yazmak ama olay olan cinsten bir yazı. Kitap projeleri, planları ve hayalleri var. Hepsi birbirinden güzel. Birgün gerçekleştirirse hep birlikte görürüz. Hepsi kişisel tatminle ilgili, öyle başbakanların telefonlarıyla falan uyanmak da istemiyor. Ama siyasetçiler onu arıyor. Kim mi? Deniz Baykal tabii ki. Arada bir konuşuyorlarmış. “Ben severim Deniz Baykal’ı“ diyor. Yazdığı gibi rahat konuşuyor. Cesur, sert cümleler dökülüyor ağzından. Yıllar önce konuştuğu ve çok etkilendiği bir futbolcunun söylediklerini tekrarlıyor: “Şöyle demişti, ‘Ben çok dipten geliyorum ve şu anda sahip olduğum her şeyi kaybetsem bile bu benim için hiç önemli değil. Ben oraya tekrar dönerim. Çünkü ben orayı biliyorum’. Bu bence çok cesur bir tavır.” İşte medyadaki bir çok ismin bu cesareti gösteremediğini aksine bir daha ‘oraya dönmemek için her türlü tavizi verdiğini’, kendisinin de buna kızgınlığını anlatıyor. Peki niye siyasi yazılar yazıyor? Onu oraya iten neydi? Yanıtı net ve iddialı: “Biraz ihtiyaçtan, biraz zorunluluktan doğdu galiba... Türkiye giderek daha politize olmaya başladı ve kamuoyuna hitap eden insanlar olarak bizlerin bu sürecinin dışında kalmak gibi lüksümüz yok. Eski lifestyle yazarlığı kabul görmüyor artık. Başka bir dönemdi o, bitti, geçmiş olsun. Bir de bakıyorum siyasi konularda da benim söylediğim şeyleri söyleyen pek bir insan yok açıkcası. Mesela fazlasıyla dezenformasyon var ve medya liberal faşizm ağırlıklı. Pardon Ergenekon anlattığınız gibi bir şey değil, Fethullah Gülen diye biri var ve bu çok tehlikeli dikkat edin, Türk ordusu kötü değildir bunu düşmanlaştırmayalım gibi...” Köpeği Raşit’i soruyorum. Annesiyle arasında bir köprü olan Raşit. Aslında Raşit’i ona ilk geldiğinde kızacağı endişesiyle annesinden gizlemiş. Birgün gezdirirken yakın oturan annesine yakalanmışlar. Ardından anne ve Raşit arasında büyük bir sevgi bağı oluşmuş. Annesini kaybettiğinde Raşit de o da yıkılmış. O günleri anlatırken “Köpeğim de çok mutsuz oldu. Ortada kalmış gibi olduk. Biz üçümüz bir aileydik” diyor. Bu sırada başka bir şey daha anlatıyor. Köpeklerin kanser hastalarına ne kadar iyi geldiğine ilişkin yapılan araştırmalar... Annesine de o dönemde Raşit’in çok iyi geldiğini, enerji verdiğini söylüyor. Raşit bugün onun da ‘yalnızlığına’ iyi geliyor. İyi hafta sonları... SİYAHKALEM Sönmez USTALARA YAKLAŞMAK Öğrencilik ne hırçındır! Ne muhalif ruhluyuzdur, ne ateşliyizdir gençliğin delikanıyla pırıl pırıl yanarken. Bize doğruyu öğretsin isteriz ustalıklarına yanıp tutuştuklarımızın ama asla teslim olmak da istemeyiz deneyim ve hayat tarihçilerine. İster istemez yaşadığımız gelgitlerle hem zorlarız her şeyi hem de bu yüzden zorlanırız sanki hiçbir şey öğrenmemek istiyormuşuz gibi. Aç bir hayvan kadar ihtiyaç duyarken bilmeye, doyurulmak neden kırar gepegenç gururumuzu? Neden her şeyi bilir onlar her zaman? Kendilerine saklasalar olmaz mı bildiklerini? Hem canım nasıl emin olabilirler bu kadar kendilerinden, bildiklerini sandıklarından, bizim heveskâr toyluğumuzun emniyetsiz sarsaklığından, bir şeyleri keşfetme heyecanımızın körleştirdiği basiretimizden? Annebabalarımızdan öğrendiklerimizi kabul etmek istemeyiz ya doğrunun o olduğunu bile bile. Ergenliğe geçişimizin huzura ermez çalkantılarıyla nefessiz bırakırız ya her şeyi… Az evvel bitirdiğimizi sandığımız boğuntu çağını yaşattığımız ikinci ebeveynlerimiz, teslim olmayı en çok isteyip de bir türlü kendimizi bırakmadığımız tam da dokunulacak kadar yakındaki hazineler… “Gel, al ne kadar istersen!” derler ve biz daha da iştahlansak bile ustalara yaklaşmaya çekiniriz hep. Onlar her daim anlar. “Eğer bir kez bile anladıysan herkesten önce, ömür boyu boynunun borcu olacaktır bu!” Antik Yunan tragedya metinleri hep bir kehanet cümlesiyle başlar, süregelen tüm olaylar o büyük öğretinin çevresinde dönenir durur. Bu cümle bana o kadar korkunç gelmiştir. Demek anlamak zorundayım her zaman her şeyi ve anlıyorsam eğer anlatmak da zorundayım ve anlatıyorsam ikna edip inandırmalı, halkı da çıkarmalıyım anladığımı kabul edilebilir ölçülerle sarıp sarmalayarak ama tek doğrunun olmadığını da hissettirip karşımdaki her kim ise onun gözüyle de bakıp bu doğruya, göreceliğini gözetmeliyim hayatın bir de! KARAKTERİN PABUÇLARI Hocam, siz ne yaptınız bana böyle? Ben işimin bu denli zor olduğunu düşünmemiştim hiç aklımda bugünkü yolumun en ufak bir izi bile yokken. Dünyaya ışıltılı bir iz bırakmaya hayallenmiş küçük bir insandım hepi topu. Belki şarkı söylerdim, yazabilirsem yazardım, olabilirsem doktor olur birilerinin hayatını kurtarırdım ya da bilmiyorum ne yapardım ama bir şeyler yapardım işte kolay kolay yapılabileceğini sandığım. Doğrular herkese, her şeye, her zamana göre farklılıklar içerebilirken gerçeklerin değişmez olduğunu anladım ben de. Kolay kolay yapılabilen hiçbir şeyin olmadığını da anladım. “Gerçeği doğru, doğruyu güzel, güzel olanı ise hiç çaktırmadan kolaymış gibi yapmalıyız biz. Ne kadar zor yollardan geçtiğimizi kimseler anlamamalı.” Merak etmeyin; anlamıyorlar zaten. Biz de günışığına sermiyoruz elbette gerçeklerden doğrulara, doğrulardan güzel olana, o güzelden ödün vermeden sanki nefes almak gibi bir kendiliğindenlikle uğrayıver –miş gibi yaptığımızı çaktırmadığımız kolaylıklara yürüdüğümüz yolların çetinliğini. Ama içimiz de kırılıveriyor bazı bazı nedense? “Canlandırdığınız karakterin pabuçlarının içinde ayakta duracaksınız!” Kendi pabuçlarımın içinde durmaya çalışmanın çok daha acı olduğu vakitlere beni hazırlamış mıydınız, defterlerimde bulamıyorum bunun cevabını? Yoksa siz, işinize aşkınızla yıldız olup ışıttığınızda yollarımızı, gözlerimizi de kamaştırdığınız için mi görmüyor, göremiyoruz kararankarartanları? Ne diyorum ben? Kendime gelmeliyim, hem de hemen! “Bizim işimiz, her şeye rağmen!” Her şeye rağmen yaşadığınız hayatın ödülü isminizle parlıyor her zaman. YETENEĞİNİZE SAHİP ÇIKIN 18 Nisan 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında resmini gördüm Yıldız Hoca’nın. “İşini iyi yapan insanların yüzleri birbirine benzer: Bilgeliğin yüzüdür o hep gülümseyen.” Gülücüğü içimde gezindi durdu o günden beri. Gördüm ki altındayım koca bir yıldızın. O günden beri ışıl ışılım. Kendimi kendisine teslim edemediğim, öğretilerine ömrümün sonuna dek sadık kalacağıma ant içtiğim hocamın 60. sanat yılını nasıl kutlayabilirim bilmiyorum ama dileğim, o yıldızın aydınlattığı dünyaların samanyolu olduğunu bilmesidir yalnızca. Hasbel kader öğretmenlik de yapan bir öğrencisi olduğum için, kendi öğrencilerime de söylediğim sözü, son sözüm olsun: “Hayatınıza ve yeteneğinize sahip çıkın!” Otobüsteki gönüllü mahkumlar Onu “Onuncu Gezegen Bağdat’ta Tek Başına” isimli belgeseliyle tanımıştık. Melis Birder Bağdatlı bir kadın “Kevkeb”in savaştan sonraki yaşamını anlatıyordu. Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde ise dünyanın öbür ucundan, bu kez yaşadığı yerden bir hikâyeyle izleyici karşısına çıktı. “Ziyaretçiler” New York’tan her hafta sonu hapishanelerdeki yakınlarını ziyarete gidenlerin hikâyesi. Her hafta sonu 59. sokaktan kalkan otobüslerde saatler süren yolculuk sonrası yakınlarına kavuşan yavaş insanların sizi anlamayacağını düşünmeye mahkum yakınlarından pek kimsenin haberi yok. Hatta otobüslerin başlıyorsunuz” diyor. kalktığı yerde yıllardır bulunanlar bile ziyaretçilere “Los Angeles’a Kimileri içinse bu özel durumu saklamak bürokratik bir gereklilik. mı gidiyorsunuz?” diye soruyormuş. Çünkü çalıştıkları iş yerinde mahkum yakını olmalarına bile izin ABD’deki hapishane sisteminin yok. Belgeselde yer alan kadınlardan biri Birder’e günlük acımasızlığı birçok filmde ve yapımda hayatında neredeyse kimseyle konuşmadığını hatta ablasının bile eleştirilmiştir. Melis Birder’in bu yıl kendisini anlamadığını söylemiş. Hapiste bir koca, evde ödenmesi İstanbul Film Festivali’nde gösterilen gereken faturalar ve bakılması gereken çocuklar. Böylesi bir hayat “Ziyaretçiler” isimli belgeselinin farkı, yaşayan kadının bir şeyler paylaşabileceği yer ise hapishane mahkum yakınlarına odaklanması. otobüsleri. Belki de o otobüslerde bulunan Belki Melis Birder ABD’nin bu son derece içsel herkes için aynı şey geçerli. sorunu karşısında fazlasıyla dışardan biri olarak düşünülebilir. Ancak o sadece 1994’ten beri New Melis Birder York’ta kuryelikten garsonluğa kadar türlü işler yapmış biri değil; aynı zamanda dört yıl boyunca Mahkum yakını olmak ABD’ye mahsus bir kendisi de bir ziyaretçiymiş. Dolayısıyla ekrana sorun değil. Aslında New York çevresindeki yansıttığı zorlukların hemen hepsini kendi de hapishanelerin şartlarının ortaya serilmesine yaşamış. “Bu belgesel bir sistem eleştirisi karşın Melis Birder’in, belgeselini bir sistem değil” dese de doğal olarak hapishane sisteminin eleştirisi olarak görmemesi bu yüzden. engelleri büyük sorunlar yaratıyor. Ancak Hapishaneler hakkındaki fikirleri ise hiç iç açıcı önlerinde bunlardan daha büyük ve daha doğal bir değil. “Orada hapse bir kez girdiğiniz zaman çıkmaz var. Hapiste olan birinin yakını olmanın bir daha o sistemin içinden çıkmanız mümkün diğer insanlarda oluşturacağı önyargı. Melis Birder olmuyor. ABD’de insan haklarına çok daha bu hissiyatı fazlasıyla yaşamış. “Giderek saygı gösterildiğini düşünebilirsiniz ama insanlardan uzaklaşıyorsunuz, sizi anlayan gerçek hiç de öyle değil. Rehabilitasyona insanların sayısı azalıyor. Bir arkadaşınız ‘hadi yönelik hiçbir girişim yok. Aksine suçluyu bir haftasonu sinemaya gidelim’ dediğinde, ‘ben kez daha suç işlemeye yönlendiriyor. O hapishaneye gideceğim’ deyiveriyorsunuz. Tabii yüzden mahkumlar için yakınları her şey ki bu duruma anlayış gösteriliyor ama yavaş demek, eğer bir mahkumun hapisten çıktıktan sonra gidebileceği bir yer yoksa, önünde sonunda yine hapse dönüyor.” Bu durumun ilerde büyük sosyal patlamalara sebep olacağı öngörüsünde bulunuyor Melis Birder. Eğer siyahi nüfusun üçte birinin ya hapiste ya da şartlı tahliyede olduğunu göz önüne alırsak hiç de haksız sayılmaz. Belgeselin asıl kahramanları ziyaretçiler de bu durumun fazlasıyla farkında olmalı. Birder, kim ne sorun yaşarsa yaşasın yakınıyla görüşmeye gittiğinde hepsini geride bıraktığını, en azından güzel bir gün geçirmek istediğini söylüyor. Otobüslerin içi de dışarıdaki hayattan çok farklı. Belki dışarda konusu açılsa ilk gelecek soru “yakınınız ne sebeple içerde?” olur ama otobüslerde bu tip konular neredeyse hiç konuşulmuyormuş. Yazılı olmayan bir kural değil. İnsanların gerçekleri kabullenmiş ve işlenen suçu geride bırakmış olması. Artık konuşulacak başka dertler var. Tabii ki bu insanların Birder’in kamerasına konuşmayı kabul etmesi de hiç kolay olmamış. Çünkü insanların endişeleri ve eleştirileri duyulursa gardiyanların bunların acısını mahkumlardan çıkaracağı korkusu varmış. Ancak otobüslerden birinin koordinatörlüğünü yapan kadın “ben anlatmak istiyorum” diyince işin gerisi çorap söküğü gibi gelmiş. DENİZ ÜLKÜTEKİN SAATLER SÜREN BEKLEYİŞ Elbette sırf konuşmalardan ibaret değil bu belgesel, ziyaretçiler arasında çıkan sorunlar da yer alıyor. Otobüste yer kapma mücadelesi. Sabaha karşı varılan hapishanede saatler süren bekleme sırasında yaşanan gerginlikler. Bir de hapishanenin etrafına kurulduğu kasabanın sakinleriyle yaşananlar var. Birder, kasabadakilerle yaşanan sorunların içinde ırkçılığın da yer aldığını söylüyor ve devam ediyor; “O kasabadaki herkes hapishanede ya da çevresindeki restoran gibi yerlerde çalışıyor. Ancak kendileri için tek gelir şansı olan ziyaretçilere hiç iyi bakmıyorlar. Çünkü kentli ve kasabalı değerleri arasındaki farklar önünde sonunda çatışmaya dönüşüyor. Mesela yola pijama ya da eşofmanla çıkan ziyaretçiler, yakınlarının yanına en güzel kıyafetleriyle gitmek istiyorlar bu yüzden tuvalette kıyafet değiştirirken uzun zaman harcıyorlar. O zaman tartışma çıkabiliyor.” Melis Birder için “Ziyaretçiler”in en ilginç yanı daha önce herhangi bir ABD’linin hapishanelerle ilgili bir konuyu mahkumlar üzerinden anlatmamış olması. Çekimlerin kaba kurgusu bir şekilde mahkumlardan birinin eline geçmiş ve o da Birder’e mektup yazmış. “Belgeseli çok beğendik, şimdi tüm hapishanelerde gösterimini yapmak istiyoruz. Yakınlarımızın bizi ziyarete gelirken böylesi sorunlar yaşadığı hiç aklımıza gelmezdi” diyormuş mektupta. TERAPİ OTOBÜSLERİ hafta?cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Miyase İlknur Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No.2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 0 212 251 98 7475 0 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle