16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 4 NİSAN 2009 CUMARTESİ Hatırlamadığım kadar çocukken hiç susmadığımı söylerler. İşittiğim her sese yanıt vermeyi, bir zorunluluk gibi algıladığımı düşünürmüş annemle babam. Küçük bir köyde büyüdüm. Yeşil, içinden dere akan, koyunlukuzulu, çeşmeleri bol, insanların birbirini kapı önlerinden diğer eve bağırarak çağırdığı, çocukların bol çamurlu ve her tarafı yara bere içindeki bedenleriyle çığlığının parlaklığına karışan şaşkın maceralarını inşa ettiği, yazlık sinemaya masumiyeti sesimizin, ne heyecan evdeki taburelerle gidilen, kışlık nevalelerin vericiydi! elbirliğiyle mahalle aralarında yapıldığı, Bölündüğümüz yerden itibaren aldığımız hepimizin artık masallardan ya da yolun nereye çıkacağını hangimiz filmlerden bildiği köylerden birinde. hesaplayabilmiş olabilir ilk adımlarını Bir çocuğun; böyle bir hayatın içine atmadan önceki endişeli karar anında? doğmasının sonucunda herşeyle ilişki Yol... kurmak istemesinden daha doğal ne Karada, havada, suda bir yerden bir yere olabilir? gitmek için aşılan uzaklık. Ağaçlarla otların, rüzgarın dokunuşuyla Büyük Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki hareketlenmelerinden ne çarpardı 1. tanımı bu. kulaklarımıza? Yol; uzaklık demekmiş Tavuklar, meğer, bölünmek ise bir birbirleriyle ya da birden fazla parçaya eşlerini mi ayrılmak. çekiştirirlerdi didik Düşüncemizin, didik ünleyerek? ulaştırılmak zorundalığını Belki de onları hissettiğimiz değerliliği koruyan yiğit ile telaşı arasındaki köpeğimiz uzaklık ne kadar olabilir? dedikodudan hiç Bir düşünceyi hazetmediği için oluşturmak, o düşüncenin susturmaya başlangıcını sağlayan çalışırdı hepsini, sebepten aldığı tok vuruşlu sesini ivmeyle nereye patlatarak ve biz de kadar yol almış anlardık böylelikle olabilir otoritenin kim dilimizden olduğunu! dökülünceye Kuşlar mesela... değin? Üstten üstten Yol almak.. cikleyerek aramıza Türkiye Türkçesi karışmak niyetinde Ağızları Sözlüğü’nde olmadıklarını; “ilerlemek” olarak Şebnem Sönmez kendi aralarında açıklanır. kurdukları Düşünce ise koloninin, “düşününce” insanı yolun duyduğum hiçbir şeye benzemeyen dilini daha başındayken bile çok uzaklara susturmayarak belli etmeye uğraşırken; bir bırakıverir “uzay ve zamanın ötesinde, yandan da tenezzül etmez edalarıyla sadece öznenin dışında, kendiliğinden var olan, birbirleriyle mi yarışırlardı? duyularla değil, yalnızca ruhen Daha neler neler... algılanabilen asıl gerçeklik, fikir, ide, Yağmurlar, gök gürültüleri, ezanlar, idea” olarak tanımlandığı için. çanlar, insanlar, camiden anonslar, at Biraz biraz büyüyünce hatırlamayı arabaları... gerçekten başardığım zamanlar onlarHer sese kulak verip, her kulak verdiğine sesleri seslemekten vazgeçip dinlemeye seslenmek.. daha gönüllü iken; etrafımı saran armoniyi Bazan hepsinin sesini taklit edip onların farkettim. herbiri gibi olmak için; bazan da kendime Birbiriyle çarpıştığı halde büyük bir ait olanı, salt bana özgü olanı onlara uyum içinde akabilen tüm sesleri. sunmak için seslenirdim. Sözler sözcükler olmuştu, sesler birbirine Becerebildiğim kadarıyla eklenip melodilere dönüşmüştü onlara tam hatırlayabildiğim çocukluğumda; sesler olarak kulak vermeyi öğrendiğimde. sözlere dönüşmüştü çoktan ve ben o geçişi Gittikçe susmaya başladım, bunu çok iyi nasıl olup da kaçırmıştım, hâlâ hatırlıyorum ama sustukça daha çok şey anlayabilmiş değilim. söylemek için yanıp tutuşuyor olduğumu da Galiba artık birbirimize ihtiyaçlarımızla, itiraf etmem gerekir. duygularımızla, fikirlerimizle ilgili Bunun nedenini anlamam zaman aldı. birşeyleri aktarmaya çalışıyorduk. Büyümek; biraz bölünmesi demekmiş İsteklerimizi duymalarını istediğimizde çocukken tek bir organ gibi çalışıyor olan sözleri oluşturmaya çalışan sesimiz, sanki zihnimizle kalbimizin. biraz inceliyor ve kızarıyor muydu? Kendini ifade etme zorunluluğunu gerçek Özür dilerim; kızaran yüzümüzdü galiba.. bir ihtiyaç olarak yaşayan insanın içinden çok net değil hafızam. çıkması gereken ilk halka, düşüncesinin Gereksinim duyduklarımız için aceleci “ne” olduğunu anlamaktan başka birşey bir kararlılık, hissettiklerimizi değil sanırım. açıklayabilmek için; karışık bir çekmecede Hayatın, hayatımıza yani kendimize bulmaya çalıştığımızı ararkenki isteklilikle, yansımasından duyduğumuz her ne ise onu bulamayacağımızı düşündüren çelişkili taşıdığımız da odur. umut nasıl bir tireşimdeydi? Bölünmenin ne zaman, nerede başladığını Bir fikre ulaştığımızı anladığımız zaman, da kavramak gerekir belki. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini Endişe, tam da burada titreyerek antre bulduğu andaki meşhur “EUREKA!” yapar. Hadi bakalım Hayatı ilk kavrayışımızdaki sevinçten uzaklaştıkça karışan beynimizin kargacık burgacık yolları, karar vermede güçlük çekmeye başlar nereye doğru gideceğimize. Mutluluk veren keşiflerden ayrı düşmüş olduğumuzu anlarız. Şimdi yaşadıklarımız da yeni buluşlar olmasına karşın, niçin haz duygumuz uçup gider? İnsanın kendini anlamakanlatmak, iletmekilişkilenmek, özgürleşmekait olmak arzularıyla yaşarken, bulabildiği hepi topu üç yol var. Bilim, spor ve sanat. Kendini aşma çabasının, dünyayı ve kendini açıklama isteğinin, “Daha ileride ne var?” sorusunun mecburi istikametleri. Kafam burada çok karışıyor. Neredeyse herkesin birer bilim adamı, sporcu, doğuştan sanatçı olduğununa inanarak iddia etmesiyle karmakarışık oluyor zihnim. Öğrenebildiklerimle, neredeyse bütün insanların bu koskoca alanlara yüklediğimiz anlamlar aynı olmadığı gibi yakın bile değil. Normal olana uyum sağlayamayan nevrozlu ise; ben ve benim gibi düşünenler nevrozlu mu yani şimdi modern psikiatri normlarına göre? Çoğunluğun rahatladığı herşeyle kendini daha bir sıkıntıda hissedenler anormalse eğer bir üst satırdaki sorunun cevabı: Evet! Evet sözcüğünü çok severim, kabul, onay, olumlama içerdiğinden ama şimdi canım sıkılıyor olumsuzu olumladığı için. İnsanın tek ve en vazgeçilmez unsur olduğu bir sanatla uğraşırken, insandan önemli hiçbirşeyin olmadığını biliyorum. Herşey değişse de, bütün normaller, anormaller, nevrozlar, histeri tanımları, hepsi hergün anlamca farklı yollar alsa da insanın dünyadaki en değerli şey oluşunun değişmeyeceğinden de büsbütün eminim. Zihin bulanıklığımın sebebi, düşüncemizin nerede ve neyle, ne zaman, nasıl oluştuğunun peşinde değişimini yakalayamıyor olmak. Yoksa daha oluşurken mi başlıyor bu süreç? Aslında, nedir şu andan itibaren o yola çıkma arzumuzu doğuran itki? Nereye doğru yürümek istiyoruz ve ne için? Oysa ki; en güzel şeydi bu dünyada duyduğu her sese içten bir sesle ses vermesi insanın. Dinlemenin nasıl bir eylem olduğunu öğrenene kadarki zaman aralığında hiç yalnızlık hissetmeden. Merhaba Gelin bir hesap yapalım. Ama öyle kiraydı, faturaydı, taksitlerdi, alışverişti, mutfak gideriydi değil... Diyeceksiniz ki; temel ihtiyaçlar ve insanı canından bezdiren kalemler dışında geriye ne kaldı? Daha doğrusu ‘kalmadı‘... Ancak tüm bunlar zaten malumunuz. Büyük bir ekonomik kriz yaşıyoruz... Düşük maaşlar, işsizlik, sürekli artan fiyatlar... Dedik ya; biz başka bir hesap peşindeyiz bugün. Örneğin başarısızlığa uğrayıp yenildiğimizde sorumluluğu atacağımız ne kadar çok neden ve insan buluruz ve ardından bunları peş peşe sıralarız değil mi? Bazen bunca hezeyan ve suçlama doğru nedenlere de dayanabilir. Ama geriye dönüp de ‘ben doğru yaptım mı‘ diye kaç kez ya da hiç sorduk mu kendimize? Öncelikle hakkımız verilmedi deriz, istedik mi peki? İşten atılır kös kös gideriz, örgütlü mücadeleden bahsetmeyiz bile. Bugüne kadar değerimi bilmediler deriz de kendi değerimizi bilir miyiz? Mücadelesini, ürettiklerini, düşüncelerini bir yana bırakıp 90 yaşında kendisine bu soruyu soran bir adam... İşte Vedat Türkali, “işimi doğru yaptım mı?” sorusunun yanıtını kendinde arıyor. Hemen her gün bir şeylere kızarak başlıyoruz güne. Sevgilimize, eşimize, çocuklarımıza, müdürümüze, işimize, trafiğe, ev sahibine, komşumuza... Sürekli yargılıyor, eleştiriyor, söyleniyoruz. Elbette daha iyiyi bulmak, daha güzel, daha sorunsuz yaşamak ve yaşatmak için. Peki biz ne yapıyoruz? Kendimizi ne sıklıkta eleştiriyoruz. Çevremizin eleştirilerine tahammül edebiliyor muyuz? Teşekkür etmek varken... Vedat Türkali’yi anlatmaya kelimeler yetmez. Esra Açıkgöz’ün kendisiyle yaptığı söyleşiyi sayfalarımızda okuyacaksınız. Sınıf mücadelesiyle geçmiş bir yaşamın kısa bir özeti burada anlattıkları. O, 90 yaşında hala üreten, yaşama dair dertleri olan ve bundan hiç vazgeçmeyen bir isim... Beni en çok etkileyen kendisine sorulmamış ancak sorulmasını çok istediği soruya verdiği yanıt oldu. Eminim ki hemen hergün bu sorunun yanıtını arıyordur. Ne dersiniz hadi bugün bizler de kaç yaşında, nerede, ne iş yapıyorsak yapalım, kendimize aynı soruyu soralım. Ve dürüstçe yanıtlayalım... İyi hafta sonları... SİYAHKALEM Küçük şehirlerde büyük kahramanlıklar Ali Özgentürk’ün son filmi Yengeç Oyunu, mücadele eden ve dimdik ayakta durmayı başarabilen insanların öyküsünü anlatıyor Ali Özgentürk, dün vizyona giren Yengeç Oyunu’nun heyecanını yaşıyor bugünlerde. Hazal, Bekçi, Balalayka ve Kalbin Zamanı gibi filmlerin yönetmeni, hatta Türk Sineması’nın ZUHAL unutulmaz filmlerinden Selvi Boylum Al Yazmalım ’ın senaristi Ali Özgentürk, 4 AYTOLUN yıl aradan sonra Yengeç Oyunu ile sinemalarda izleyiciyle buluşuyor. Film bir yandan adalet olgusunu işlerken diğer yandan da insan hikayelerine odaklanıyor, kadın sorunlarını dile getiriyor. Küçük şehirlerde küçük gibi görünen ama aslında büyük mücadeleler yaşayan insanların hikayelerini anlatıyor film. Biraz geçmişe bakıyor, çokça bugünü irdeliyor. Özgentürk’le hem filmi konuştuk hem de son yıllarda uzak kaldığı sinema perdesini. Filmi mümkün olduğunca anlatmaktan kaçındı. Yorumu izleyiciye bırakıyor. Ancak sinema için de artık ‘sırtımızı insanlığın yüzlerce yıldır biriktirdiği yaratıcılığa ve kültüre dayamak’ gerektiğini söylüyor. küçük yaşam ünitelerini oluşturuyor. Uzaktan baktığımızda yaşananlar aslında küçük hikayeler gibi görünse de her biri çarpıcı, her biri bizden. Tabii Özgentürk’ün de bahsettiği gibi yağan enformasyon altında, yaşananlar da yabancılanıyor zamanla. Televizyonda, gazetede ya da internette takip edilen haberlerle bir yandan yaşadığı yere ait hissederken insan kendini bir yandan da sanki o dünyaya çok uzakmış gibi durabiliyor. İnsan duyarlılıklarını, mücadelesini, kendini ifade edebilmek için kendine yer açmaya çalışan insanları anlatarak tüm bunları tekrar hatırlatmaya niyetli Özgentürk. Filmi yaparken, bir kaç kelime yönetmiş aslında onu. İNSAN HALLERİ Haberi okuyan Özgentürk’ün ilgisini çekmiş bu konu. Araştırmış, İnalcık’ın sonrasında yayınladığı kitabı okumuş. Bu noktadan esinlenerek bir hikaye kurmuş. Hikaye, bugünde geçiyor. İncelenen olay ise 7080 yıl önce yaşanmış. Bütün kahramanlar günümüze ait. Filmde Ayça İnci, Ayşe Kökçü, Özcan Varaylı ile birlikte Eskişehirli tiyatrocular da rol alıyor. İstanbul’da bir üniversitede tarih asistanlığı yapan Asya, beş yaşındaki kızı İpek’le beraber, kendine yeni bir hayat kurma umuduyla doğduğu şehre geliyor. Üniversitede sıradışı bir proje üzerinde çalışmaya başlıyor öğrencileriyle. Eski Osmanlı mahkeme belgeleri arasında yer alan bir davayı tekrar görmeye başlıyorlar. Bir yandan adaleti ararken diğer yandan kendi yaşamlarında da adaletsizlikleri yaşıyor filmin kahramanları. Bu çerçevede hem insan hikayelerine tanık oluyor, hem de adalet ve suç kavramlarını irdeliyoruz. Ali Özgentürk, temelde küçük şehirlerde küçük gibi görünen ama kendi içinde büyük olan kahramanlıklara odaklanıyor Yengeç Oyunu’yla. Yalnızca küçük şehirler değil tabii. İstanbul bile kendi içinde birbirinden farklı pek çok şehri barındırıyor. Yaşam, aslında her yerde kendi Hikaye kadınlar üzerinden anlatılıyor olsa da Özgentürk, ‘Bu bir kadın filmidir’ gibi bir kısıtlama içine girmek istemediğini özellikle vurguluyor: “Kadın hikayeleri diyerek kadınları tekrar bir tür ayrımcılığa itmek istemiyorum. Bu biraz da kadınlar üzerinden bir pazarlama gibi geliyor. Filmdeki hikaye, insan halleri üzerine. Buradaki meseleler hepimizin içinde olduğu konular. Bunu ayırıp kadın hikayesi deyip bir resim gibi duvara asmak, ona, yani kadın problemlerine uzaktan bakmak doğru gelmiyor. İrkiliyorum o zaman. Çünkü bu da bir çeşit ranttır.” Söz sinemaya geldiğinde ise son yıllarda gençlerin çok daha bağımsız olduklarını, bu bağlamda da sinemanın bu bağımsızlıktan etkileneceğini söylüyor Özgentürk. Zamanla uluslararası alanda kendini daha fazla ifade edebileceğine inandığı Türk Sineması’nda seyirci biraz biraz salonlarla barışmaya başlamış olsa da yine de oranları düşük buluyor. Sinema seyircisini, toplumun aktif insanları, oy atanları, gazete okuyan ve sosyal hayata dahil olanları olarak tanımlayan Özgentürk, tercihler ve yapım kaliteleri tartışılagelse de zamanla sinemanın üzerindeki ölü toprağını atacağını dile getiriyor. Tabii sırtımızı insanlığın yüzlerce yıldır biriktirdiği yaratılıcılığa ve kültüre dayarsak... İNSAN HİKÂYELERİ Senaryosunu da Özgentürk’ün yazdığı filmin çıkış noktası, Halil İnalcık’ın Sabancı Üniversitesi’nde, öğrencileriyle birlikte yürüttüğü ve daha sonra da kitaplaştırdığı bir araştırma. hafta?cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Miyase İlknur Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No.2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 0 212 251 98 7475 0 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle