16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sinema ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Atalay Taşdiken’in yönettiği filmde Elif Bülbül, Mehmet Bülbül, Mete Dönmezer ile Mustafa Uzunyılmaz rol alıyor. Filmde, babalarının yeni karısı onları istemediği için dedeleri Hasan’ın yanında kalan dokuz yaşındaki Ali ile kız kardeşi Ayşe’nin öyküsü anlatılıyor. Yüreği öfke dolu olsa da, Ayşe onları yanında istemeyen babalarını özlese de, komşuları onları besleme vermek istese de yaşına rağmen olgun bir çocuk olan Ali, hem ağabey, hem anne hem baba, hem de bir bilge olmaya çalışır. ? Kız KardeşimMommo ? Parti Tırtılları (Sunshine Barry and The Disco Worms) Thomas Borch Nielsen’in yönettiği animasyon filmi David Bateson, Heather Carino, Helle Dolleris ile Trine Dyrholm’un seslendiriyor. Solucan Barry’nin sıkıcı bir hayatı vardır, ta ki bir gün babası ona eski bir plâk hediye edene dek. Mükemmel dans eden Barry, senede bir düzenlenen şarkı yarışmasına katılmak için bir grup kurmaya karar verir. Ancak hayat, tempo tutmak kadar kolay değildir. Barry ve arkadaşları bir gün, yem niyetine topraktaki yuvalarından koparılıp alınıverirler. ? Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar (He’s Just Not That Into You) Yönetmenliğini Ken Kwapis’in yaptığı filmin başrollerini Ben Affleck, Jennifer Aniston ile Drew Barrymore paylaşıyor. ‘Sex and the City’nin yazarları Greg Behrendt ve Liz Tuccillo’nun çok satan kitabına dayanan film, 20’li 30’lu yaşlarında Baltimore’lu bir grup insanı konu alıyor. Söz konusu insanlar ilişki havuzunun sığ kısmından evlilik hayatının derin ve bulanık sularına doğru ilerlerken bir yandan karşı cinsin işaretlerini okumaya bir yandan da ‘istisna yoktur’ kuralına istisna oluşturmaya çalışıyorlar. ? Beverly Hills Çuvava (Beverly Hills Chihuahua) Yönetmenliğini Raja Gosnell’in yaptığı filmde Piper Perabo, Manolo Cardona, Eugenio Derbez ile Jamie Lee Curtis rol alıyor. Film yıldızlarının ve jet sosyetenin yaşadığı Los Angeles, Beverly Hills’te şımartılarak büyütülmüş Meksika kökenli küçük cins Çuvava türü bir köpeğin, güzel sahibesi tarafından Meksika’ya götürülmesi, bu yolculuk sırasında kaybolması ve evine dönebilmek için orada alelacele edindiği arkadaşlarının yardımına başvurması anlatılıyor. Yerli filmler vizyonda bir iyi, bir vasat Üçüncü Türden Yakınlaşmalar Güneş ve gölge avcısı 11. Selanik Uluslararası Belgesel Festivali bu yıl dünyaca ünlü Macar kökenli Amerikalı görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond’u (79) konuk etti. ASLI Close Encounters of the Kind’la (Üçüncü SELÇUK Third Türden Yakınlaşmalar/1977) filmiyle en iyi görüntü Oscar’ı kazanan, The Deer Hunter (Avcı/1979), The River (Nehir/1983) ve The Black Dahlia (2005) ile Akademi ödülü adayı olan, Michael Cimino, Brian de Palma, Robert Altman, John Boorman, Steven Spielberg, Woody Allen gibi yönetmenlerle çalışan Zsigmond verdiği ustalık sınıfında film yönetmeninin benzersiz sanatından, deneyimlerinden, ünlü yönetmenlerle işbirliğinden, altmışlı, yetmişli yılların Amerikan sinemasıyla bugünkü Amerikan sinemasının ayrımından söz etti. Sovyet Ordusu Macaristan’a girince bir ergen olan Vilmos öğrenimini sürdüremedi. Ailesi burjuva kökenli olduğu için bir fabrikada çalıştı, biriktirdiği parayla bir kamera aldı, işçiler için bir kamera kulübü kurdu. Vilmos’un bu tutumundan çok etkilenen görevliler onu Budapeşte’deki Tiyatro ve Film Sanatı Akademisi’ne yolladılar. Ekim 1956’da Vilmos, okul arkadaşı Laszlo Kovacs’la Sovyet tanklarıyla Budapeşteli vatandaşlar arasında çıkan çatışmayı görüntülediler. basını karşısına aldığını, Cennetin Kapısı’nın setine basını sokmayarak büyük bir hata yaptığını söyleyen Zsigmond bu filmden sonra da büyük stüdyoların yönetmenlerin elinden kurgu haklarını aldıklarını açıkladı: “Film 3 saat 20 dakikaydı, yapımcı stüdyo filmi satmak için 95 dakikaya indirdi, bu büyük hatadan ötürü film iş yapmadı. Cennetin Kapısı zamanının çok ötesinde bir filmdi. Şu an ekonomik krizin yükseldiği günümüzü çok iyi anlatıyordu. Yüzyılın başında kapitalizmin iyice filizlendiği, yıkıcı bir yoksulluğun anlatıldığı bu çalışmayı izleyici görmek istemedi.” Çalışırken çekimden bir gece önce yönetmene sahnesini nasıl görüntülemek istediğini soran Zsigmond ertesi güne hazırlıklarını yaptığını söyledi. Bazen de üç filmde birlikte çalıştığı (McCabe and Mrs. Miller/1970, Images/1971, The Long Goodbye/1972) Robert Altman’ın doğaçlama yaptığını, sete senaryosuz geldiğini belirtti. Bu hafta iki yerli işi yapım daha girdi vizyona... Biri basitliği kuşanarak sınıfını geçti, diğeri karman çorman örgüsüyle ALPER direkt çaktı. “Başka Çocukları”, TURGUT Semtin sırf oyuncularının üstün alperturgut.blogcu.com gayreti adına izlenebilir, “Dilber’in Sekiz Günü”nü ise kaçırmayın diyorum. Başka Semtin Çocukları, eski “Yeni Sinemacılar”dan ve dizi yönetmeni Aydın Bulut’un ilk uzun metrajlı filmi... Gazi Mahallesi’nde üç haftada çekilen filmin senaryosu, yönetmen Bulut ile oyuncu Serkan Turhan‘a ait. Başka Semtin Çocukları’nın görüntü yönetmenliğini Tolga Çetin, müziklerini ise Cem Yıldız üstlendi. Filmin kilit rollerinde; Volga Sorgu, Mehmet Ali Nuroğlu, İsmail Hacıoğlu, Ertan Saban, Eyşan Özhim, Bülent İnal, Özge Özder, Filiz Ahmet ve Avni Yalçın var. Başka Semtin Çocukları’nın en haşarı ve ele avuca sığmaz karakteri “Simo” ile Antalya’da en iyi oyuncu ödülünü kucaklayan Volga Sorgu resmen döktürüyor. Makedon aktör Ertan Saban da Güneydoğu gazisi Gürdal (harbi psikopat) ile müthiş bir iş çıkarıyor. Gazi Mahallesi’nde bundan 14 yıl önce yaşanalar nasıl unutulabilir? Varoş deyip geçilen yoksul mahalle kanla yıkandı, nice canlar yitti, nice hayatlar karardı. Bugün ise yaraları sarmak şöyle dursun devletin kolluk güçlerince adeta tahakküm alanına çevrildi. Mahallelinin iddiası şudur; “Kumar her yerde yasaktır, bizde serbest, uyuşturucu suçtur, burada helal. Yozlaşma, çürüme ve kirlenme... Tüm bu uygulamaların amacı, gençlerimiz politikadan uzak dursun, varsın serseri olsun diyedir.” hatırına (yapım için hazırlık 10 yıl sürmüş) hemen gerisin geriye yuttum. Alevi delikanlıyla Sünni genç kızın düşman çatlatıp şiddet doğuran sevdası, Güneydoğu’dan gelen askerlerin şahsında betimlenen garez kültürü, iliklerine dek siyasetle haşır neşir mahalle gençliğinin ıskalanması, en sona saklanan polisiye orijinli “katil kim” oyunu (iyi bir göz, tetikçiyi –filmin tam ortasında bulur), mafyaya bulaşan tipler, yeni hayat özlemi çekenler, sıkışmışlık ve çaresizlik hissiyle heder olan gençler... Saf, akıcı ve akılda kalıcı bir metin yerine, yan öykülerin çokluğu ve karakter bolluğuyla dikkat çeken bir karalama defterine meyletmek neden? Kaldı ki; bu şamata içerisinde, iyi oyunculukların getirdiği artı, karikatürize edilmiş, ayakları yere basmayan karakterlerin varlığıyla eksiye de dönüşebilir. Ve ilk seferini yapan treni yakalamak zordur, çoğu kez kaçırılır. Neyse sağlık olsun. Yeni seferlerini beklemesini de biliriz. Askeri operasyonlarda “kahramanlık” gösteren ve karşılığında bir ay erken terhis ile ödüllendirilen Semih, Gazi Mahallesi’ne döndüğü gün canından çok sevdiği kardeşi Veysel’in cenazesiyle karşılaşır. Semih, cinayete kurban giden biraderinin katil veya katillerini bulmak umuduyla dedektifliğe soyunur, Veysel’in yakın dostu Simo’nun iz sürücülüğünde... Öyküye, önce Semih ile aynı kaderi paylaşmasına karşın daha büyük hasar gören ve algısını kaybeden Gürdal, ardından da diğerleri katılır. Düşman, insanın bazen en uzağındadır bazen de en yakınında... Dilber’in Sekiz Günü ÖZGÜN VE ÇARPICI Zeynep, Ali ve Dilber... Sırasıyla kalp, akıl ve ruh... Zeynep ve Ali, kentli, Dilber ise taşralı... Yeni Sinemacılar’ın kurucularından senaristyönetmen Cemal Şan’ın nihayete eren üçlemesinde, Dilber’in Sekiz Günü, hiç kuşkusuz en tepe noktayı oluşturuyor. Mardin’in Nusaybin ilçesinde çekilen bu iyi kotarılmış, özgün ve çarpıcı film, diğer iki kardeşine inat olgun ve yetkin bir sinema dilini kuşanıyor ve ziyadesiyle alkışı hak ediyor. İzlemenizi öneririm. TRENİ KAÇIRAN BİR FİLM Peki, Gazi Mahallesi özelinde İstanbul’un varoşlarındaki “kayıp hayatları” resmetmek isteyen Başka Semtin Çocukları bunu ne ölçüde başarıyor? Şayet kendi sorumu yanıtlayacaksam; tereddütsüz “sınıfta kalmış” derim. Dilimin ucuna aslında birçok kelime geldi ancak biraz ilk filme hoşgörüyle yaklaşmak adına ve bariz emek YARATICI AYDINLATMA Aydınlatmayı çok sevdiğini, ışığın yaratıcılık gerektirdiğini vurgulayan Zsigmond “Sahnenin ruhunu, içeriğini aydınlatmayla yaratırsınız. Sabahın erken saatlerini, ışığın olağanüstü etkili olduğu, yapay aydınlatmanın gerekmediği o zamanı seçmelisiniz. Ben güneş ışınlarını, gölgeleri hemen avlarım. Her sahneyi doğru zamanda doğal ışıkta çekmeye çalışırım” dedi. Macaristan’da Batı filmlerini izlemediklerini, bir çok kez izlediği Orson Welles’in Yurttaş Kane’inden, Laurence Olivier’nin Hamlet’inden esinlendiğini, genelde siyahbeyaz çalışmaları sevdiğini vurgulayan aydınlatma ustası ışığı sinemada en önemli öğe olarak tanımladı. Çerçeve kompozisyonunun ikincil, içgüdüsel olduğunu belirten Zsigmond, Rembrandt, Caravaggio, Latour gibi ressamlardan çok şey öğrendiğini açıkladı: “Bu ressamların tabloları film sahneleri gibidir, Görüntü yönetmeni ise ressam gibidir. Fırçalar, boyalar, tualler yerine görüntü yönetmenleri kameralar, objektifler, helikopterler, steadicamler kullanırlar.” Kişisel bir biçemi olmadığını, bilinçli olarak bunu yapmayı reddettiğini söyleyen Zsigmond “Önemli olan filmin özgün biçemine görüntü çalışmanızı uydurmaktır” dedi. Şiddet, kan içeren filmlerden hiç hoşlanmadığını, Vietnam Savaşı’nı anlatan, ağır bir şiddet içeren Avcı’da zorlukla çalıştığını betimleyen Vilmos Zsigmond “Neden günümüzde anlamsız şiddet içeren çok sayıda film çekiliyor hiç anlamıyorum doğrusu. İnsanlar niye gidip bu acımasız filmleri izliyorlar onu da anlamış değilim. Özel efektleri de sevmiyorum. Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’da öykünün içeriğinden dolayı kullanmamız gerekti. Küçük, insancıl öyküleri, aşk,sevgi öykülerini yeğliyorum” diyen Vilmos Zsigmond’un unutulmaz görüntüleri arasında Deliverance (Kurtuluş/1971), Scarecrow (Korkuluk/1972), The Ghost and the Darkness (1995), Cassandra’s Dream (Cassandra’nın Rüyası/2006) yer alıyor. AMERİKAN YENİ DALGASI Kasım 1956’da Avusturya’ya giden iki arkadaş, Mart 1957’de Amerika’ya politik sığınmacı oldular. Seksen iki film çekmiş olan Vilmos Zsigmond ABD’deki ilk yılların çok zorlu geçtiğini vurguladı: “Yaşamak için bebek fotoğrafları çektim, doğumgünlerinde, vaftiz törenlerinde çalıştım. Üstelik İngilizce de bilmiyordum, İlk büyük filmimde çalışmak için on yıl bekledim. Laszlo’yla birlikte birbirimize işler bulduk, dayanışma yaptık. Doğru zamanda, doğru yerdeydik. Altmışların sonu, yetmişlerin başı Amerikan Yeni Dalga Sineması’nın doğumuydu. Yeni yönetmenler, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni, Fransız Yeni Dalgası’nı çağrıştıran bağımsız filmler yapmaya giriştiler.” Yetmişlerle günümüz Amerikan sinemasını karşılaştıran Zsigmond yetmişlerin sonuna dek yeni dalganın altın çağını yaşadığını, o yıllar yönetmenin setin tek kralı olduğunu, Julie Christie, Gene Hackman, Al Pacino gibi büyük oyuncuların bu bağımsız yapımlarda oynamaktan alabildiğine hoşnut olduklarını, ev kiralarını ödeyecek kadar ücret aldıklarını açıklayan görüntü ustası oysa günümüzde on milyon doların altında ücret alan bir oyuncunun mutsuz olduğunu, filmin tanıtımıyla birlikte starların yirmi milyon dolar istediklerini vurguladı. Tüm bu aşırılık, dev bütçeler karşısında 8 Oscar alan Slumdog Millionaire’in (Milyoner) başarısını tam bir mucize olarak niteleyen Zsigmond, önemli ve olağanüstü bir film çekmek için büyük harcamalar gerekmediğini, sinemada önemli tek şeyin yetenek, yaratıcılık olduğunu belirtti. Avcı ve Heaven’s Gate’te (Cennetin Kapısı/1979) çalıştığı Michael Cimino’nun Avcı’yı sağcı bir film olarak nitelendiren solcu Başka Semtin Çocukları Dilber’in Sekiz Günü’nün görsel yönetmeni Cengiz Uzun... Müzikler ise Nail Yurtsever’e ait. Başrolleri sırtlayan Azeri kökenli aktris Nesrin Cavadzade ve aktörmüzisyen Fırat Tanış ise dörtdörtlük oyunculuklarıyla göz kamaştırıyorlar. Not; vizyona giremeyen “AliSakın Arkana Bakma” ile “Muhallebicinin Oğlu”nu çeken, “Uçurtmayı Vurmasınlar” ve “Piyano Piyano Bacaksız”da yönetmen yardımcılığı, “Dönersen Islık Çal” ve “Işıklar Sönmesin”de senaristlik yapan Şan’ın (aynı zamanda karikatürist) son yönettiği filmin adı ise “Acı”... Doğu’da güneşin kavurduğu kıraç bir köy... Yoksul insanları, virane evleri ve aşksız bir hayatı dayatan töreleriyle... Köyün en güzel kızı Dilber, çocukluk aşkı Ali ile mutlu bir yuva kurmanın hasretiyle yanıp tutuşurken bir kara haber gelir. Ali’nin babası, oğlunu uzun yıllar önce söz verdiği üzere yakın bir dostunun kızıyla evlendirecektir. Söz ağızdan çıkmıştır bir kez, geri dönüşü yoktur. Dilber’in dünyası yıkılır, isyanı büyür. Elinde orağıyla peşinde köy halkıyla Ali’nin kapısına dayanır. Ali’nin babası ürkse de kararından vazgeçmez (Ali ise hükmü boyun eğerek onaylamıştır), şimdi yemin etme sırası Dilber’dedir. Der ki; “beni isteyen ilk adamla evleneceğim.” Sonra kendisini ahıra kapatır, yemekten içmekten kesilir. Kasabadaki okulda hademelik yapan topal Mehmet, Dilber’i isteyen ilk adam olmak için köye gelir. Topal diye kimse ona kız vermeyince garibim Mehmet, çevresinde “Allah’ın emri peygamberin kavliyle” diyecek tek bir adam bile bulamaz. O da Dilber’i tek başına istemek zorunda kalır. Dilber’in inadı galip gelir ve ailesi, kızlarını Mehmet’e verir. Yeni evli çift, yanlarına Dilber’in çeyizini tıkıştırdığı küçük bavulu alarak kasabaya dönerler. Mehmet’in nasıl bir adam olduğunu (iyi veya kötü) uzun bir süre anlamayız. (Tanış’ın harika oyunculuğunun katkısıyla) Kıza acaba ne zaman zalimlik yapacak diye düşünürken yavaş yavaş altın kalpli Mehmet ile tanışırız. Gün geçtikçe Dilber’in çekingenliği biter, kendisi için pervane olan kocasını sevmeye başlar. Sekizinci gün Ali çıkagelir, o zamana dek susan delikanlı şimdi Dilber’i alıp götürmek istemektedir. Kara mizah yanı başımızda Canlandırma sinemasının ustalarından Bill Plympton geçen hafta İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin konuğuydu. Festival kapsamında beş filmi gösterilen Plympton ustalık sınıfı dersleri de verdi. Dünyaca tanınan SELCEN ABD’li çizer, Portekiz Cinanima Canlandırma Festivali’nde En İyi Canlandırma Ödülü AKSEL Film kazanan son uzun metrajlı filmi “Idiots and Angels”ı (Ahmaklar ve Melekler) “Bugüne kadar yaptıklarımın içinde en aklı başında olanı” diye tanımlıyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Daha önceki uzun ve kısa metrajlı bazı filmlerimde şiddet ve seks çok daha baskındı. Ama ‘Idiots and Angels’ın öyküsünü daha çok iç dünyamdan yola çıkarak yarattım. Film ruhunu arayan birini anlatıyor; duygu ve düşünce dünyasına odaklanıyor bireyin.” Plaympton sırtında kanatlar çıktığı için insanlara iyilik yapmaya başlayan bencil ve küfürbaz bir adamın öyküsünü anlatan bu filmin sevilmesinden çok memnun: “Önceki filmlerim de mizah ağırlıklıydı, seks, şiddet gibi unsurlar öne çıkıyordu. İzleyici bunu daha insani buldu, benim için de ‘artık büyüdü’ dediler. Evet, Idiots and Angels’da daha çok ‘ben’ varım, diğerlerinde egemen olan çılgın bir mizah anlayışıydı.” Plaympton’ın buna yakın çizgide olacağını söylediği yeni filmi, başta deliler gibi severken birbirlerini öldürme noktasına gelen iki aşığın öyküsünü konu alacak. Küçücük bir kıskançlıkla başlayan olaylar dizisi ve birinin diğerini, bu büyük tutkuyu yok ettiği için öldürmek istemesi söz konusu. Plaympton “Kara mizah” diyor, “her zaman yanı başımızda”. Plaympton’ın Türkiye’ye ikinci gelişi. Türkiye’deki çizerlerin kendi yollarını çizmeleri gerektiğini düşünüyor. Ve ekliyor: “Bence ABD’de canlandırma sanatında belli tiplemeler egemen. Oysa farklı bakış açılarına ihtiyacımız var. Bu nedenle buradayım ben de. Gençlerle bir arada olmayı seviyorum, ve onların kendi filmlerini yapmalarına, kendi kültürlerinin dilinden konuşmalarına katkıda bulunmak istiyorum.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle