23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sinema ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Largo Winch Jerome Salle yönetmenliğindeki filmde Tomer Sisley, Kristin Scott Thomas, Miki Manojlovic ile Melanie Thierry rol alıyor. İş adamı Nerio Winch yatının yakınlarında boğulmuş olarak bulunur. Dünya çapında 400 bin çalışanı olan W Group’un kurucusu ve en büyük hissedarı Winch’in ölümü şüphe uyandırır. Ünlü iş adamının ailesi yoktur ancak Nerio’nun 26 yıl önce Bosna’da bir yetimhaneden evlat edindiği ortaya çıkar. Bu çocuk, Largo, Adriyatik kıyılarında balıkçılık yapan bir aile tarafından gizlilik içinde yetiştirilmiştir. Largo Winch isyankar ve mücadeleci bir ruha sahiptir. Ancak genç adam masum olduğunu iddia etmesine rağmen uyuşturucu ticareti yaptığı gerekçesiyle Amazon’daki bir hapishanede tutulmaktadır. 26 yaşındaki Largo henüz haberi olmasa da global bir ticaret imparatorluğunun varisidir. ? Despero Sam Fell, Gary Ross ile Rob Stevenhagen’in yönettiği animasyon filmi Robbie Coltrane, Ciaran Hinds, Dustin Hoffman ile Kevin Kline seslendiriyor. Dor krallığında insanlar keyifli bir hayat sürerken, meydana gelen bir kaza Kral ve Prenses acıya boğulur. Ülke halkı da umutsuzluğa sürüklenir. Her yer kasvetli gri renge bürünür. Ta ki Despero doğuncaya dek. Ufak tefek bir fare olan Despero Tilling, beraber yaşadığı diğer ürkek farelere kıyasla fazla cesurdur. Üstelik çok da meraklıdır. Dünyaya geldiği andan itibaren kocaman kocaman açtığı gözleriyle herşeyi keşfetmeye çalışırken kocaman kulaklarıyla da yeni hikayeler dinlemeye bayılır. Zamanla Despero, dış görünüm önemli olmadığını tüm dünyaya öğretir. ? Inkheart: Mürekkep Yürek (Inkheart) Yönetmenliğini Iain Softley’nin yaptığı filmin başrollerini Brendan Fraser, Paul Bettany, Helen Mirren ile Eliza Hope Bennett paylaşıyor. 12 yaşındaki Meggie, tıpkı babası Mortimer gibi bir kitap kurdudur. İkisinin de yüksek sesle kitap okudukları zaman, kitapta yazanları canlandırıp gerçek dünyaya getirme yeteneği vardır. Fakat kitap sayfalarından çıkan her karaktere karşılık, biri kitabın içine kaçmaktadır. Meggie’nin annesi de 10 yıldır Inkheart adlı kitabın içindedir. Mortimer ve Meggie her yerde bu kitabı arar. Güz Sancısı, yürek yangını... “Güz Sancısı”, 6–7 Eylül 1955’te İstanbul’u yaralayan utancı ve imkânsız bir aşkı resmediyor. Farklılığı hazmedemeyen büyük kin, körüklendikçe durdurulamayan milli galeyan, ihanet, entrika ve yağma... Güz Sancısı seyredilmeli, kirli bir ALPER geçmişe inat, tertemiz bir gelecek TURGUT istemeyi unutmayarak... “6–7 Eylül Olayları”, Demokrat alperturgut.blogcu.com Parti’nin körüklediği büyük bir utancın adıdır ve Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Kıbrıs, Selanik, bir yalan haber (İstanbul Ekspres) ve tam tekmil provokasyon... Yıl 1955... 6 Eylül’ü 7’sine bağlayan gece, çapulcuların uğursuz yağmasını da beraberinde getirdi. Sıkıyönetim ilanına dek İstanbul, talan yerine çevrildi. Biri papaz, üç yurttaş yaşamını yitirdi, 30 kişi yaralandı. “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak” diye bağıranların yol açtığı olaylar çığırından çıkmıştı ve bilanço gerçekten ağırdı; 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, bir fabrika, 3 bin 584’ü Rumlara ait olmak üzere 5 bin 538 ev ve işyeri yakılıp yıkıldı. Yıllar sonra (1991) eski Özel Harp Dairesi Başkanı emekli orgeneral Sami Yirmibeşoğlu, “...6– 7 Eylül de bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı...” dese ve hatta sorumlular arasında MİT’in de adı geçse de (2005), o netameli günlerde ilk suçlananlar, her zaman ki gibi günah keçisi komünistler olmuştu. Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, Dr. Müeyyet Dosdoğru, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Can Boratav, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, İlhan Berktay gözaltına alınıp, tutuklandılar. Hepsi tepeden tırnağa masumdular ve zaten mahkemede “delil yetersizliğinden” beraat ettiler. Yok yere 9 ay (5 ayı hücrede) cezaevinde yatan Aziz Nesin durumlarını “ipten döndük” diye özetliyordu. neleri değiştirir, bilen bilir... Kıbrıs’ta Türklerin öldürülmediğini söyleyip, EOKA’yı unutursan, polemiğe davetiye çıkarır ve aynı zamanda tarafgirlikle de suçlanırsın. Olayların patlak verdiği belalı geceye giden süreç ise daha incelikli, daha ayrıntılı işlenebilirdi. Böylelikle olayların içinde sadece üniversite öğrencileri yer aldı sonucu çıkmaz, çapulcuların, yağmacıların asıl kimliği daha da belirgin hale gelirdi. Şimdi senaryodaki eksiklikler ve tutarsızlıklar dışında, Güz Sancısı’nı iyi bir film olmaktan alıkoyan diğer aksaklıklara geçelim. Bir kere bu bir sinema filmi, TV dizisi değil. İkincisi oyuncu seçimi... Beren Saat’in canlandırdığı çocuk gibi konuşan fahişe karakteri, aşırı yapmacık ve ziyadesiyle itici... Her türlü duyguyu kuşanması gereken diğer başrol oyuncusu Murat Yıldırım ise donup kalmış gibi... Ben en çok Okan Yalabık ve İlker Aksum’u beğendim. Filmin sloganı şu; “Ağlama, ağlarsan sihir bozulur”... Beklentimiz büyüktü, belki de bu yüzden bozulan sihir değil sinirler oldu. Güz Sancısı’nı verilen büyük emek hatırına izleyin, beğenip beğenmemek sizlere kalsın. Haksızlığa direnmek Oyuncuyönetmen Clint Eastwood ülkesi Amerika’yı keşfini geçmişten gelen bir karakterle Christine Collins’in inanılmaz öyküsüyle sürdürüyor. Filmlerinde çoğu kez yozlaşma, adaletsizlik, ölüm, çocuk tacizi, savaş gibi acı dolu, sarsıcı konuları işleyen Eastwood, son ASLI çalışması Changeling’te SELÇUK (Sahtekar/2008) 192835 yılları arasında Los Angeles’ta yaşanmış gerçek bir öyküden yola çıkarak günümüz ABD’nin eleştirel bir portresini yeniden çiziyor. On Mart 1928’te Los Angeles’ta işçi sınıfının yaşadığı kenar mahallelerde oturan santral memuresi bekar anne Christine Collins (Angelina Jolie) her günkü gibi işe gitmek için evden çıkmadan önce dokuz yaşındaki oğlu Walter’la (Gattlin Griffith) vedalaşır. Akşam eve döndüğünde Walter evde yoktur. Polis Walter’ı aramaya girişip yoğun bir iz sürme çalışması başlatır. Küçük çocuk hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştur. Beş ay sonra polis Christine’e oğlunu bulduklarını söyler. Çocukla karşılaşan Christine onun oğlu Walter olmadığını hemen anlar ancak saygınlığını kurtarmak isteyen polis, anne ile oğulun kavuşmasını başarı kanıtı olarak medyatik bir olaya dönüştürür. Yüzlerce gazeteci, fotoğrafçı, polis içinde şaşkınlaşan Christine’e verilen çocuksa kesinlikle oğlu Walter değildir. Bulunan çocuğu belediyeye geri vermek isteyen, yetkilileri suçlayan Christine’in tutumu adı rüşvet olaylarına karışmış Los Angeles polis şefi yüzbaşı Jones’u (Jeffrey Donovan) öfkelendirip çileden çıkartır. başlayan dram 1935’e dek uzanıyor, oğlunu bulmaya çalışan bu güçlü, pes etmeyen annenin zorlu savaşımını izliyoruz, bu süreç akıl hastanesi, mahkeme bölümlerini kapsıyor. Usta yönetmen konunun ötesine geçerek bir vicdan sorgulamasına girişiyor: Bu dünya nasıl bir yer ki yönünü şaşırmış bir çocuk annesi olmayan bir kadına anne diyebiliyor, yasayı temsil edenler masumları gözaltına alıp işlemedikleri suçları itirafa zorluyorlar!... Yirmilerin sonu, otuzların ortası Amerika’sı bugünkü Amerika’yı çağrıştırıyor aslında. Eastwood’da birçok yönetmen gibi geçmişi anlatarak günümüze göndermeler yapıyor. Christine Collins rolünü Angelina Jolie çekinerek kabul etmiş: “Çekimden birkaç ay önce annemi yitirdim. Annem Marcheline, Christine’e çok benziyordu, onu canlandırırken sanki annemle yeniden birlikte oldum. Güçlü Bir Yürek’ten sonra yeniden bir dramda oynamak istemiyordum” diyen Jolie rolü, öykünün günümüz Amerika’sına göndermeler içermesinden, Eastwood’a olan tam güveninden ötürü üstlenmiş. İSTANBUL’UN GÖZYAŞLARINA DAİR Hazan mevsimi, kuşkusuz en hüzünlü aylara gebedir, hele ki Eylül... İşte 1955 yılında sararan yaprakların ardına gizlenen şehirlerin en güzeli İstanbul, büyük bir utanç içindeydi. Asırlardır çok sesliliğe yataklık eden bu kent, belki de en çok 6 Eylül gecesi döktü gözyaşlarını... İstanbul’da Hukuk Fakültesi’nde asistanlık yapan Behçet, kanlı olayların tezgâhlandığı “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”nin faal bir üyesidir. Çocukluk arkadaşı Suat ise sol cenahtan idealist ve delifişek bir gençtir. Onların dostluğu, ihanet ile sarsılmak üzeredir. Behçet’in babası toprak ağası Kamil Efendi, Antakya’nın en güçlü adamıdır ve Demokrat Parti üzerinde büyük bir söz sahibidir. Baba dostu cemiyet yöneticisi Kenan Bey ise yakında Behçet’in kayınpederi olacaktır. Arkasındaki iradeden gücünü alan Kenan Bey, sağ kolu İsmet ve üniversitedeki adamı Ferit aracılığıyla karanlık işler çevirmektedir. Aşırı milliyetçi Behçet ile sola sempati besleyen nişanlısı Nemika, gözlerini kan bürümüş aile büyükleri tarafından uçuruma sürüklenmektedirler. Ancak Nemika’nın gönlü Suat’ta, Behçet’in gönlü de komşusu hayat kadını Elena’dadır. Olaylar tırmanmaya başlarken Behçet ve Elena’nın aşkı da harlanır. Kamil Bey, oğlu Behçet’i geleceğe hazırlamak istemektedir, tek ses ve tek rengin hâkim olacağı Türkiye’nin başında görmek umuduyla... Ancak Suat’ın katli ve Elena’ya duyduğu büyük aşk Behçet’in gözünü açar, ancak artık çok geçtir. MÜBADELE, VARLIK VERGİSİ VE 6–7 EYLÜL OLAYLARI “Güz Sancısı”, eski devlet bakanı ve yazar Yılmaz Karakoyunlu’nun 1992 yılında Türkiye Yazarlar Derneği Roman Ödülü’nü kazanan aynı adlı eserinden uyarlandı. Yönetmen Tomris Giritlioğlu’nun, 6 yıl önce başlayıp maddiyatsızlık nedeniyle çeşitli kereler ertelediği Güz Sancısı’nın senaryosu, Etyen Mahçupyan ve Nilgün Öneş tarafından kaleme alındı. İlk filmi “Suyun Öte Yanı” (1991) ile mübadeleyi, yine Yılmaz Karakoyunlu’nun Yunus Nadi Roman Ödülünü kazanan eseri “Salkım Hanım’ın Taneleri” (1999) ile varlık vergisini, “Güz Sancısı”yla da 6–7 Eylül Olayları’nı irdeleyen Giritlioğlu, böylelikle tematik üçlemesine noktayı koymuş oluyor. Güz Sancısı, yaklaşık 2500 figüranın görev aldığı, döneme uygun kostüm, araç, dekor, aksesuar ve mekanlarıyla büyük bir prodüksiyon... Güz Sancısı’nın görüntü yönetmenliğini ise, Derviş Zaim’in “Nokta” filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nden ödülle dönen Ercan Yılmaz üstlendi. Kurgu Ulaş Cihan Şimşek’e, müzikler Tamer Çıray’a ait. Başrollerde, “Araf”tan sonra ikinci filmini çeken Murat Yıldırım ve ilk kez beyazperdede izleyeceğimiz son dönem dizilerinin gediklisi Beren Saat var. Ve diğerleri; Okan Yalabık, Belçim Bilgin Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt, Avni Yalçın... Usta aktör Tuncel Kurtiz ve 21 yıl sonda beyazperdeye dönüş yapan ünlü tiyatro oyuncusu Zeliha Berksoy ise filmin artıları... Saf kötülük, ihanet, açgözlülük ve milli galeyan... Ve biri daha ön planda tutulan iki kara sevda hikâyesi... Güz Sancısı, bıçak sırtı bir konuyu fon alan, romantik, politik ve kısmen didaktik bir film... Tek cümle ERKİN KARŞISINDA 1920’lerin yozlaşmış Los Angeles’ında erkin karşısında direnen Christine Collins’te güçlü bir yorum sunan Jolie, ABD’nin yırtıcılıkta ve mülkiyette dünyada bir numara olduğunu, Amerikan hükümetinin bencil ve her olaydan korkan bir hükümet, Bush’un tam bir ulusal felaket olduğunu vurguluyor. Clint Eastwood, Hollywood’un Altın Çağı’nın oyuncuları Katharine Hepburn, Ingrid Bergman, Bette Davis, Susan Hayward’da benzettiği Angelina Jolie’yle çalışmaktan son derece hoşnut: “Olağanüstü bir oyuncu. Yirmilerin güzelliğini, havasını yansıtan ender bir görünümü var. Rolüne çok iyi hazırlandı. Çok zeki, güdüleri çok güçlü” diyen yönetmen Jolie’nin yaygın ününün onu engellemediğini tam tersine ünüyle oyunculuğunun arasına hiçbir şey sokmadığını, objektifin sevdiği gerçek yıldızlara özgü bir büyüsünün olduğunu belirtiyor. Sahtekar’da Eastwood, ortak belleğin kolayca unutmuş olduğu Christine Collins’in gerçek öyküsünü, yasa(!) ile amansız savaşımını, geçiştirilmiş sorgulamaları, yozlaşmış polis gücünü, devletin sürekli örtbas edilen yalanlarını gözler önüne seriyor. Televizyon dizisi Babylon 5’in yazarı, eski gazeteci J. Michael Straczyniski, Sahtekar’ın senaryosunu yakılmadan önce Los Angeles belediye arşivinin belgelerinden okuyarak yazmış. Christine Collins’in yedi yıllık caymaz karşı koyuşu eyaletin yasa sisteminin değişmesini, kente daha dürüst, daha çağdaş bir düzen gelmesini sağladı. Çürüme, rüşvet, yargı, yasa, güce boyun eğmemek, şiddet, direnç, onur, umut olgularını tartışan Changeling (Sahtekar) 30 Ocak’ta sinemalarımızda gösterimde. ABD’YE GÖNDERMELER Hiç kimsenin kendisini sorgulamasına alışık olmayan, üstelik bir kadının direnişiyle karşılaşan Jones, Christine’i dengesizlikle, kötü annelikle suçlayıp akıl hastahanesine kapattırır. O yıllarda özellikle kadınlara uygulanan cezaya göre polisçe toplum için sakıncalı sayılan biri herhangi biri yasal süreçten geçmeksizin tutukevine ya da psikiyatrik gözetime gönderilebiliyordu. Christine oğlunu aramayı sürdürürken yozlaşmadan ötürü polis devletine dönüşen Los Angeles yetkililerince sürekli aşağılanır. Başına ne gelirse gelsin oğlunu bulma tutkusundan asla vazgeçmez. Kadınlara eşit haklar verilmeyen bir dönemde yoksul insanların özlediği bir kahramana dönüşen Christine’in onurlu karşı koyuşu Clint Eastwood’u çok etkilemiş: “Bu kadının tek başına savaşımı beni derinden sarstı. Sadece oğlunun kaybına direnmekle kalmıyor dönemin yozlaşmış yasa gücüne de kafa tutuyor. Bu gerçek bir öykü, diyalogların çoğunu mahkeme kayıtlarından çıkardık, o günkü gazete haberlerinden alıntı yaptık.” Sahtekar karakterlerin analizinden, beklenmedik olaylardan, ani değişikliklerden, gizemlerden, gerilimlerden oluşuyor. 1928’te Kertenkele Abdullah beyazperdede Hrant Dink’in bir yazısında yer verdiği ‘Kertenkele Abdullah’ın hikayesi’ beyaz perdede. Kertenkele isimli Kısa Metraj Kurmaca filmin yönetmenliğini Özgür E. Arık yaptı. “X” (2007), Time Piece A Blind Light (2006), Ayrılığa Düğün (2003), Rıbat (2001) ve Suyla Yiten (2000) gibi filmlerin yönetmenliğini de yapmış olan Arık, çeşitli yurtiçi ve yurtdışı festivallerde ödüller kazandı. 27 Ocak Salı günü Saat: 21:00’de Beyoğlu Sineması’nda ilk gösterimi yapılacak olan filmin ekibi, Kertenkele’yi Hrant Dink anısına, “Bu ülke kardeşlik toprağı oluncaya kadar” diyerek sunuyor. 19 Ocak 2001 tarihinde katledilen Hrant Dink’in bir yazısında aktardığı ‘Kertenkele Abdullah’ın hikayesi’ filmin temelini oluşturmuş. Kertenkele ekibi, 19 Ocak günü ülkenin vicdanında açılan büyük boşluğun hâlâ ortada durduğunu vurguluyor: “Hrant Dink artık yok, ama açılmış olan yara hâlâ üşüyor, hâlâ acıtıyor. Hrant Dink inandığı değerler uğruna mücadele veren önemli bir aydındı. Bu mücadelenin ne denli çetin olduğu açık; kardeşlikten, eşitlik ve özgürlükten yana söz söylemek ağır işçilik sayılmalı bu ülkede. Ve bu topraklar üzerinde yüzyıllardır birlikte yaşamış halkların, emekten yana, barış içinde bir yeni hayatı, yine hep birlikte kuracaklarına olan inanç, her geçen gün daha da güçlenecek, güçlenmeli.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle