Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Sinema ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Peter Morgan’ın yönettiği Boleyn Kızı’nda başrolleri Natalie Portman, Scarlett Johansson, Eric Bana ile Jim Sturgess paylaşıyor. Mary Boleyn, on dört yaşında, masum bir kız olarak kraliyet sarayına geldiğinde Kral VII. Henry’nin gözlerini kamaştırır. Kralın sonsuz ilgisinin yanı sıra Mary’nin krala olan aşkı da her geçen gün artar. Apaçık yaşanan bu aşkın beraberinde sarayın taçsız kraliçesi olarak görülmeye başlanır Mary. Zamanla kralın ilgisini kaybetmeye başlayan Mary, karşısında rakip olarak kardeşi Anne’i bulacaktır. Ailesinin hırslı oyunlarında bir piyon haline gelmiş olduğunu ve saray hayatının tehlikeli entrikalarını fark eden Mary, ailesinin isteği üzerine kardeşinin krala yakınlaşmasına yardım eder ve olanları soğukkanlılıkla izlemeye devam eder; Anne’i kraliçeliğe götürecek yolda bile sesini çıkarmayacaktır. Mary’nin krala karşı tutkulu aşkı ve Anne’in içten sevgisi arasında rekabet artarken, İngiltere de bu ikircikli aşkın ortasında ikiye bölünme yolundadır. Dramatik bu ilişkiler ağına rağmen sadakat ve gücü yine de birbirlerinde bulan Boleyn kızlarının birbirine olan bağı, geride bıraktıkları dağılmış bir ülke, tatminsiz bir aile ve tükenmeyen aşklarına rağmen artar. Onları nasıl tehlikelerin beklediği ise kralın insafına kalacaktır. ? Boleyn Kızı (The Other Boleyn Girl) (Indiana Jones And The Kingdom Of The Crystal Skull) Indiana Jones filmleri 14 dalda Oscar ödülü adayı olmuş ve yedi oscar ödülü kazanmıştı. Bu hafta 19 yıl aradan sonra 185 milyon doları geride bırakan yapım bütçesiyle Indiana Jones Kristal Kafatası Krallığı vizyona giriyor. Steven Spielberg’ün yönettiği filmde Harrison Ford, Shia LaBeouf, Karen Allen ile Jim Broadbent rol alıyor. Indy ve yakın dostu Mac, uzaklardaki bir hava meydanında Sovyet ajanlarıyla sıcak temastan güç bela kurtulmayı başarmışlardır. Şehir dışına çıkan Indiana, genç Mutt ile tanışır. Mutt’a yardım ettiği takdirde büyü, batıl inanç ve korkunun efsanevi objesi olarak tanınan Akator’un Kristal Kafatası’nı ele geçirebilecektir. ? Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı Haneke, şiddetin pornografisine 1997’de Michael Haneke, Funny Games (Ölümcül Oyunlar) filmiyle Cannes Film Festivali’nde yarıştığında büyük bir şok yaratmıştı. Bunu olağan karşılayan yönetmen “Çok doğal. Suratınıza tokat atıldığında tepki gösterirsiniz” demişti. Avusturyalı Haneke önceki üç çalışmasında (Yedinci Kıta/1989, ASLI Benny’nin Videosu/1992, Tesadüfi Bir 71 Parçası/1994) aynı temayı, SELÇUK Kronolojinin 20. yüzyılın yükselen bayalığıyla, 21. yüzyılda medyanın daha da oburca pompaladığı şiddetle aramızdaki garip ilişkiyi sürekli işleyerek izleyiciyi uyarmakta. İlk çevriminden on yıl sonra filminin tıpkı yapımını gerçekleştiren Haneke, sinemasıyla şiddeti tam bir tüketim maddesine dönüştüren Amerikan toplumunu doğrudan odağına alıyor. Küçük burjuva bir Amerikan ailesi kırsal konutlarında iki psikopat gencin kurbanları oluyor. Yürekli, çarpıcı, vurucu bir anlatımla Hollywood’un aşırı şiddeti nasıl tecimsel bir olgu gibi göklere çıkardığını, pohpohladığını görüyoruz. Rahatsız edici, ürkütücü bir köktencilikle “Bu oyunda çok eğleniyoruz, çok iyi vakit geçiriyoruz. Daha da fazlasını ister misiniz?” diyor. 2007 yapımı Funny Games U. S.’in (Ölümcül Oyunlar ABD) on yıl önceki filme göre daha güncel, daha ilgi çekici olduğunu düşünen Haneke “Medyada şiddet pornografisi sınır tanımıyor. Önce filmime yeni ögeler koymayı düşünmüştüm, sonra tümüyle vazgeçtim” diyor. İlk çalışmasının şiddet sinemasının en büyük tüketicileri olan Amerikalı izleyiciye ulaşmamasından ötürü düş kırıklığına uğrayıp kare kare aynısını tipik bir Amerikan evinde İngilizce çeken yönetmen bile bile filmini Funny Games U.S. olarak adlandırmış. Bu kez oyuncu kadrosunu Naomi Watts, Tim Roth, Michael Pitt gibi uluslararası ünlü isimlerden kurmuş. Yönetmenin kurgusu onayını alan, Naomi Watts’ı da kadroya katan Haneke filminin yeniden çevrimini bu koşulla yapmayı kabul etmiş. Mulholland Yolu ve 21 Gram’da Watts’ı izleyen Haneke oyuncunun güzel, sempatik, yaralanabilir yanıyla başrol için ideal seçim olduğunu belirtiyor. Watts ve Roth, ilk versiyondaki Susanne Lothar ve Ulrich Mühe’nin yorumlarına benzer oyunculuklar sunuyorlar. karşı Kimsesizliğin kırılganlığı acıtacak “Yetimhane”, korku filmi diye başlayıp bizi ters köşeye yatıran, özgün, dokunaklı ve iyi kotarılmış bir yapım. Kimsesizliğin kırılganlığı, göz göre göre yitirmenin acısı, bir annenin sonsuz sevgisi ve en derinlerde soluklanan ıstırap ancak bu kadar güzel betimlenir. Seri katil orijinli, polisiyegerilim kırması “88 ALPER Dakika” ise kurt aktör Al TURGUT Pacino’nun bile kurtaramadığı film kılıklı bir garabet. Pek çok şey bekleyip, hiçbir şey alamamak sözün kısası… Yetimhane’nin (El Orfanato) yönetmeni Barselonalı Juan Antonio Bayona henüz 33 yaşında… 30 kısa film ve video klipin ardından uzun metrajlı yapıma el atması, hayırlı olmuş. Özellikle ünlü Meksikalı yönetmen ve senarist Guillermo Del Toro’nun (Pan’ın Labirenti, Hellboy, Blade 2), Yetimhane’nin yapımcılık koltuğuna oturması, filmin türdeşleri arasından sıyrılmasını sağlamış. Filmin oyuncuları da müthiş… Madridli aktris Belen Rueda, Şilili bir babadan olma İspanyol bir anneden doğma yetenek abidesi Alejandro Amenábar’ın yakın tarihli güzellemesi İçimdeki Deniz’de (Mar Adentro) rol almış ve amansız bir hastalığa mahkum Julia ile göz kamaştırmıştı. Yetimhane’nin çekimlerinde aşırı efor sarf eden Rueda’nın (mimar ve eski model) 8 kilo verdiğini belirtelim. Sinema dehası Charlie Chaplin‘in (Şarlo) kızı Geraldine Chaplin’de filmde harikalar yaratıyor. O dile kolay, Doctor Zhivago‘dan (1965) bu yana 100’ü aşkın yapımda görev aldı. Yetimhane’nin özellikle yaz aylarında beyazperdeye yapışıp kalan korkugerilim müsveddeleriyle alakası yok. 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin “Geceyarısı Çığlığı“ kuşağında da gösterilen bu film, aday olduğu 53 ödülden 30’unu kapmasını bildi. Sırlarla dolu, kırılgan, dramatik ve sevgiye dair güzel bir film izlemek isteyenler, Yetimhane’yi (30 Mayıs’ta vizyonda) kaçırmasınlar. çeviren Simon, dış dünyayla ilgisini keser ve görünmez arkadaşlarıyla birlikte Laura’yı tedirgin eden oyunlara katılır. Carlos’un kavrayamadığı, Laura’nın Simon’u kaybetme korkusunun gerçeğe dönüşmekte oluşudur. Bildik, tanıdık oyunlar ve oyuncular, Laura’nın hayatını altüst etmeye yeter. Güzelim hatıralar kabusa dönüşmektedir. Simon’un yeni dostları, Laura’yı dehşete düşürür. Çünkü onlar, yetimhane günlerini paylaştığı arkadaşlarıdır. Sonra Simon ortadan kaybolur, canı yanan anne, geçmişe ait kanlı ve karanlık gizemi aydınlatmaya girişir. 88 DAKİKA’LIK EZİYET… Gelelim ikinci filmimiz 88 Dakika’ya (88 Minutes)… Yaralı Yüz’de Tony Montana, Baba külliyatında Don Michael Carleone, Şeytanın Avukatı’nda John Milton… Hepsi birbirinden hırlı, hırslı ve şeytani… Ölümsüzler… Peki, Carlito ve Serpico’yu unuttuk mu? Tabii ki kocaman bir hayır. Sinema tarihinin bu dev karakterlerine imzasını atan adamı kim bilmez. Evet, onun adı Al Pacino… Namı diğer oyunculuğun yaşayan efsanesi… Ancak son zamanlarda yetenekli usta aktör bolca keseden yiyor ve kötü filmlerde oynama hakkını daha sık kullanıyor. Bugün 68 yaşında olan Al Pacino’nun gitgide anlamsız, ucuz ve sıradan yapımlarda boy göstermesi, ben dahil bütün hayranlarını üzüyor. Al Pacino, 88 Dakika’da seri katiller konusunda en üst mertebeye ulaşmış cevval bir profesörü canlandırıyor. Kendisi de yakın kontenjanından seri katil mağduru durumuna düşen ünlü psikiyatrist Jack Gramm, mahkemede hünerini gösteriyor ve jüriyi etkileyerek cani bildiği Jon Foster‘i idama yolluyor. Seattle’de yaşayan FBI’ın akıl hocası, vurdumduymaz, soğukkanlı Jack, öğrencileriyle sıkı fıkı ilişkiler içerisindedir. Her şey tıkırında giderken birden Jack’in cep telefonu çalar, arayan “gerçek seri katil benim” diyen bir sestir. “Tik tak, tik tak, ölümüne 88 dakika var”… Azılı kadın katili Jon Foster’in idamına saatler kala kahramanımız Jack kendini, muğlak bir karmaşanın hedefinde bulur. Jack Gramm’ın üretebileceği tek çözüm (tıpkı Tetikçi (Crank) filmindeki gibi), saniyelerle yarışıp sürekli hareket edeceği bir yolculuğa başlamaktır. Vakit kaybı bu filmde yine de göze batan yegane unsur Al Pacino… O artık ucundan kıyısından da olsa “Kadın Kokusu” ile haşır neşir hallerini sürdürüyor. Ama aradığınız “Köpeklerin Günü” tadında bir yapıtsa, 88 dakikayı geçtim, 8 dakika bile dayanamazsınız derim. 88 Dakika’nın nesini eleştirebilirim ki… Umduğumuzu bulamayıp avucumuzu yaladık. Başta yönetmen Jon Avnet kötü bir film çekmiş. Senaryo ise sizlere ömür, tümden yerlerde sürünüyor. Adeta alelacele karalanmış bir klişe deryası… Alicia Witt, Amy Brenneman, Leele Sobieski, Benjamin McKenzie, William Forsythe… Bu adı geçen oyuncuların da ruhu yok... Kesinlikle önermediğim (Al Pacino kafi diyenler gidebilir) 88 Dakika’nın, 30 Mayıs günü gösterime gireceğini hatırlatırım. http://alperturgut.blogcu.com FAŞİST BİR TUTUM Psikopat Peter’da Michael Pitt’se (The Dreamers, Last Days) kendini Arno Frisch’ten farklı, daha korkunç, ürkütücü kılıyor. Karakteri oyun oynayan bir çocuk gibi daha az küstahça canlandırıyor. Pitt, Paul’ü bir hayalet gibi, ne geçmişi ne de geleceği olan bir varlık gibi yorumladığını açıklıyor: “Psikolojisini hiç düşünmedim. Yaptığını yapıyor, kimse kim. Michael’ın isteği buydu, o Paul’ü öyküsünde bir araç olarak tasarladı” diyen genç oyuncu ilk versiyonu izleyince şoke olmuş. Pitt, ayrıca ABD’den sözeden Ölümcül Oyunlar’ı Amerikalı bir yönetmenin haklarını satın alıp aptal bir versiyon yapmasından Haneke’nin özgün yeniden çevrimini gerçekleştirmesini dahice buluyor. Paul’ ün kameraya yani izleyiciye bakarak gözlerini kırpması, tüm bir sahneyi yeniden başa sarması izleyiciyi de katillerin suç ortağına çeviriyor. İzleyici istemese de kendini bu kanlı, dayanılması güç oyunun ortasında buluveriyor: “Çekim kurallarının tepetaklak edilmesini çok seviyorum. Bence bir filmde herşey yapılmalı. Bu biçemde çekilen filmi izlemek çok güç. Böyle olmasaydı şu bildiğimiz Ucuz Roman’a, Katil Doğanlar’a benzerdi” diyor Pitt. Tüm çalışmalarında şiddeti, iletişimsizliği, acımasızlığı eleştiren Michael Haneke, dışarlak sadizmi sergileyen Testere, Hostel, Teksas Katliamı, Tepenin Gözleri gibi filmleri iğrenç buluyor: “Şiddeti gerçekçi boyutta yansıtıyoruz numarasına yatan bu yeni sinemacılık akımı tiksindirici. Sonuçta o kadar vurdumduymaz, o kadar görsel, göz alıcılar ki inandırıcılıktan uzaklaşıyorlar. Öcü ve özsavunmayı anlatan bu tür filmler şiddeti tehlikeli bir açıdan kabuledilebilir, onaylanabilir kılıyorlar. Death Wish’in (Yara/Öldürme Arzusu, 1974) başında Charles Bronson’ın karısına tecavüz edilir, ardından öldürülür. Daha sonra iki saat süresince Bronson izleyicinin yürekten kutsamasıyla önüne geleni öldürür. Bu tam bir faşist tutumdur” diyor Haneke. Ülkemizde 30 Mayıs’ta gösterime girecek Funny Games U.S.’te hiçbir şey değişmemiştir: Aynı yumurtalar, aynı beyaz eldivenler, aynı top, aynı golf sopası.. sadece sabit telefon yerine cep telefonu vardır. Tek bir şey gerçekten değişmiştir: En bayağı, en adi şiddet her yerdedir, çevremizi sarmış, kuşatmıştır. Yeni yüzyılın en önemli yönetmenlerinden Haneke yeni filminde 1913’te Protestan Almanların yaşadığı bir kasabadaki çocukların eğitimini anlatmaya hazırlanıyor. Bu çocuklar ileride Nazi kuşağının öncüleri olacaklar. On yıl aradan sonra ilk Alman kaynaklı çalışmasını gerçekleştirecek olan Michael Haneke siyahbeyaz çekeceği filmini dini bir dram olarak tanımlıyor. GEÇMİŞE YOLCULUK Yönetmen Bayona, geçmişe bir yolculuk diye betimlediği filmiyle, “içinde bulunduğu zamanla yüzleşemeyen bu nedenle geçmişe sıkışıp kalmış ve kurtuluşu hayal gücünde arayan bir insanın psikolojik portresi”ni çizmeye çalıştığını söylüyor. İşte bu insan, çocukluğunu geçirdiği yetimhaneye, 7 yaşındaki oğlu Simon (o da yetim) ve eşi Carlos ile birlikte geri dönen Laura’dan başkası değil… Yetimhane bir annenin ebedi evlat sevgisi üzerine bir film, korku morku hikaye… Ailesiyle birlikte deniz kıyısındaki, terk edilmiş ürkütücü yetimhaneye yerleşen Laura, aradan 30 yıl geçse de geçmişinin hüzünlü ezgisinden kurtulamamaktadır. Laura’nın amacı ve düşü, güzel anıların da yardımıyla binayı restore etmek ve engelli çocuklar için sımsıcak bir yuvaya dönüştürmektir. Onlar, duyarsız büyüklerine inat oyun oynayabilsinler diye… Aradan fazla bir zaman geçmez, Simon, kendisine hayali akranlar bulmakta gecikmez. Anne ve babasına dahi sırt C MY B C MY B