22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

17 MAYIS 2008 CUMARTESİ 7 Bennu Gerede’nin ‘acıtan’ kadınları Rüzgâr kanatlıların peşinde dört nala “Koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat... Atları rüzgâr... Atları... At...” diyor ve ardından ekliyor usta “Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat”. Rüzgâr kanatlılar geçiyor hanidir önümüzden... Arkalarına bakacak tek saniyeleri dahi yok; koşuyorlar. Nefes nefese, acele ve kıvrak... Belki de en çok bu yüzden seviyoruz onları. Zira, dur durak bilmeden ha babam terkisine vurduğumuz hayatlarımız gibiler. Zamanla yarışımızın ete kemiğe bürünmüş hali onlar. Yarışıyorlar, izliyoruz... İzlemek yetmiyor; üzerlerine bahis oynuyor, hop oturup hop kalkıyor, onlarla birlikte şahlanıyoruz. At yarışlarının aynasında hayatlarımızı görüyor gibiyiz. Hipodromları o yüzden bunca dolduruyor olabilir miyiz? Şirinyer Hipodromu Müdürü Orhan Karabıyık’a göre, Türkiye’de at yarışlarının başladığı İzmir’de yarış severler, hipodroma hiçbir dönem uzak kalmadılar. “Ama gece yarışları başladıktan sonra buraya olan ilgi daha da arttı. Son bir yılda 200 bin kişi ziyaretçimiz oldu. Ayrıca aileler daha yoğun biçimde gelmeye başladı” diyen Karabıyık, anlatıyor: “Diyebilirim ki, İzmir’de gece yarışlarının başlaması aralarında maraza çıkması muhtemel pek çok aileyi bütünleştirdi. Gündüz yarışlarına beyler tek başına ya da arkadaş gruplarıyla geliyorlardı. Yarışlar hafta sonlarına denk geldiğinde, eşlerin yalnız kalmaktan şikâyet ettiklerini duyuyorduk. Şimdi ise kol kola geliyorlar hipodroma.” Türkiye’de düzenli at yarışları ilk kez İzmir’de, 1856 yılında başlıyor. Latince ‘cennet’ anlamına gelen Paradiso denilirmiş Şirinyer’deki koşu alanına. Levantenlerin başını çektiği koşular o dönemlerde de, şenlik havasında geçer, rüzgâr kanatlıların seyrine dalarmış bir kentin heyecan tutkunları. Gel zaman, git zaman dünün cennet alanından günümüzün Şirinyer Hipodromu’na pek bir şey değişmediği gözleniyor. Daha hipodrom kapısından içeriye girdiğinizde başlıyor şenlik. Sizi ilk olarak ‘Poni’ cinsi olarak bilinen küçük atlar karşılıyor. Midilli Park denilen alanda, Poni’ler, minik konukları üzerine alıyor ve kısa turlar eşliğinde, ‘tensel temas’ başlıyor. Tensel temas çünkü, işin içinde yetişenler, bir ata ilk kez dokunmanın çok önemli olduğunu, bunun aşkın başlangıç hali olarak algılanması gerektiğini söylüyorlar. Midilli Park’tan sonra adımlar “Padok”a ulaşmış bile. Padok denilen yer atların yarış öncesi, bir anlamda görücüye çıkarıldığı alan. Bir bir geçiyorlar önümüzden. Renkli renkli aksesuarlar takmışlar. Bir tanesi simsiyah, ışıkta öyle bir parlıyor ki. İrice bir kahverengi olanı vardı, adımlarını tek tek atıyor, izlendiğinin farkında mıdır nedir? Hele bir beyaz vardı, yedi numara, unut unutabilirsen. Üşenmemişler bir de saçını örmüşler. Saç diyorum ama yele onlar aslında. Hiç üşenmemişler örmüşler işte. Atın da, güzeli bir başka oluyormuş ki sormayın gitsin. Üstelik kolay değil bir yarış atının yetişmesi. Ana rahmine düşmesiyle başlıyor ilgili ordusunun özeni. Ana rahminde 11 ay 20 günlük sürenin ardından doğuyor tay. En az 2 yıl da, yarışlara hazırlık aşamasıyla geçiyor ve bilimin tüm kıstasları uygulanıyor bu süre içerisinde. İşte böylesine özenle yetiştirilen her bir atın seyrine öyle bir daldık ki, yankılanan çan sesiyle toparlandık. Sesle birlikte ortalıkta bir sürü minyon tipli adam belirdi. Kıyafetleri de bir o kadar ilgi çekici. Başlarında şapkaları, ellerinde sopaları, çizmeler o biçim, gömlekler afili. Bir iki kişinin yardımıyla atlara bindiler. Evet, evet jokey bunlar. Yarış öncesi bir de jokey eşliğinde turluyor atlar, Padok’ta. Sonrasında sırayla çıkıyorlar piste. O da ne, az önce salına salına gezinen atlar özüne döndü. Şaha kalkan, sprint atan, başını iki yana sallayıp koşan. Şenlik pistte sürüyor. Sırayla giriyorlar, start alacakları kutunun içine. Kutu değil diyor arkadaşlar, “Baks” imiş orasının ismi. Neyse, bir hummadır gidiyor baksın önünde. Bir tanesi inat ediyor girmemek için. Şaha kalkıp duruyor. Sekiz on kadar iri kıyım abi itiyor arkasından, o da aldı sonunda yerini. Atların önünde beyaz gömlekli birisi var. Hakem heyetinden olmalı. Çekilse ya oradan ezilecek şimdi diyoruz ama ciddiyetini hiç bozmuyor. Onun yaklaşık 200 metre arkasında, aynı hizada bir kişi daha duruyor. O da beyaz gömlekli. O sırada, beyaz bir bayrak kalkıyor, bir şey çınlıyor ortalıkta, atlar çıkmış bile. En önde duran beyaz gömlekli yavaş adımlarla ayrılıyor atların önünden, daha geride 200 metre kadar uzakta olan koştura koştura. Bu da işin raconu olsa gerek. Padok’ta yarış atı diye bakmıştık ama birden mitolojik figür olan rüzgâr kanatlı at, “Pegasos”a dönüştüler gözümüzün önünde. Jokeyler mi, onlar da Pegasos’a binen mitolojik kahraman Perseus oldular, bizce. Güzeller güzeli Andromeda’yı kurtarmaya giden Perseus’un aceleciliğinde her biri. Rüzgâr kanatlıların yeleleri havalandı. Görüntü muhteşem. Koşuyorlar, hayır hayır uçuyorlar. Çok büyük bir alanı turluyorlar sonra başladıkları düzlüğe doğru yeniden çıkıyorlar ki, etrafı birden uğultular kaplıyor: “Haydi, durma”, “Ayrıl da gel”, “Dayan hadi, hadi”, “Kim tutar seni...” Bir de farklı telaffuzlar geliyor kulağa, ama çözemiyoruz ilkin. “Hugaramugarahu” diyorlar, “Anavarzamazgalı”, “Kamurabi”, “Delani”, “Evreka” say say bitmez. Sonrasında algılıyoruz ki, atların isimleri bunlar. “Terzi Arif”, “Afedersin”, “Filinta”, “Cazibeli” ve daha neler neler. Yaratıcılıkta da sınır yok. Atların isimleri fazlasıyla ilgimizi çektiğinden meraklandık. Yanımızdaki bir bilene sorduk. “Nereden buluyorlar bu isimleri, pek enteresan” dedik. “Enteresan” diye bir atın olduğunu söyledi. Bir de, “Babidibubidibu” diye bir attan söz etti. Babidibubidibu mu, dedik?... Sürrealizm diye bir ömür geçiren Dali‘nin kulaklarını çınlattık. Koşu pistinin bitişine doğru yer alan tribünlerden geliyor sesler. Yarışların bir başka rengi olan izleyicilerin bu sıradaki heyecanı görülmeye değer. Herkesin tuttuğu bir, bilemediniz birkaç at var bitiş çizgisini önde geçmesini istediği. Bir insan, bir şeyi ancak bu kadar isteyebilir. Derler ki, nevroz hali en iyi bir sanatçının yapıtını üretim anınında gözlenir. Eksik söylenmiş bir de, tuttuğu atın kazanmasını isteyenlerin halini gözleyin siz. Kanaatim şudur ki, at yarışını izleyen hele hele hayallerini tuttuğu at ya da atlar üzerine yoğunlaştıranları örgütleyin bir ülkü uğruna, ülkenin aydınlık geleceğine yönelik değişim, dönüşüm kapının önünde. Dedik ya; bir insan bir şeyi ancak bu kadar isteyebilir. Atlar bir tur koştular ve izleyenlerin bazılarında sevinç dorukta. Belli ki, istediği at kazandı. Kimisinde ise hayal kırıklığı var. Ama olsun henüz her şey bitmiş değil. Az sonra yeni koşu sahnede. Atlar yeniden dönmeye başlayacak pistte ve yeni bir heyecan dalgası daha saracak ortalığı. Lunaparktaki atlı karınca misali... Canım sıkılıyor diyenlere tavsiye. Bir hafta sonu alın eşinizi, dostunuzu adımlayın hipodroma doğru. Atlı karınca sizi bekliyor. Her turu yeni bir heyecan. Fotoğraf sanatçısı töre cinayetlerini konu alan ‘Aşk Kutlamaları’ adını verdiği bir sergi hazırlığı içinde New York’ta büyüyen Bennu Gerede İstanbul’a dönüp iki yıl tiyatro, oyunculuk, fotoğrafçılık ve yönetmen asistanlığı yaptıktan sonra Fransa’ya dönüp Paris’te Parsons School of Art and Design’da okudu. O arada bir filmde oynadığı başrol nedeniyle Rusya ve Hong SABİHA Kong’da bir süre yaşadı. Daha ikizlerine hamile kalınca KURTULMUŞ sonra yerleşik hayat ve fotoğrafçılık için İstanbul’u tercih etti. Şu an dört çocuk annesi olan sanatçı Bennu Gerede, büyük ilgi gören “Teslimiyet” sergisinden sonra töre cinayetlerini konu alan “Aşk Kutlamaları” adını verdiği sergisinin hazırlıkları içerisinde... Çok yönlü bir sanatçısınız. 4 çocukla hayat nasıl organize oluyor? “Çok disiplinli bir şekilde organize olmam şart. Yoksa başka türlü olmaz. Yani her şey önceden planlanmış. Sanat yaptığım zaman etrafım kurgu olduğu için ona göre ayarlıyorum her şeyi. Çalıştığım gün çocuklar babalarında oluyor ya da arkadaşlarının evine yolluyorum. En kötü ihtimal evde birkaç saatliğine bırakıyorum ya da yanıma alıyorum.. Kendime o zaman vakit ayırıyorum. Ve kafamda kurduğum fotoğrafları çekiyorum. Prodüksiyonu ayarlamak birkaç gün alıyor.” Hem kameranın arkasındasınız fotoğraf çekiyorsunuz, aynı zamanda önündesiniz, hangisi daha heyecan verici? “Arkasında olmak. Çünkü kontrol altında oluyorsun. İstediğin gibi manipule edebiliyorsun kareyi. Hayalindekini gerçekleştiriyorsun.” Yönlendirmek mi?.. “Yönlendirmek çok daha adrenalinini yükseklere götürüyor. Kameranın önünde heyecanlanıyorum ama güzel bir heyecan bu, korku ve heyecan karışık duygular.” Sizi birisi yönlendirdiğinde rahatsızlık duyuyor musunuz? “Hayır, birisi beni iyi yönlendirirse hiç zorluk yaşamıyorum.” OZAN YAYMAN GELENEKLERİ SORGULAMAK Herhangi bir proje var mı tekrar sinemayla ilgili? “Sinemayla yok. Birkaç dizi teklifi geldi ama bana uygun değiller.” Bir portreler serisi vardı, kitap halini alacaktı ne durumda? “Devam ediyorum. 100’ü aşkın kişiyi çektim. Üzerinden zaman geçince hepsini beğenmez oluyorsun, şu an 170 kişi falan oldu, 30 tane daha çekmeyi düşünüyorum. Tabii bazıları vefat etti. Onlar çok güzel fotoğraflar.” Konsept nedir, kimleri seçtiniz? “Özellikle benim tanıdığım insanların fotoğraflarını çektim. Türkiye’ye bir şekilde imza atmış insanlar. Burada yazarı da var, şarkıcısı da, reklamcısı da. Her sanatsal kitleden birçok kişi var.” “Teslimiyet” ve “Beyefendi”de sergilenen fotoğraflarda bir sorgulama ve yönlendirme vardı. Sergi konsepti oluştururken özellikle nelere dikkat ediyorsunuz? “Beyefendiler, benim projem olmadığı için dedim ki; ‘Ben kendi beyefendilerimi çekeyim daha enteresan olabilir’. Onlar ‘Yok, biz halktan aldık insanların listesini, onlar seçti, onun için mecburuz halka göre hareket etmeye’ dediler. Ben de ‘Eyvallah’ dedim ve onların projelerini hayata geçirdim. Ama ‘Teslimiyet’te tamamen benim Türkiye’deki gelenekleri sorgulamaktı amacım. Yani doğumdan ölüme kadar beşik kertmesi, bekaret, kumalık, bütün bunlara uzaktan dokunarak görüntüledim.” Bu proje başka bir yerde sergilendi mi, özellikle yurtdışında? “Evet, Paris’te sergilendi.” Tepkiler nasıldı? “Çok güzeldi, herkes tabii Türkiye’de böyle şeyler var mı diye inanamadı. Bu kadar modern bir dünyanın içinde yaşarken gelenekler hala nasıl kalabiliyor seyirciyi inanılmaz derecede şaşırttı. Ben de ‘Evet maalesef bunlar gerçek’ dedim ve diyorum.” Amerika ve Paris’te fotoğrafçılık eğitiminizi aldınız. Fotoğraf sanatını değerlendirirsek Türkiye sizce nerede? “Daha çok başında. Fotoğraf bir meslek olarak çok yol katetti. Çok yetenekli sanatçılar var, gençler bayağı yönetiyor artık fotoğraf camiasını ama sanat adına çok az sanatçılar var maalesef, ama herhalde o yol yavaş yavaş kat edilecek. Kim var diyorsanız, Ara Güler, Nazif Topçuoğlu, Banu Cennetoğlu, Melisa Önel, Sıtkı kösemen, Merih Akoğul. Var ama dediğim gibi çok az.” Dünyada fotoğraf sanatı belli değerlere ulaşmış, Türk alıcısını nasıl yönlendirmek gerekir, bu iş kime düşer? “Tabii ki galericiye düşer. Fotoğrafın ne kadar önemli, değerli olduğunu anlatması, satması gerekir koleksiyonerlere ya da alıcılara. Çok fazla fotoğraf sergileri olmuyor. Yılda bir ya da ikisiyle karşılaşıyorsunuz, halbuki yurtdışında sürekli fotoğraf sergileri ile karşılaşmak mümkün.” İYİ BİR KAMERA YETMİYOR Sanatçı kişiliğinizdeki çok yönlülük nasıl oluştu? “Çocukluğumdan. Babam doktordu ama viyolonsel çalan aynı zamanda resim de yapan inanılmaz entelektüel bir adamdı. Annem de sinemacı, oyuncu. Böyle bir sanat ortamında büyüdüm. Oyunculuk hevesim oradan geliyor. O kadar iç içe olunca, yönetmen asistanlığı da yaptım, prodüktörlük de, oyunculuk da. Ama 13 yaşımda büyükbabam bana fotoğraf makinesini hediye ettiğinde o gün bugündür hiç bırakmadan çekiyorum.” İyi bir fotoğrafçı olmak için iyi bir kamera yetiyor mu? Ya da iyi bir göz? “Herkes iyi fotoğraf çekiyor, gerçekten. Çocuğun bile çekiyor, sokaktaki alelade bir insana da versen o bile çeker diye düşünüyorum. Ama maalesef iyi bir kamera yetmiyor. Benim için fotoğraf nedir; sadece güzel bir kare değil, bir şey anlatması gerekiyor, yeni bir yol göstermeli, merak uyandırmalı. Seyircinin ufkunu genişletmeli.” Gerçekten bu sanata gönül vermek isteyen, gerçek fotoğraf sanatını deneyimlemek isteyenlere ne öneriyorsunuz, ne yapmaları lazım? “Bir kere çok kitap okusunlar, çok sergi gezsinler, anlatacakları bir hikayeleri olmalı, bu benim için çok önemli. Belgesel fotoğraflar da çekmek zor ama kurgulayıp bir fotoğraf gerçekleştirmek çok daha fazla emek, enerji ve düşünce gerektiriyor. Dijital o kadar yaygın oldu ki artık herkesin elinde var. Her an her saniye telefonla yakalayıp çekiyorsunuz.” Aynı zamanda kadın modellerle de çalışıyorsunuz. Kadın fotoğrafçı olarak erkek gözünden farklı bakış açınız oluyor mu? “Çok zor bir soru. Bence çeken ne anlatmak istiyorsa, ya da o ‘kadını’ nasıl görmek istiyorsa öyle deklanşöre basıyor. Ben se ‘kadını’ güzel ve ‘glamorous’ (göz kamaştırıcı) gösterme derdinde değilim. Ben istiyorum ki karelerimde o kadın bir şey anlatsın seyirciye. Acıklı bir şeyler.” Siz daha çok canlı, yaşayan, hayatla ilgili şeyleri çekmeyi çok seviyorsunuz sanırım? Seçimlerinizde böyle bir ayrıcalık var mı? “Doğru ama en son The Marmara’yı çekmiştim New York’ta ve çok keyif aldım. Arada ev ve dekorasyon çekiyordum dergi için ama ilk defa bu kadar uçabildim kareler konusunda. Özel bir makineyle çalıştım ve çok artistik oldu. Esma Sultan’ı da çektim yine çok güzel çalışmalar oldu. Çok da hoşuma gitti ve öyle bir ayrımım yok aslında. Yani illa manken olması şart değil. Ama pek still life’ci değilim.” Yeni bir sergi hazırlığı içerisindesiniz... “Evet, ‘Aşk Kutlamaları’. Yetiştirebilirsem Galerist’te Kasım ayında açmayı düşünüyoruz. Aşağı yukarı 13 kareden oluşuyor. Gerçek hikayelerden, alıntılardan oluşuyor. Gazetede okuduğum, Doğu Anadolu’ya gittiğim zaman öğrendiğim ölümler, töre cinayetleri. Herhalde ‘Teslimiyet’ sergisi bir araştırmaydı. Asıl konu bu şimdi. O zavallı, her şeyden mahrum, çaresiz kadınların hikayeleri anlatılmalı. ‘Teslimiyet’ töre cinayetleri değildi. Geleneklerdi. Ama bu töre cinayetlerinin nasıl işlendiğini değil de, ölüm şekillerini anlatıyor. Her bir kadın farklı öldürülmüş.” Çocuklarınız için nasıl bir gelecek düşünüyorsunuz? “Huzurlu, temiz kalpli, sevgi saçan, verici, yardımsever, istikrarlı, sürekli öğrenen ve hayattan asla sıkılmayan çocuklar olsunlar istiyorum. Onun için sanatçı da olabilir, işadamı da, ne istiyorlarsa olsunlar. Sonuna kadar desteklerim. Sanatçı olsunlar diye de ısrar etmem. Ama babaları da sanatçı, ben de sanatçıyım bir şekilde genler ağır basıyor. Çok yetenekleri var. Bir tanesi mimaride yetenekli, öteki teknolojide, biri de resimde... Bakalım hayat ne gösterecek!” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle