Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 03 14/2/08 16:07 Page 1 CUMARTESİ EKİ 3 CMYK 16 ŞUBAT 2008 CUMARTESİ 3 Silah seven insanlar değiliz Grup elemanları askerden dönünce Redd yeniden bir araya geldi oğan Duru, Berke Hatipoğlu, Güneş Duru, İlke Hatipoğlu ve Suat Ayyıldız’ın askerden dönmesiyle Redd tekrar buluştu, bir bütün oldu. Aslında Erzincan, Ankara ve Sivas’ta askerlik yapan grup elemanları İstanbul’a ayak basmadan birkaç gün önce iki yeni projeyle karşımıza çıkmışlardı bile. Daha önceki albümleri ‘50/50’ ve ‘Kirli Suyunda Parıltılar’daki şarkıların akustik versiyonlarını içeren ‘Plastik Çiçekler ve Böcek’ ve askerlik öncesi verdikleri son konserlerinin DVD’si olan ‘Gecenin Fişi Yok’ ile... Grup ile bu iki yeni projeleri ve askerlikleriyle ilgili konuşmak için buluştuk. Topluluk, iki projelerinin de ŞİRİN akustik olmasının nedenini askere gitmelerinin onlara GÜVEN verdiği ruh haliyle ilgili olduğunu vurguladı: “Biz silah seven insanlar değiliz. Sonuçta silahın yaşamımızın içinde olacağı bir yere gidiyor olma fikri bizi zorladı. Bu albümler bu bağlamda akustik oldu. Elektrik bir albüm yapmak istemedik. Duygularımızı akustik parçalarla anlatabileceğimize inandık”. Bu arada Redd’in hayranlarına duyuralım. Topluluk, 7 Mart Cuma akşamı Studio Live’da askerlik sonrası ilk konserini verecek, sevenleriyle hasret gidecerecek. Ayrıca 89 şehri kapsayacak bir turnenin hazırlıklarına da başladılar bile. Albüm için akustik çaldığınız parçaların üzerlerinde hiçbir düzeltme yapmadınız değil mi? Doğan: “Yapmadık. Biz bu albümü akustik kaydetmenin yanı sıra, bir şeyi de denemek istedik. Hep birlikte kayda girdik ve aynı anda çalmaya başladık. Bir hata olursa durmayıp devam edelim dedik. Her şey olduğu gibi, hatalarıyla, kusurlarıyla ve bizim aramızdaki sıcaklıkla kaydolsun istedik. Şarkılar kaydolduktan sonra onlara her hangi bir işlem yapılmadı. Yani dinleyiciye nasıl kaydettiysek öyle ulaştı.” Böyle bir şey yapmayı niye tercih ettiniz? D Doğan: “Çünkü biz bundan sonra gelecek stüdyo albümümüzü de bu mantıkta kaybetmeyi planlıyoruz. Yani akustik bir albüm olmayacak, elektrik bir albüm olacak ama şarkıları kaydettikten sonra üzerinde işlem yapmayacağız. Bu albüm yeni albümümüzün bir denemesi oldu bu anlamda. Ayrıca böyle bir şey zor bir iş aslında. Biz bunu yapabileceğimizi farkettiğimiz için böyle bir şeyi denemek istedik. Sonuçta bir şarkı için çok fazla zaman harcamışsanız, stüdyoda çok vakit geçirmişseniz, onu bir kerede kaydetmek çok problem olmaz. Bizim için durum böyleydi. Kısa zamanda albümü hatasız ve kusursuz kaydedebildik. Bunu birlikte yapmış olmak çok büyük bir keyif verdi bize.” Bir anlamda seyircisiz konser gibi... Doğan: “Evet aynen öyle. Ancak bunun zorlukları da var. Eğer yeteneklerinize ve kendinize güvenmiyorsanız bunu yapmaya kalkışmak biraz yanlış olabilir. Çünkü sürekli ‘Bu olmadı. Hadi bir daha kaydedelim’ durumu söz konusu olabilir. Oysa bizde hiç tekrar olmadı. Bir gün gibi kısa bir sürede bütün albümü kaydettik ki, o kadar şarkıyı arka arkaya çalmak çok yorucu bir şey. Vücut ve ses yoruluyor gerçekten. Ama biz aldırmadan bir çırpıda hepsini kaydettik. Ortaya çıkan albüm de oldukça başarılı oldu bizce.” DVD ve albüm eski şarkılarınızın akustik versiyonlarından oluşuyor. Ne gibi farklılıkları var? Berke: “Aslında benzer bir fikrin ötekine sıçramasıyla oluştu bu iki proje. İlk başta bir albüm çıkarma fikri yoktu. Sadece DVD projesini düşünüyorduk. Bu DVD projesine hazırlanırken, ilk iki albümden akustik olarak çalınabilecek parçaları seçtik. Sonra bu şarkılar bizim oldukça hoşumuza gitti. Normal şartlarda bu DVD’nin bir de audio versiyonu piyasaya sürülür. Ama biz başka bir şey yapmak istedik. Stüdyoda seyircisiz konser havasında, başka bir ruh halinde parçaları çaldık. İki albümün şarkı listesi birbirine yakın. DVD’de daha önce hiçbir albümde olmayan ‘Boşver’ isimli bir parçamız var. Şimdi o şarkı DVD’deki haliyle televizyonlarda klip olarak da yayınlanacak. Diğer albümde ise yeni ‘Senden Sonra’ diye bir şarkı var. Yani birer tane yeni parça var. Onun dışındakiler aşağı yukarı aynı fakat havaları oldukça farklı.” ‘Sazıma hiç ihanet etmedim’ ‘Türkü baba’ Fatih Kısaparmak, son albümü ‘Belki Dönemem Anne’ ile dinleyicilerini yeniden selamlıyor “Türkü baba” Fatih Kısaparmak, son albümü “Belki Dönemem Anne” ile 15. kez sevenlerinin karşısında. Kısaparmak’ın, “belki bir dilekçe, belki bir mektup, belki de bir manifesto” olarak nitelediği yeni albümünün aranjörü ve müzik yönetmeni Necip Yılgın. Çınar Müzik’ten çıkar albümün prodüktörlüğünü de Bilal Cansız yaptı. Albümde yer alan 10 eserin 9’unda Kısaparmak imzası bulunuyor. Yaklaşık 40 kişilik dev bir orkestra ile gerçekleşen kayıtlar ise 2 ay kadar sürdü. 1985’te başlayan profesyonel müzik yolculuğunda 23. yılına ulaşan Kısaparmak, bu zaman diliminde sadece halk konserleri verdi ve 200 dolayında beste üretti. 23 yıl boyunca, “sazına hiç ihanet etmeden” dinleyenlerinin duygularının aynası olmaya çalışan, “bu güzel ülkenin her köşesini ve her kişisini türkülerle selamlamak için yollara düşen” sanatçı, “Bu yol ki er meydanıydı, erenler meydanıydı. Özleri sazda, gözleri niyazda olanlar gelmişti bizimle. Aksakallı pir elinden dolu içip erenlerle; yüreğini dost yoluna ‘kilim’ yapıp serenlerle; Yunus’ça, Mevlana’ca, Hacı Bektaş’ça sevip, Veysel’ce görenlerle yürüdük omuz omuza… Sevginize layık olabilmek için çok çalıştım. ‘Ne oldum’ demeden ve hep ‘Ne olacağım’ı düşünerek. Utanmadım ve utandırmadım. Hep daha iyiyi sunabilmenin çabasıyla ağardı saçlarım, sakalım...” diyor. Dinleyicinin, Belki Dönemem Anne ile Anadolu’yu bir trenin penceresinden seyretmesine olanak sağladığını vurgulayan Kısaparmak, yeni albümünü “Kızgın buhar solurken cama değen yapraklara sürtünerek ağır ağır yol alan bir katarın isli çığlığını koklamanızı istedim. Ve okul masrafını çıkarabilmek için yiyecekiçecek satıp okunmuş gazete peşinde koşuşturan, üç numara traşlı demiryolu çocuklarının o küçücük taşra istasyonlarını tanımanızı… Bu yüzden, sevdalara ray döşedim türkülerle. Hasretlere, sevinçlere ve hüzünlere… Yüreğimi size uğurluyorum, sizi ağırlıyorum yüreğimde… Yapıtlarımda neyi beğeniyorsanız Anadolu’ma; beğenmediğiniz ne varsa bana aittir…” sözleriyle anlatıyor. mazbut aile yaşamıyla kalbine koydu. Çünkü O’nu kendinden bildi. Gerçekten de öyleydi. Eğer öyle olmasaydı, halk bunu çok geçmeden fark ederdi.” Kısaparmak, “emek hırsızlığı” olarak tanımladığı müzik piyasasındaki korsan sorunun “istenirse biteceğine” işaret ederek, korsanın önüne geçilemeyişin en önemli nedeninin ise fikir ve sanat eserleri ile ilgili meslek birliklerinin birbirinden kopuk çalışması olduğuna dikkat çekiyor. Sorunun “düşünsel mülkiyetle ilgili bir kalpazanlık belasına dönüşmesini” eleştiren Kısaparmak, “Çağdaş devlet olmanın gereği hak ihlallerini engellemektir. Korsana karşı açılacak topyekun savaş; düşünsel mülkiyet sistemini güçlendirmek, nitelikli eser üretiminin çoğalmasını özendirmek, bunun doğal sonucu olarak da vergi kayıplarını önlemek, vatandaşın devlete güvenini arttırmak ve reel sektörde üretim artışına destek olmak demektir” diyor. Kısaparmak, hayatın her alanında “önce insan” anlayışından yana olduğunu, sanatın içinde de elbette, olması gerektiği ölçüde oranda politikanın da yer aldığını dile getiriyor. Ancak Einstein’ın şu tespitini anımsatmadan da geçemiyor; “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur”. Kısaparmak, bu sözden hareketle görüşlerini şu sözlerle açıklıyor: “Hayata dar ve önyargılı ideolojik pencerelerden bakarsanız, sanatınızı da politik kışkırtma düzeyine indirgemiş olursunuz. Ben, sanatımın siyasal değil, belki sosyal boyutlu olduğunu söylüyorum. Gerçi, yaşadığımız toplumsal histeriyi paraya tahvil ederek çok büyük servetler elde edilebilir; buna tenezzül edenler de var. Ancak, bu da topluma ve sanata ihanet etmektir. Böyle kişilerin, güçlü ve donanımlı bir şahsiyete ulaşmadan ‘hasbelkader ünlü’ olmuş zavallılar sayılmaları gerekir. Biliyorum ki, 68 kuşağı da bizi dinliyor, 78 kuşağı da, hatta son birkaç yıldan bu yana, 80’li yıllarda doğanları da görüyorum konserlerimde. Her şeyin sığ, günlük ve gelirgeçer olduğu bu sancılı dönemde, ‘gerçek sanatçı duruşu’ denen kavramın önemi daha öne çıkıyor.” Denizaltı misali derinden Fatih Kısaparmak, ortalıkta fazla görünmeyi, gösteriş, gürültü ve şamatayı sevmediğini, hatta biraz ayıp karşıladığını ifade ediyor. Çünkü ona göre “Medyada en sık görünenler, buna en çok ihtiyaç duyanlardır.” Yaptıklarının reklâm edilmesini değil, fark edilmesini istiyor. Bunun için de kendi deyimiyle “denizaltı misali sessiz ve derinden” yol almayı tercih ediyor. Olduğu gibi göründüğünü, samimi davrandığını anlatan Kısaparmak, “özel hayat işportacılığı yapan malum medyadan” da uzak durmaya çalıştığını vurguluyor. Kısaparmak, şunları söylüyor; “Tasarlanmış imajların, aslında dışı yaldızlı birer balon olduğuna inandım. Her türlü yozluk ve seviyesizlikten uzak tutmaya çalıştım kendimi. Saygılı ve ölçülü davranmama rağmen, halk dalkavukluğu da yapmadım. Fakat ülkemiz insanlarını gerçekten çok sevdim. Onlara sevgimi gösterirken de dürüsttüm. Bizim halkımız, siz hangi işi yaparsanız yapın, önce sizi sevecek ve benimseyecek, önce sizi... Sanırım Türkiye, sesinden ve bestelerinden önce, Fatih Kısaparmak’ı sevdi ve kabul etti; O’nu Kâbus gibi müzik tarzları Askerlik nasıl geçti? Güneş: “Mutlaka hepimiz için olumlu ve olumsuz tarafları vardır askerliğin. Biz askerliği eğitim yüzünden uzunca bir süre geciktirmiştik. Hepimiz için tek handikapı, geciktirmiş olmamız sanırım. Yani 20’li yaşlarımızda, geciktirmeden gitseydik, kesinlikle daha farklı algılardık. Bu anlamda zorluk yaşadık. Onun dışında yaşamımızın 56 ayını farklı insanların, kişiliklerin bulunduğu, farklı bir yerde geçirdik. Hepimiz Türkiye’de başka yerlere seyahat etmiştik ama böyle uzun bir süre başka bir yerde yaşamak iyi bir tecrübe oldu. Yani Türkiye’deki fırsat eşitsizliğinden, eğitimle ilgili problemlere kadar her şeyi askeriyede gördük. Sonuçta orada üniformanın altında herkes eşit.” Askerlikte yaşadığınız şeylerden esinlenerek bir şarkı yapmayı düşünüyor umsunuz? Doğan: “Bizim yaptığımız şarkılarda bir şeyin net etkisini hissetmek oldukça zordur aslında. Çünkü yaşadığımız şeyler, yaşamımızla da etkileşerek başka bir şeye dönüşüyor. Sonra onu şarkı sözlerimize adapte ediyoruz. Yani o şarkı sözlerinde tabii ki yaşadığımız her şeyden ufak ufak kalıntılar var. Askerde yaşadığımız şeylerin etkisi de olacaktır ama kimsenin ‘Bunlar askere gittiler. Bu şarkıyı da askerlikten çok etkilendikleri için yapmışlar’ diyebilecek kadar net bir tavırda olacağını sanmıyorum. Ancak onu biz kendimiz bilir ve hissederiz. Biz müziğin içine altı çizili cümleler koymayı tercih etmiyoruz. İçimizdekini bizim kriterlerimize uygun sanat üslubuyla yansıtıyoruz. Bugüne kadar böyle oldu, bundan sonrakiler de böyle olacak gibi görünüyor.” Askerde müzikle ne kadar ilgilenebildiniz? Güneş: “Biz İlke’yle beraber Ankara’da Armoni Mızıkası Komutanlığı’nda yaptık. Doğan da Erzincan’da... Bizim için askerlikte yaptığımız müzik tarzı daha popüler bir yerde duruyordu. O yüzden bu süreçte müzikal olarak Redd’i ve rock müziği çok özledik. Askerlik boyunca hiç de istemediğimiz şarkıları çalmak zorunda kaldık.” Yine de müzik yapmak askerliğinizi daha rahat geçirmiş olabilir mi? Güneş: “Tartışılır, maalesef tartışılır... Bugün televizyonda çıktığı zaman kanal değiştirdiğimiz insanlar ve müzik tarzları yaşamımıza girdi. Ve kabus haline gelebiliyor gerçekten bu durum.” Sevmediğiniz pek çok şarkıyı ezberlemek zorunda kalmışsınızdır... İlke: “Murat Evgin ve Suat Suna ile birlikte askerlik yaptık. Evet, onların şarkılarını çalmak zorunda kaldık!” Müzik, konuşamadıklarımın dışavurumu Dünyanın en önemli “Smooth Caz” piyanistleri arasında gösterilen Keiko Matsui, konser için Türkiye’ye geldi. Güney Afrika dilinde ruh ve yürek anlamına gelen “Moyo” adlı yeni albümü için 3 ay Güney Afrika’da kalan, müziğine farklı renkler katmayı seven 1961 doğumlu, iki çocuk annesi Matsui’nin yirmiden fazla albümü var. Utangaç yapısına rağmen sahnede dinleyicilerin ruhlarına yüreğiyle seslenmek isteyen Matsui, 1987’de “A Drop Of Water” adlı ilk albümüyle yakaladığı başarıyı “Full Moon And The Shrine” albümü ile “Soul Train Music Awards/Best Jazz Album of 1995” ödülünü alarak devam ettirdi. Başarısı, 2001 ve 2002 yıllarında “Billboard’s No. 1 Independent Contemporary Jazz Artist in America and 3rd In The World” ödülünü ve “Oasis Caz Ödülleri’nde En Başarılı Kadın Caz Sanatçısı ödülü”nü iki kez üst üste almasıyla devam etti. Keiko Matsui müziğin kendisinde yarattığı heyecanı dinleyicilerine ulaştırmak istiyor. Çırağan Sarayı’nda ayda bir düzenlenecek “Rhythm In Palace” günlerinin ilk konuğu olarak 20 Şubat’ta sahne alacak olan Keiko Matsui ile kariyeri, hissettikleri ve müziği hakkında konuştuk. Japonya’da kadın piyanist olarak tüm dünyaya adınızı duyurmanın zorlukları oldu mu? “Japon kültürü gereği 5 yaşında herhangi bir şeyin eğitimine başlıyoruz ve annem sayesinde ben de piyano eğitimi almaya başladım. Piyanist olmayı küçükken tabiki düşünmüyordum, bu nedenle kariyerimin de ne olacağını bilemiyordum. O zamanlar sporla da ilgileniyordum ve bestelerim hep günlüklerimin içindeydi. 17 BERİL ZAMAN yaşıma gelince Yamaha Müzik Vakfı’nın en iyi öğrencisi seçildim. Birden film müzikleri bestelemeye başladım, birden ‘Cosmos’ topluluğunu kurduk, birden albümler çıkmaya başladı. Aslında çok hızlı gelişti herşey ve ben bu kadar tanınacağımı hiç tahmin etmemiştim. Bu işin zor yanları da var. Sadece ün, sanheye çıkmak değil. Çok seyahat ediyorum. Sürekli yollardayız. Tüm ekipmanlarla ve grupla beraber yolculuk yapmak hatta bazen vize almak bile zor oluyor. Bir de benim utangaç bir yapım var ama sahneye çıktığım zaman utangaçlığım kalmıyor. Müzik bana öyle bir enerji veriyor ki bu enerjinin tamamını dinleyicilerle paylaşmak istiyorum. Sahnede çalarken tüm utangaçlığım gidiyor müziğim benim konuşamadıklarımın dışa vurumu oluyor.” Çalarken neler hissediyorsunuz? “Çalarken müzik beni farklı bir dünyaya götürüyor. Benim için dua etmek gibi büyülü ve gizemli... Bir hayranım bana yolladığı mailında ‘müziğinle ruhumun köklerine değiyorsun’ demişti. Öyle söyleyince anladımki çalmaya başladığım zaman ruhumu yukarda bilemediğim bir yere yolluyorum ve müziğimden zevk alanların ruhuyla o bilinmeyen yerde buluşuyoruz. Müziğimle gizemli ruhları birleştirip, o ruhların köklerine değmek istiyorum.” Smooth Caz’ı seçmeninizin nedeni bu mu? “Benim için aslında müziğin sınırları yok ama Amerikan Müzik Endüstrisinde radyodaki müzik türlerine göre sınıflandırılıyor albümler. Amerika benim müziğimi ‘Smooth Caz’ olarak lanse etti ve öyle de kaldı. Bu da benim işime geldi çünkü caz Amerika’da çok fazla dinleyicisi olan bir tür, cazla daha çok insana ulaşabildiğimi düşünüyorum. Radyoda çalındığım zaman insanların ‘Aa bu çalan Keiko demeleri’ çok hoş... Müzik herkese ulaşabilen evrensel bir olgu, bu nedenle sınırları olmamalı. Ben Jamiroquai ve Pussy Cat Dolls ile aynı sahneyi paylaştım. Birçok kişi ‘Acaba Keiko çalabilecek mi?’ diye düşündü. Ama ben çaldım hem de ruhumla çaldım. Sadece caz çalabiliyor gibi bir imajım bence yok artık. Türk izleyicilere göre de ben sadece caz yapmıyorum.” Türkiye’de olduğunuz için neler hissediyorsunuz? “Türkiye’de gördüğüm kadarıyla insanlar açık fikirli. Ben bu ülkeyi seviyorum. Son yıllarda bana gelen mektuplara baktığım zaman Türk hayranlarımın arttığını görüyorum. Bu yüzden de tekrar Türkiye’de konser verme fırsatım çıkınca çok heyecanlandım. Hem derin bir tarihi var, hem de manzarası, deniz beni çok etkiliyor. Ayrıca türk yemeklerine de bayılıyorum. Bu Türkiye’ye üçüncü kez gelişim ve ben Çırağan’daki bu piyanoyu tanıyorum. Biz eskiden beri tanışıyoruz aslında bu piyano benim. (Gülüyor) 20 Şubat’ta ki konserde son albümden parçalar da çalıcağız ve bu piyanoyla çalmak beni rahatlacak.” Peki, yeni albümden de biraz bahseder misiniz? “Bu albümün önceki albümlerden bazı farklılıkları var. İlk fark bu sefer albümdeki herşey bana ait, yani albümün yapımcılığını da ben üstlendim. Albümün adı Moyo. Moyo Güney Afrika dilinde ruh ve yürek anlamına geliyor. Bu albümde Güney Afrika enstürümanlarını, ezgilerini kullanmak istediğim için 3 ay Güney Afrika’da kaldım. Orada pozitif kazanımlar elde ettim. Bu albümde eski arkadaşlarımdan Hugh Masakela, Gerald Albright, Paul Taylor, Derek Nakamoto ile ve yeni arkadaşlarımdan Jonas Gwangwa, Richard Bona, Rob Watson, Lucas Senyatso, Lawrence Matshiza, Tlale Makhene, Grecco Buratto ve Waldemar Bastos ile çalışma fırsatı buldum. Bir müzisyen için kendini geliştirmek çok önemli; ben bu gelişimi farklı ülkelere giderek farklı kültürleri farklı insanları müziğime katarak yapmaya çalışıyorum. Müziğin dili, dini ve ırkı yok benim için.”