19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İstanbul onu unutmadı! İstanbul’da ölen Polonyalı şair Adam Mickiewicz için uluslararası bir kongre düzenlenince müzeye çevrilen evi de birden akıllara geliverdi İstanbul, aslında kıyıda köşede kalmış tarihi zenginlikleriyle dolu bir şehir. Kimi zaman farkında olmadan kimbilir kimlerin ne zaman ev sahipliği yaptığı yerlerden geçiyoruz. Bunların bir örneği de Tarlabaşı’nda Adam Mickiewicz’in oturduğu ev. Geçen hafta Topkapı Sarayı’nda Adam Mickiewicz kongresi düzenlendi. Dünyanın dört bir yanından 20’ye SİNEM edebiyatçı ile akademisyen geldi İstanbul’a bu kongre için. DÖNMEZ yakın Kongrenin programı renkliydi, Adam Mickiewicz Müzesi’nin ziyareti de dahildi. Geçen hafta bu vesileyle Tarlabaşı’ndaki müzeyi ziyaret ettik. Adına bir kongre düzenleniyor, evi müze haline getirilmişti. Peki kimdi Adam Mickiewicz? Müzeye girer girmez burnumuza keskin bir boya kokusu gelince müze görevlilerine sorduk. ‘Yeni restore edildi de’ yanıtını alınca gülmekten kendimizi alamadık. Bu kadar ziyaretçinin gelişi üzerine restore edildiğini anlamak için üstün zekaya sahip olmak gerekmiyordu. 1798 yılında eski Litvanya topraklarında dünyaya gelen Mickiewicz, haksızlığa uğramış ve türlü baskıyla karşı karşıya kalan halkının duygularını şiire dökmeye çok genç yaşta başlamış. Özgürlüğe adanmış ve Polonyalılarda özgürlük mücadelesi ateşini körükleyen geniş bir okuyucu kitlesi bulmuş şiirleri. 6 ARALIK 2008 CUMARTESİ 7 Karton karakterler dizileri öldürüyor Emir Benderlioğlu, ilk olarak Adem’in Trenleri’nde Bekir karakteriyle çıktı oyunculuk yolculuğuna. Sonra da Dedektif Biraderler ve Sessiz Fırtına. Şimdilerde ise Kavak Yelleri’nde Burak karakterini canlandırıyor. Annesi felsefeci, babası mimar, ressam ve heykeltraş. Çocukluğu iletişimin güçlü olduğu, konuşulabilen, tartışılabilen, ZUHAL sorgulayan bir ailenin içinde geçmiş. “Ben AYTOLUN öğrenmeye açımdır, asla çok şey bildiğimi iddia etmem” diyor Benderlioğlu. Duruşu sağlam; anlatacak çok şeyi var. Yeni açtığı mekanı “Cafe Benderli”de buluştuk. Çocukluğundan oyunculuk kariyerine, sanattan İstanbul’a, kriz dinlemeden açtığı yeni kafesi ve üzerinde çalıştığı romana kadar pek çok konuda konuştuk. Nasıl başladı oyunculuk? Ailenin etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Annem felsefeci, babam da ressam, heykeltraş ve mimar olunca düşünün ki o evde neler oluyor. Genlerin etkili olduğunu düşünmüyorum ama evde çok sık konuşulan konular olunca ilgi doğuyor. Biz evde film izler uzun uzun tartışırdık. 8 yaşındayken son gerçek Karagöz Hacivat oynatıcısı Hayâli Küçük Ali’nin torunu ‘Torun Çelebi’den hakiki Karagöz ve Hacivat hediye aldım. İlk olarak o deve derisinden oyuncak girdi yaşamıma sonra da bu kültürü okumaya ve derinliğine inmeye çalıştım. Taklit yeteneğimin gelişmeye başladığı dönem bu noktada başlıyor. Okuldan mezun olduktan sonra kısa filmler yapmaya başlamıştım. Alper Çağlar’ın Bukalemun adlı bir filminde oynadım. Bu filmle birlikte teklif geldi. Peki siz nasıl karşıladınız? İstanbul’dan Harika Uygur’un eline geçmiş film, beni sormuş. Böyle başlar ya hikaye. İlk önce haddim değil dedim. Bir sinema filminde başrol oynamam için eğitim almam gerektiğini düşündüm. Ama o beni ikna etti. Mesela ödüllü bir animasyon filmim var, ama eğitimini almadım. İnsanın içinde bir yetenek varsa ve birşeyler üretmek istiyorsa kendini eğitebilir. Okullu olmama gerek yok bende yetenek var demiyorum. Bu o kadar yanlış yerlere götürür ki insanı. Aslında çok ciddi bir kişisel yolculuk benimkisi. Karagöz Hacivat’tan bu yana... Size kapı açan bir şans faktörü var mıdır yaşamınızda? Bana göre şans diye birşey yok; eğer ki varsa tesadüf de vardır. Ancak evrenin hiçbir noktasında tesadüf yoktur. Olacak olanlar bizim peşimizden gelmiyor, biz onların peşinden gidiyoruz. Ben, bu hayatta sanat yoluyla kendimi ifade edebilen bir birey olduğum için şanslıyım. Önemli olan her zaman üretebilmektir ve ben bunun için şükrediyorum. Bunun için kendimi şanslı hissedebilirim. BABİL’İN TA KENDİSİ Doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan şair, Wilno, Petersburg, Odessa ve Moskova’da kalmış. Oradan Avrupaya geçen ve Almanya, italya gibi ülkelerde Polonyalı göçmenlerin toplantılarına katılmış. 1848 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalılar’ın durumunu incelemek ve 1853 yılında başlayan Kırım Savaşı‘nda onların Türkiye safında aldıkları yeri güçlendirmek gayesiyle Osmanlı Devleti’ne gelmişti. 1855 yılında İstanbul’a gelen şair, Galata’da daha sonra da Tarlabaşı’nda yaşamış. Daha sonra İstanbul’u saran kolera salgınına hastaları ziyaret ettiğinde yakalanmış Mickiewicz, ölümü de bu hastalıktan olmuş. İstanbul’dan çok etkilenen Mickiewicz’in kendisinden dinleyelim şehri: “İstanbul, bir zamanların Bizans’ı, eski tarihlerin hatıralarıyla soluk alıp veriyor: Yarı yarıya yıkılmış kale surları, 2. Mehmed’in şehre girdiği kapı, Ayasofya, dağlarca büyük. Pera, birbirlerine taban tabana zıt renklerle kaynaşıyor. Çaputlar içnde dilenci, kafasında fesi zengin bir tüccar, fukara kocakarı ve yaşmaklara bürünmüş bir kadın. Diller dar sokakların gürültüsüne karışıyor. Babil Kulesi’nin ta kendisi.” 3 katlı binanın en alt katında şairin sembolik bir mezarı var. Döne döne tırmanan merdivenlerden çıktığınızda karşılıklı iki oda ve duvarlar Mickiewicz’in portreleri ile büst ve heykelleri karşılıyor sizi. Polonya Kültür ve Sanat bakanlığı ile 1955 yılında yapılan işbirliği sonucu yaşadığı evin bulunduğu bina müze haline getirildi. Türk ve İslam Eserleri Müzesine bağlı olarak hizmet veren 3 katlı müzede Mickiewicz’in hayatı ile ilgili bilgi ve belgeler, Polonya özgürlük mücadelesinin yanı sıra şairin İstanbul’da bulunduğu yıllara ait belge, gravür ve fotoğraflar yer alıyor. İSTANBUL’UN RUHU Kendinizi nasıl yetiştiriyorsunuz? Bilgiye karşı tutkulu bir adamım. Aşağılık bir bilgi olmadığına inanıyorum. Her bilgiye açım. O yüzden de pek çok şeye ilgim var. Sorgulayan bir aile, çokça soru soran bir çocukluk dönemi ve sanat ile kendini ifade. Peki çevrenizi nasıl sorguluyorsunuz? Örnekse sanata toplumsal bakışı... Öyle bir bakış yok ki. Toplumun sanata bakışı, estetiği bireyden başlayarak yaşama nasıl adapte ettiği ile ilgili bir durum. Bu da bir ülkenin bir şehrinde dolaşırken anlaşılabilir. Mesela İstanbul’dasınız... Bir şehrin kültürünü en iyi yansıtan tabelalardır. İstanbul’daki tabelalara bir bakın, siz yorumlayın. İnsanların nasıl yaşadığı ve yaşattığına bağlı olarak şehrin ruhu ve görüntüsü değişebiliyor. Bu şehrin ruhu o kadar kuvvetli ki bununla mücadele ediyor yüzyıllardır. Ben artık bu şehrin sadece ruhunu seviyorum açıkçası. Çünkü şehrin ruhu İstanbul insanına ulaşmak için elinden geleni yapıyor. Ama insanlar artık bakmıyor bile. Sizce engel ne? Çok fazla şey var. Öncelikle insanın kendisinde araması gerekiyor engelleri. Kendi adına estetik yaşasa insan, bununla çevresini de etkilemiş olur. Televizyona suç atıyoruz. Ama o da o kadar karmaşık bir yapı haline geldi ki. Üretimi yayma aygıtlarıyla topluma bazı şeyleri empoze ediyorlar, yeniden inşa ediyorlar diye düşünürken, artık iyice farklılaştı. İş ticaret ve para kazanma. Televizyonun suçu da değil sadece. Herkes bu yöne kayıyor. İnsanlar paraya doğru yöneliyor. VAROLUŞUN KISA TARİHİ Kavak Yelleri’nin bu kadar çok kişi tarafından izlenmesini nasıl yorumluyorsunuz? Uçuş uçuş bir dizi çünkü. Ufak alt hikayelerle kurulu güzel bir senaryosu var ve güzel anlatılıyor. Gençlerin aslında ne kadar ağır sorumluluklar altında yaşadığını gösteriyor. Karakterlerin içeriğinde bir anlatım var. Türkiye’de en sık düşülen hata karton karakterler yaratılması. Bu dizide kağıt üzerinde dahi yaşıyor karakterler. ‘Yazmadan çizmeden duramam’ dediniz. Var mı yazım çalışmanız? Hiç senaryo yazmadım ama şu an üzerinde çalıştığım bir kitap var. Bunu az sayıda dostum biliyor. Küçüklüğümden beri beni etkileyen düşüncelerle, kendi kendime sorguladığım bir kurgu roman. İsmi de Varoluşun Kısa Tarihi. Türkiye’nin burcu Oğlak ŞİRİN GÜVEN Türkiye’deki kadınların çoğunun adı Fatma, Ayşe, Emine, Hatice ve Zeynep. Erkekler arasında en çok rağbet gören isimler ise; Mehmet, Mustafa, Ahmet, Ali, Hüseyin. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün yaptığı istatistiğin sonucu veriyor bu bilgileri. Çalışma yıllar arasındaki farkları da göstermiş. Mesela 1980’den itibaren on yıl içinde tüm Türkiye’de en çok kullanılan kadın isimleri 2008’e kadar kullanılanlarla aynı: Fatma, Ayşe, Emine, Hatice, Zeynep. Erkeklerde ise ufak bir farklılık var. Hüseyin yerine 1980 ile 1990 arasında Murat daha çok kullanılıyormuş. 1991’den 2002’ye kadar ise, Merve, Büşra ve Elif en çok kullanılan isimlerdenmiş. Erkeklerde ise Emre. 2005 yılına kadarki en popüler kadın isimlerine İrem, 2007’de ise Yağmur ekleniyor. Erkeklerde de 2005’te Furkan, 2006’da Emirhan, 2007’de de Arda yeni doğan bebeklere en çok verilen isimlerden. Gelelim soyadlara... Türkiye’de en çok Yılmaz, Kaya, Demir, Şahin ve Çelik soyadı kullanılıyormuş. Kadın ve erkeklerin ortak kullandığı isimlere de bakmayı unutmamışlar. Yaşar, Ayhan, Dursun, İsmet, Muzaffer, Ümit, Satı, Muhterem, Servet, Durdu, Özcan, Yüksel ve Fikret bu isimlerden birkaçı. Bunlardan Satı kadınların, Yaşar ise erkeklerin favorileriymiş. İllere göre ayrı ayrı da bakılmış isimlede. Mesela Diyarbakır’da Remziye çok kullanılırken, Rize de Havva tercih ediliyormuş. Muş’ta Songül, Çanakkale’de Hanife, Mardin’de Meryem, Konya’da Şerife, Muğla’daysa Sultan ailelerin çocuklarına en çok verdiği isimler arasında. Erkekler içinse, Ramazan Diyarbakır’da, Hasan Kahramanmaraş ve Rize’de, İsmail Kütahya’da, Osman Kayseri’de, Ramazan Isparta’da daha çok kullanılıyormuş. CAFE BENDERLİ AÇILIYOR Ekonomik krizde kafe açma fikri nasıl ortaya çıktı? Zamanlama öyle denk geldi ama biz yine de bu işi yapmak istedik. Ankara’da bir kafe vardır; Kafe Bien. Müdavimleri vardır, tabelası bile yoktur. Hayatımın büyük bir çoğunluğu orada geçti. İnsanların bir araya gelip gerçekten birşeyler paylaştığı bir yer açmak istedik. Bu köşebaşına hem sevdiğimiz hem de tanıyıp sevebileceğimiz insanlar gelecek. Peki neden Cihangir’de açıyorsunuz? Zaten bu yüzden burada. Bir müdavim kafesi olmasını istedik. Üç ortağız. Ferdi Kurtuldu, ben ve Eda Ertürk. Aynı bakış açısında aynı amaç için bir araya gelip Cafe Benderli’yi açıyoruz. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Taha Feyizli’nin altı bölümlük belgeseli izleyiciyle buluşuyor Hepimiz ‘Öteki’yiz Hepimizin dünyası ise bu dünya ötekiler kim? Biz miyiz yoksa diğerleri mi? Erkeğe göre kadın, hristiyana göre müslüman, beyaza göre siyah. Kısaca güçlünün güçlüye emrettiği bir düzende bizden farklı olan ama illa daha aşağı olandır öteki. Hepimiz bildik şekilde doğuyoruz dünyaya. Masum ve renkli bir çiçek gibi açılıyoruz hayatın orta yerinde. Büyüyor, kadın oluyor, erkek oluyor hayatın içinde binlerce ad oluyoruz. Gün geliyor yıpranıyor, yıpratılıyoruz. Öldürüyor, öldürülüyoruz, çalıyoruz, ırza geçiyor, acıları görmüyor, bazen acının nesnesi bazen sebebi oluyoruz. Gökkuşağında bir renk hayal edin ötekilerle varolmak istemeyen. Unutmayın dünyanın yarısı mutlu, yarısı üzgün. Oysa ayrım gözetmeksizin herkes aynı haklara sahiptir; suçlular, devlet başkanları, çocuklar, kadınlar, erkekler, Afrikalılar, Avrupalılar, Asyalılar, mülteciler, işsizler, öğretmenler, sanatçılar... Çünkü herkes insandır. İnsan haklarının gücü, herkese eşit davranılması ilkesinden gelmektedir. Öteki beyaz olmayandır, siyahtır, sarıdır, kadındır, öteki deli ve aynı zamanda tehlikeli. Bizim gibi olmayandır öteki ve bu isyan belki de bundandır. Peki ya diğerleri? Nedir ötekilerden farkı? Ayrıcalığı? Peki ya bu dünya kimin dünyası? Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının destekleriyle, TRT Ankara Televizyonu Belgesel Programları Müdürlüğünce, ödüllü yönetmen Taha Feyizli tarafından hazırlanan “Öteki” adlı altı bölümlük belgesel bu ay TRT ekranlarından seyirciyle buluşuyor. Belgeselin araştırma, çekim ve post prodüksiyon aşaması iki yıl sürdü. Belgesel için konunun uzmanları, araştırmacılarla görüşüldü. En önemlisi; ihlal, şiddet ve ayrımcılığa uğrayan mağdurlarla yüz yüze görüşüldü, yaşadıkları birinci elden belgelendi. Belgeselde ayrıca konuyla ilgili belgelere yer verildi. . Çekimleri Ankara, İstanbul, Konya, Kayseri, Eskişehir’de gerçekleştirilen belgeselin senaryosunu roman yazarı Mine Artu yazdı. Belgeselin özgün müziklerini ise Kayhan Güler besteledi ve hazırladı. “Öteki” adlı belgesel proje ile hayatın her alanında küresel düzeyde karşı karşıya bulunan eşitsizlik ve ayrımları ortaya koymak ve geleceğin eşitlikçi dünyasına ulaşmak için düşünmeyi teşvik etmek amaçlanmakta... MEHMET KAYA’LAR YANDI Türkiye’nin burç haritası da var sonuçlarda. En fazla doğum oranı 23 Aralık ile 20 Ocak tarihleri arasında olmuş. Yani Türkiye’de doğanların çoğu mantıklı toprak burçlarından ‘oğlak’. Burcun en belirgin özellikleri ise güvenilir, çalışkan, kararlı, sabırlı ve istekli olması. Bu Türkiye’yi çalışkan, güvenilir ve kararlı yapar mı bilemeyiz tabii. İkinci sırada duygusal su grubundan ‘yengeç’ var. Nazik, hassas, sempatik, merhametli ve düş gücü yüksek olan yengeç. Üç numarada ise ‘balık’ burcu var. Bu burç da, alçak gönüllü. şefkatli, sempatik, hassas, anlayışlı, yardımsever, merhametli ve sezgilerinin kuvvetli olmasıyla biliniyor. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün yaptığı istatistiklerin sonuçları böyle. Adınız Fatma, soyadınız Yılmaz’sa ya da adınız Mehmet, soyadınız Kaya ise yandınız. Çünkü sizinle aynı ismi taşıyan milyonlar var. Hele bir de 23 Aralık ile 20 Ocak arasında doğduysa yandınız. Kim bilir, belki de sık sık sizinle aynı ad ve soyadı taşıyan, üstelik de aynı günde doğmuş birileriyle karşılaşırsınız ya da karıştırılırsınız. Türkiye’nin profili gibi çalışkan, kararlı ve sabırlı birileriyle... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle