Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 03 17/1/08 16:26 Page 1 CUMARTESİ EKİ 3 CMYK 19 OCAK 2008 CUMARTESİ 3 Frank Gehry İstanbul’a neler getirecek? ESRA ALİÇAVUŞOĞLU esraali@yahoo.com ’ların başında Londra’daki Tate Galeri’nin artık koleksiyona dar gelmesiyle birlikte yeni müze binası arayışları da başlamıştı. Üzerinde en çok konuşulan, elbette ki, müzenin kim tarafından yapılacağı, yani mimarının kim olacağıydı. Ama beklenilenin aksine yeni bir yapı inşa etmektense varolan bir elektrik santralını müzeye dönüştürmeyi uygun görmüştü yetkililer. İngiltere’nin kırmızı telefon kulübelerinin de tasarımcı olan Gilbert Scott’un imzasını taşıyan elektrik santralının dönüşüm projesi için açılan yarışmayı İsviçreli Herzog ve de Meuron kazandı. Yeni bir müze yapmaktansa eski bir yapıyı dönüştürme kararının alınması en çok Britanyalı mimarların tepkisine neden olmuştu. Bir milenyum projesi olarak kamuoyuna sunulan Tate Modern’in eski bir yapıda kurulacak olması İngiliz mimarların ellerinden alınan büyük bir fırsat olarak değerlendirildi. 2000 yılında açılan Tate Modern’e bugün bile 20. yüzyılın kapanışını simgeleyecek bir yapıdan İngiliz mimarların mahrum edildiği söylentilerinin gölgesi düşebiliyor zaman zaman... 1990 Yanıtsız kalacağı belli bir mektup Sevgili Roland Topor, Ankara’da hazırlanan Türkiye’deki ilk serginizi tesadüf eseri gördükten sonra Galeri Nev’de tahminimden de uzun dsüre kaldım. Litografileriniz, elle renklendirdiğiniz baskılarınız, kitaplarınız, en önemlisi çizip imzalamadan dünya değiştirdiğiniz son afişinizi de görmek müthiş heyecanlandırdı beni. Farkında olmadan Toporland’ın içine girmiş oldum. Serginizi gezdikten sonra uzandığım koltukta sızmışım. Sizinle konuşuyoruz rüyamda. Palet’teyiz. Size, yarım yamalak Fransızcamla, atölyesindeki büyük tuvalin üzerine büyük apdestini yapan ressamı anlatmaya çalışıyorum. Gülmekten konuşamıyorum. Çünkü tuvalin üzerinde kalın Kayseri sucuğu gibi duran dışkı bir soru işareti şeklinde. Nedir bu soru işaretinin anlamı diye soruyorum. Gülerek yanıtlıyorsunuz beni, ressamın korkusu diye! Hafifçe irkiliyorum bu gülme krizinden. Uyku ile uyanıklık arasındayım. Kar yağmış. Ortalık bembeyaz, sokağın beyazlığı otel odasından içeriye giriyor. Sergideki çalışmalarınızı düşünüyorum, konuşmalarımız geliyor aklıma, bir de babanız Bay Abraham. Onun bana sorduğu garip Almanca sorular. Bunlar 1988 yılının Eylül ayında kaldı. Onca yıl sonra tam olarak hatırlamam mümkün değil konuştuklarımızı. O yıllara ait defterlerimin hepsi babamın evinde kaldı zaten. Sizin garip çizginizi, aptal numarasına yatıp şeytani fikirlerinizi ortaya koymanızı, korku dolu konularınızı seviyorum. Öylesine garip bir mizah anlayışınız var ki, bunu anlamak ta yorumlamakta ayrı bir sorun. Çizgi ile yazı, resimle şiir, halk ozanıyla popüler çizer arasında gidip gelen, tanımlaması imkansız bir ustalığınız var sevgili Roland Topor. Şiirlerinizi okuyup çizgilerinizin keyfine vardıktan, Ferit Edgü’nün bizzat çevirip linol baskılarınızla yayınladığı “Toptopor” (1988) kitabınızı defalarca okuduktan sonra, yarı uyanık, yarı uykulu halde duyumsuyorum size ne kadar hayran olduğumu. Hem sanat, hem de aşk hayatında bunca başarısızlıktan sonra, onsekiz yıl öncesine dönüp bana verdiğiniz öğütleri hatırlamaya çalışıyorum. Sanatçıları pek ciddiye alma! Aşk hepsinden önemli. Aşkı yaşarken en yüce sanatı icra ettiğini unutma! Şimdi bu mektupta dile NECMİ SÖNMEZ FABRİKA MÜZE Elbette bütçe ve daha birçok nedenden ötürü mimarların ikinci plana atılıp esas olarak koleksiyonun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı Tate Modern örneğinin tam tersi gelişen projeler de mevcut. Müzecilik pratikleri sözkonu olduğunda artık neredeyse klişe bir örneğe dönüşen Bilbao Guggenheim Müzesi gibi. Versiyonlarını Liverpool, St Ives gibi kentlerde de gördüğümüz, müzenin konumlandığı şehri yeniden keşfedilecek bir kültürel çekim merkezine dönüştürecek projeler bunlar... Bilbao ya da Liverpool gibi işi olmayan kimsenin uğramadığı şehirlere ünlü mimarlar tarafından yapılmış görkemli yapılar inşa ederek buraları keşfedilecek yeni mekânlara, kültür merkezlerine dönüştürmek stratejik atılımlar olarak değerlendirilmeli ve en çok da kültür endüstrisi bağlamında irdelenmelidir. Tate Modern, Bibbao Guggenheim gibi müzelerin ve kurumların ülkemiz bağlamında akla getirdiği örnekler de var... İstanbul’un merkezinde sayılabilecek, dönüşüme uğramış “fabrika müze” tipolojisine giren, adı Tate Modern’i anımsatan İstanbul Modern ve Santral İstanbul gibi. Daha genel olarak baktığımızda özellikle özel kurumlar tarafından açılan müzelerin varolan yapıların dönüştürülmesiyle şekillendiğini görüyoruz. Bugün hâlâ İstanbul’da Arkeoloji Müzesi dışında müze binası olarak inşa edilmiş herhangi bir yapı bulunmuyor ne yazık ki. Kültür merkezleri söz konusu olduğunda ise Atatürk Kültür Merkezi örneğinde olduğu gibi karmaşık ve çetrefilli bir durum söz konusu. Yıkılıp yıkılmaması yapının kabuğunu aşmış görünüyor ve bu türden her kültür yapısında olduğu gibi ideolojik yansımaları da beraberinde getiriyor. Konuttan, depodan, santraldan dönüşen müzeleri ve yıkılıp yerine yenisinin yapılacağı tartışmalarının odağındaki AKM’yi bir yana bırakırsak kültür dünyasını meşgul edecek bir başka durum ile karşı karşıyayız şu günlerde... Adı Bilbao Guggenheim Müzesi ile özdeşleşen dünyaca ünlü mimar Frank O. Gehry, Tepebaşı’ndaki TRT binasının yerine yapılacak kültür merkezinin mimarı olarak anılıyor. Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün kurucusu olan Suna Inan Kıraç Vakfı tarafından gerçekleştirilmesi planlanan kültür merkezi öyle görünüyor ki, en çok mimarı ve mimarisi ile konuşulacak. İstanbul gibi mimari dokusu görkemli “klasik” yapılarla çevrelenmiş kentin silüetine farklı bir doku kazandıracağı kesin bu yapının. Ancak, Ayasofya, Süleymaniye,Topkapı vb. gibi farklı dönem ve üsluplara ait yapıların olduğu bu kent zaten başlıbaşına bir çekim merkezi... İşte bu özellikleri ile en baştan Liverpool ve Bilbao’dan ayrışıyor. Bu anlamda İstanbul için Frank Gehry’nin bu yapısının daha çok yerli izleyici için daha anlamlı olacağını söylemek mümkün. Kısaca, Frank Gehry’nin tasarladığı bu yapı ile İstanbul klasik yapıt koleksiyonuna bir de modern mimarlık anıtı eklemiş olacak. GEHRY ROL ÇALDI Gelelim TRT binasının Suna İnan Kıraç Vakfı’na verilmesi ile ilgili sürecin ayrıntılarına. 11 Ocak günü Doğan Hızlan’ın kaleme aldığı “Tepebaşı’ndaki TRT ve Alanı Suna Kıraç Kültür Merkezi Oluyor” başlığındaki yazısından takip ediyoruz son gelişmeleri. Vakıf tüm mali kaynağı hazırlamış; binanın belediyeden kendilerine satışının gerçekleşmesini bekliyorlarmış. Merkezin içeriğini henüz bilmiyoruz; bildiğimiz aynı cadde üzerindeki Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ile bağlantısının yer altından yapılacak olması. Frank Gehry daha en başından Suna Kıraç Kültür Merkezi’nden rol çalmış görünüyor. Ama tarihi silüetler kenti İstanbul, rolünü Gehry’e o kadar kolay kaptıracağa benzemiyor. Şüphesiz İstanbul için büyük bir kültürel katkı sağlayacak bu yapı ama Bilbao ve Liverpool örneklerinde olduğu gibi İstanbul’u tek başına “uçurmasını” beklemek hayal kurmak olur. Tabii gerçekleşmesine herkesin sevineceği bir hayal... getiremiyeceğim namahrem öğütlerinizi es geciyorum. Bilinen sebeblerden ötürü. Linol baskılarınıza, siyah beyaz çizimlerinize bakarken ölümü, bir figür, bir leitmotife olarak bu kadar sıklıkla çizmeniz şaşırtıyor beni. Ölüm figürü, neredeyse her dört resimde bir, bazen bir kuru kafa, bazen bir azrail, bazen de bir şeytan olarak Ankara’daki sergide sanki belli bir mesafeden bana bakıyorlardı! Kuru kafalar, iskeletler, tabutlar, mezar kazıcıları, ölümü çağrıştıran imgeler, cinselliğin, aşkın tüm figürlerini bastıracak yoğunluğa sahip bu sergide. Bu bir tesadüf mü? Sizin gibi ölümsüz bir aşk ustası, gülmenin yüceliğine inanan amatör bir filozof nasıl olur da bu kadar baştacı eder ölümü? Sizin kendinizle alay etmenize, kullandığınız o garip dile hayranım Roland Topor. Bu dil, bu kadar yoğun erotik çağrışımlarla dolu ki çoğu kez acaba doğru mu anladım diye şüpheye düştüğüm anlar oluyor. Çizilmiş bir imge ile yazılı bir imge arasında öylesine aracısız, öylesine bütünsel bir ilişkiniz var ki, tam anlamıyla şiir ile resim arasındaki “o garip bölgede” duruyorsunuz. Bu yüzden belki resimleriniz müzelerde, şiirleriniz antolojilerde tek başına yer almıyor. Özel kitapların, lüks baskı edisyonların, numaralandırılmış istisna kitapların yaratıcısı olarak sizi kavramanın en iyi yolu bu kitapları bir sanat objesi olarak ele alıp desenlerine bakmak, kalın kağıdın dokusunu parmak uclarında hissedip, çizgilerinizin akışkanlığına tanıklık etmek. Ama bu özel baskılar son derece pahalı, eldiven takılıp bakılan pırlantalar adeta. Bu güzel kitaplar beni hep hırsızlığa teşvik etmişlerdir. Deniz’i oyalayıp böylesi güzel bir kitabı çantamda götürmeyi düşünmedim değil, ama yapamadım… Ankara’daki serginizi hazırlanış sırasında, birçok çalışmanızı henüz çerçevelenmeden paspartolu haliyle görmek beni tahrik ettiği için sıradan bir sergi yazısı yerine bu mektubu kaleme aldım sevgili Roland Topor! Gülümseyen yüzünüzü, zeytin renkli patlak gözlerinizi, bir sergi afişinizi Palet’in camından yürütüp imzalamanızı rica ettiğimde beni nasıl payladığınızı unutmam mümkün değil. Daha sonra kaybettiğim bu imzalı afiş kadar yitirdiğime üzüldüğüm başka arşiv malzemesi yok! Hayranlıkla Necmi Roland Topor’un (19381997) yetmisbesinci dogumgünü nedeniyle Ankara Galeri Nev’de düzenlenen “Panik” isimli sergi 6 Subat’a dek izlenebilir. www.galerinev.com Fotoğrafın aksak ritmi Roxy, yeni bir sergiye ev sahipliği yapıyor; ‘Aksak’ fotoğraflara. 17 yıldır fotoğraf sanatıyla uğraşan Bulagoy Toprakidis, yıllar içinde çektiği fotoğraf karelerinden kesitler kullanarak oluşturmuş eserlerini. 17 eser, balık, martı, kadın ya da müzik temalı... Serginin adı İspanyolca’da ‘aksak’ anlamına gelen ‘Cojo’ başlığını taşıyor. ‘Neden aksak?’ sorusuna Toprakidis şu yanıtı veriyor: “Kullandığım fotoğraflar ya da fotoğraf kesitleri birbirin tamamlayan şeyler değil. Tam tersine parça parça, aksak giden bir yapı oluşturuyor. Bu yüzden de müzikteki aksak ritim gibi olduğunu düşündüm ve bu ismi verdim.” 23 Ocak’ta Roxy Etkinlik Platformu’nda başlayacak olan sergi 08 Şubat’a kadar sürecek. Toprakidis’in ilk sergisi niteliğini de taşıyan etkinlikte, fotoğrafın etrafına verilen ışıkla aynı zamanda duvarda aydınlatma işlevi gören eserler de bulunuyor.