20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 02 10/1/08 16:59 Page 1 CUMARTESİ EKİ 2 CMYK 2 12 OCAK 2008 CUMARTESİ Paris: Yalnızlıkların ışıklı imdilerde başyapıtı “Das Prinzip Hoffnung” (Umut İlkesi) Türkçe de okunabilen Ernst Bloch, 1920 ve 1930’lardaki Berlin’i anlatırken bu metropolün parlak ışıklarının sadece karanlığı yoğunlaştırmaya yaradığını yazmıştı. Benzer bir görüşü ömrünün büyük bölümünü Paris’te geçiren Prof. Dr. M. Şehmus Güzel de savunuyor. Çalışmalarını 30 yıldır Fransa’da ve bunun da 25 yılını Paris’te sürdüren M. Şehmus Güzel, Türk aydınının gereğinden fazla yakınlık gösterdiği Paris’in hiç de öyle OSMAN anlatıldığı veya dışarıdan göründüğü olmadığını belirtiyor. Bir süre ÇUTSAY gibi önce metropol yalnızlıklarını işlediği yeni kitabı “... Ve Kapımı Çaldı Yalnızlık”ı yayımlayan Prof. Dr. Güzel’e göre, Paris, dostlukların ve ihtilallerin değil, acımasız yalnızlıkların, yoksullukların ve ezilen solun kalesi. M. Şehmus Güzel, Paris ve insanla ilgili “çağdaş yanılsamalar” hakkında Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. Bir “Işık Kent” olarak çiziyorsunuz Paris’i. Ama aynı zamanda boğucu bir metropol olduğunu da ekliyorsunuz. Peki, ama bu şehrin hep kozmopolit, çokkültürlü, çok uluslu, çok sesli olduğu hikaye edilir. Böyle bir şehir, bütün o parlaklığı, aydınlanmacı ve aydınca birikimi içinde, sıradan insanı nasıl olur da acımasız bir yalnızlığa mahkum eder? Paris böyledir işte: Hem “Işık Kent”tir, hem de “yalnızlıkların” başkentidir. Nitekim milyonlarca avro sarf edilerek “ışıklandırılan” ChampsElysees Caddesi’ni “Zafer Takı”na doğru aşıp Avenue de la Grande Armee’ye doğru yönelirseniz, yalnızlık yakanıza yapışır. Birdenbire kendinizi karanlıkların içinde ve kaldırımlara “vurmuş” erkek ve kadın seks tacirlerinin arasında bulursunuz. İşte Paris aynı zamanda budur: Işık ve karanlık bir arada. Şatafat ve pespayelik yan yana. Zafer Takı’ndan Avenue Foch tarafına doğru giderseniz... Gitmeyin ne olur! Hadi gittiniz diyelim, orada otomobil içindeki gölge oyunları gözlerinizi yaşartabilir. Bunlar Paris’in en ünlü caddeleridir şaka maka. Ve aynen böyle işte hemen yanı başlarında insanlığın “çukurlarda” yittiği mekânlar. Daha ne olsun? Alabildiğine zenginlik, yalnızlık ve yoklukla “komşu”. Yani Paris birçok benzeri “dünya kentinde”, metropolde, megapolde olduğu gibi bin bir yüzlüdür. Türkiye’de kimi “çok bilmişlerin” kurulu bir papağan gibi yinelemekten bıkmadıkları “Paris bir şenliktir” teranesinin maziye karışmak üzere olduğunu anlatmak istiyorum. Paris üzerine yazarken “nerede” durduğumuz önemli. Burunlarını “beyaz”dan, dillerini “yarin ağzından” ve “kırmızı”dan çekemeyen ve gözleri Eyfel Kulesi’nin “ihtişamından” kamaşmış ABD’li ve herşeyi bildiğini sanan ama kara cahil Türk veya Türkiyeli, artık nasıl isterseniz öyle, yazarlar, Paris’in bütün yüzlerini bilemezler, yazamazlar. Yazmazlar. Bunları Paris Kitabı da yazmaz. Yazamaz. Bu dünya şehrinin sıradan insanı yalnızlığa mahkum etmesinin ana gerekçeleri sizce nerelerde aranmalı? Dünya kadar neden sıralamak olası. Burada birkaçına değinebiliriz. Önce “yurttaşlık”tan “birey”e geçilmesinin ve bunun hızla “birey”e ve nihayet “bir”e dönüşmesinin ve bizzat yaratanlarını bile korkutmasının altını çizmek lazım: Evet Mayıs 1968 ve hemen sonrasında epey abartılarak yüceltilen birey ve bunun ayrılmaz parçası olarak bireycilik bugün artık “fazla gelmeye” başladı. Bizzat bunun yaratıcıları bile onun ağırlığı altında eziliyorlar ve “Anne, imdat, yalnızlık!” diye bağrışıyorlar. İnsanoğlu yalnız yaşamak için doğmadı. Yalnızlık insana yakışmaz. İyi de, toplum dokusunun alabildiğine paramparça edildiği ekonomik ve toplumsal bir sistemde başka ne yapılabilir? Nedenler arasında kentlerin hele dünya kentlerinin mimari yapısını bile sayabiliriz: 2530 katlı gökdelenlere bir kasaba nüfusu kadar insan tıkılıyor. Oysa bu Merhaba Çevremize yabancıyız, birbirimize yabancıyız... Adını koyalım, bu yalnız İstanbul’un değil tüm büyükşehirlerin ortak hastalığının dışa vurumu... Çığrından çıkan bireycilik... Robotlaşan insanlar... Yalnızlaşan, yalnızlaştırılan bir yaşam... Güvensiz, paylaşmayı ve gülümsemeyi beceremeyen, dost sohbetlerinden kaçan, her an tetikte, herkesi potansiyel suçlu gören ‘kent soylular’... Onların ki bilinçli bir yalnızlık değildir aslında. İç dünyalarına doğru kısa bir yolculuğa çıkmak, biraz kafa dinlemek için seçmemişlerdir tek başına kalmayı... Bu düzenin dayattığı yaşam tarzına boyun eğiştir... Yavaş yavaş hem kendilerini hem de çevrelerindekileri iterler karanlığın kuyusuna... Sonra şiirler ve şarkılarda avuturlar kendilerini. Kimseyi davet etmedikleri sığınakları bir süre sonra hücreleri haline gelir. Aslında ne kadar da kalabalıktırlar dışarıdan bakıldığında. İşte, okulda, tiyatroda, sinemada, vapurda, otobüste ya da metroda yan yana durduklarında ‘size ihtiyacım yok, ben tek başıma da mutluyum’ yalanını söylerler kendilerine. Sadece İstanbul, Ankara ya da İzmir gibi büyükşehirlerin değil dünyanın tüm büyükşehirlerinin ortak hastalığı yalnızlık. Gelişmenin, teknolojik ilerleminin yan etkisi; yitirilen ve içi boşaltılan değerler. Ne demeli, paylaştıkça acıların azaldığını, mutluluğun çoğaldığını unutturan bir çağdayız... Prof. Dr. M. Şehmus Güzel ‘... Ve Kapımı Çaldı Yalnızlık’ kitabında ‘ışık kent’ Paris’ten yola çıkarak metropollerin, megapollerin ‘kalabalıklar içersinde insanı nasıl yalnızlaştırdığını’ anlatıyor. Osman Çutsay’ın Güzel’le yaptığı söyleşiyi okurken Atilla İlhan’ın ‘bu gece dağ başları kadar yalnızım’ dizeleri takılıyor dilimize. Sonra Orhan Veli’nin yalnızlık şiirini anımsıyoruz: Bilmezler yalnız yasamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler. İyi hafta sonları... Ş binaların hiçbirinde en basit bir kasabadaki kadar bile toplumsal ve kamusal alan yok. Komşuluk hayatı sıfıra indirgeniyor. 20 yıldır aynı binada oturuyoruz ama komşularımızın hiçbiri birkaç aydan veya taş çatlasa biriki yıldan fazla kalamıyor. Toplumsal hareketlilik bunu dayatıyor: Bilmem nerede iş bulan genç veya daha az genç kapıp valizlerini gidiyor veya yokluk içine düşen yaşlı bir çift hiç haber vermeden kayboluyor... Fotoğraf: F. GÜZEL başkenti TÜRKİYE’DE AİLE DAYANIYOR Türkiye ile Fransa, Paris ile İstanbul veya Ankara bu açıdan çok mu farklı insan malzemelerine sahip? Kanımca kitabımda anlattığım türdeki yalnızlık(lar)ın Türkiye’ye ve onun en önemli iki kentine ulaşması için biraz daha beklemek gerekiyor. Belki hiç ulaşmazlar. İyi de olur. Ancak bu yönde bir gidiş söz konusu maalesef. Özellikle İstanbul’un gök tırmalayan, göğü rahatsız eden onlarca katlı binalarında. Ve hele kimi tek çocuklu anne ve/veya babalarda. Bilinen biçimiyle İstanbul’daki çalışma ve yaşama koşulları Batı türü yalnızlıkları da dayatabilir. Ayrıca onca bindirmesine karşın, sistem, kapitalizm diyebiliriz sanıyorum, Türkiye’deki toplumsal dokuyu, Fransalarda ve Parislerdeki kadar sarsalamadı, parçalayamadı. İslamlaşma olgusunda bu dayatmanın da etkilerini aramak gerekiyor. Çünkü İslamlaşma, Avrupa kentlerinde ve ülkemizde bu tür dayatmalara karşı bir tür savunma aracı gibi de görülebiliyor. En azından kimi çevreler veya kimi bireyler için. Aile içi dayanışma sürüyor. Toplumsal dayanışma darbeler yiyor, ama dayanıyor... Ne zamana kadar? Göreceğiz. HASTALIK YAYILIYOR Ben “Bütün Parisliler yalnızdır!” diye yazmıyorum. “Böyle bir hastalık var” diyorum. Gittikçe yayılıyor ve henüz çaresi de bulunmuş değil. Bireyler kendi “çarelerini” buluyorlar: Kimi uyuşturucuya sarılıyor, kimi “sahte cennetlere”, kimi alkole... Kimi ise belli bir süre katlandıktan sonra bu başa bela hastalığa, intihar ediyor. İntihar sayısının yıldan yıla artması ve bunun Fransa’nın kuzeyine gittikçe ve kuzey ülkelerine yaklaştıkça artması tedirgin edici elbette. Örselenmiş Ruhlar Resmi Geçidi Eleştiri Üzerine AYÇA AKPEK Bizde eleştiri müessesesi oluşmamıştır. Eleştirmek çoğunlukla ayıp karşılanır. Bu nedenle eleştirmeyiz. Eleştiri kendine zemin bulamadığı için daha çok kapalı kapılar ardında konuşmayı tercih ederiz. Çünkü açıkça belirtilen düşünceler genel kabullere aykırıysa “makul topluluk”, bir anda eleştireni yalnızlaştırır, sindirir. Bu sindirme her zaman çok kaba yöntemlerle yapılmaz, çoğunlukla toplum kuralları, genel ahlâk gibi değerler çıkarılır eleştirenin karşısına. Bu değerler karşısında fikirlerini savunmaksa çileli bir mücadele ve yalnızlık demektir. Bu nedenle bu tür eleştiri girişimleri daha başlangıcında sekteye uğrar. Her değerlendirmenin sonuna eklenen “ben böyle düşünüyorum” takısı, eleştiren tarafından eleştirisinin öznel bir nitelik taşıdığını belirtme kaygısını içerir. Çünkü eleştiri öznel olmaktan çıkıp da nesnel bir niteliğe büründüğünde tehdit haline dönüşür. Ve genel kabullere yapılmış eleştiriler birer saldırı niteliğinde görülür. Çünkü her birey o nesnel eleştiride kendi yansımasını görmektedir. Bu yansıma korkutucudur. Aynı zamanda çelişkiyi de içinde barındırır. Çelişki bireyin genelin parçası olmaktan duyduğu haz ile genele yapılan eleştiri karşısında kendi varlığı üzerindeki yansımadan duyduğu rahatsızlıktır. Bu nedenle birey böyle eleştirilerin kendi varlığı üzerindeki yansımasından duyduğu rahatsızlıkla kendine benzeyen diğerleriyle ittifaklar kurar hemen. Bu ittifaklar varlığına meşruiyet kazandırır. Bu meşruiyet kendisi gibi düşünmeyenler üzerinde kurulan tahakkümle sonuçlanır. Bu tahakküm artık bir korunak sağlayabilir. Herkesin aynı biçimde düşündüğü bir dünyada korkacak bir şey kalmamıştır. Herşey eskisi gibi devam edebilir. Böylesi bir ortamda eleştiri ahlâkından ve eleştirme sorumluluğundan kimse söz etmez. Çünkü kendini genele beğendirme duygusu en cesurları bile yıldırır. Fazıl Say’ın Osman Yağmurdereli’ye “sen göbeğini kaşıyan adamsın” demesi, yukarıda anlatılanlara benzer çağrışımlar yaptı pek çok kimsede. Dürüst olduğu oranda sarsıcı ve korkutucuydu eleştiri. Fazıl Say’ın karşısında bir anda güçlü cepheler oluştu. Kültür ve sanat karşısındaki küçümseme duygusu devreye girdi hemen. Onun sesi, söyledikleri üzerinde hiçbir sorgulamaya gerek duyulmaksızın kayboldu gürültüde. Böyle zamanlarda gürültü kapatır algımızı ve aklımızı, hele ki iktidar gürültüden beslenmekteyse. Ve Adorno’nun “haksız yıldırma”da dediği gibidir her şey; “Nesnelliğin onu yöneten özneler tarafından hesaplandığı bir ortamda, akıl da penceresiz bir mizaçlar hücresine kapamıştır kendini. İktidar sahipleriyse çok keyfi bir biçimde keyfilikle suçlamaktadır bu davranışı. İstedikleri öznenin güçsüz kalmasıdır; çünkü sadece bu öznelerde kendisine bir korunak bulan nesnellikten ölümüne korkuyorlardır.” Shakespeare’in ünlü karakterleri maskeli baloda Tiyatro Om’un 10.yılını kutlamak üzere sahnelediği ‘Örselenmiş Ruhlar Resmi Geçidi: Shakespeare Sahnede’, William Shakespeare’in tüm oyunlarından akılda kalan karakterlerin Hamlet’in sarayında düzenlenen bir maskeli baloda buluşmasıyla başlıyor. Kral Lear, Lady Macbeth, Othello, Romeo, Juliet, Antonius, Cleopatra ve Ceasar aşk, iktidar tutkusu, entrika gibi duyguların çemberinde maskeli balonun seyrini değiştiriyor ve her karakterin yaşadığı, yaşattığı entrikayı sebep ve sonuçlarıyla görüyoruz. Tiyatro Om Genel sanat yönetmeni Dilek Şahzade, kendisi için Shakespeare’i ve Örselenmiş Ruhlar Geçidi’ni şöyle tanımlıyor: “İyi ve kötü, merhametli ve acımasız her dem cenk halinde. Hem bende, hem sizde ve hem de Shakespeare’in yüzyıllardır yaşlanmayan her zamana ait karakterlerinde. Ürkütecek kadar iyi yansıtıyor kahramanlarını. Entrika, tüm eserlerinin ortak paydası. Shakespeare bir dahi, bir insan sarrafı, bir duygu sihirbazı, biraz kadın düşmanı. Söyleyecek bir sözünüz varsa, o sözün gerçek bir değeri varsa, perdenizi açarsınız” diyor. Şahzade, oyun için uzun süredir çalıştığını ve ekibin titizlikle seçildiğini, her oyuncunun rolüne çok yakıştığını ve tüm ekibin özel yöntemler ve workshoplarla harıl harıl çalıştığını belirtiyor. Dilek Şahzade’nin Shakespeare’den uyarladığı ve yönettiği oyunda, Metin Balay, Dilek Şahzade, A. Olgun Sünear, Suna Selen, Billur Kalkavan, Gizem Bentürk, Yunus Günçe, Hasan Yalnızoğlu, Ümit Çırak, Zeynep Pekak, Güvenç Dağüstün, Gülşah Fırıncıoğlu rol alıyor. Oyun, 22 Ocak tarihinden itibaren her salı Aya İrini Müzesi’nde izleyici ile buluşacak. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Yazıişleri Müdürü: Güray Öz Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No. 2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya Reklam Müdürü: İpek Aksoy Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 212251 98 7475 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ hafta?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle