19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 05 19/9/07 17:23 Page 1 CUMARTESİ EKİ 5 CMYK figenatalay?yahoo.com Faks: 0212 343 62 74 22 EYLÜL 2007 CUMARTESİ 5 Okullara huzur gerek Öğrenciler, “Okul Ruh Sağlığı Programı’’nda, sağlıklı iletişim kurmayı, etik değerleri, zorbalıkla başetmeyi, anlamlı yaşamayı öğreniyor Daha sorumlu ve empati kurabilen bireyler yetişiyor Bu eğitimle elde edilen gelişmeler şöyle: ? Sosyal ve Duygusal Öğrenmenin Sonuçları Daha sorumlu, Kendini daha iyi öne sürebilen, Daha popüler ve dışa dönük, Sosyalleşmeye daha yönelik ve iyiliksever, özverili, Başkalarını daha iyi anlayan, Daha düşünceli, ilgili Daha uyumlu, Daha ‘demokratik’ bireyler. ? Sınıf İçi Davranışlarda Düzelme Toplum içinde kendini öne sürme becerisi, Göreve yönelme, Arkadaşlık becerileri, Paylaşma, Engellenmeyi kaldırabilme, Sosyal nezaket kurallarına uyma, Özdenetim, Sınıf içinde daha az şiddet gösterisi, Daha fazla empati, İletişim becerilerinde düzelme. ? SosyalBilişsel Becerilerde İyileşme Duygu tanıma ve anlamada iyileşme, Daha iyi özdenetim, Bilişsel ödevlerin çözümünde daha iyi planlama, Harekete geçmeden önce daha iyi düşünme, Daha etkili anlaşmazlık çözümleme, Daha olumlu sınıf atmosferi, Aileye ve okula daha olumlu bağlılık, Daha az saldırgan, Standart başarı testlerinde daha yüksek puanlar, Daha yüksek özsaygı. ? Duygusal Anlayışta Düzelme Tanıma, Niteleme, Üzüntülü ve bunalımlı olduğunu daha ender belirtme, Kaygı ve çekingenlikte azalma, İşbirliğine daha istekli olma, Daha fazla empati. O FİGEN ATALAY kullarda şiddet çok. İlköğretim birinci sınıfta bile çocuklar, birbirlerine bilerek ve isteyerek şiddet uygulayabiliyor. Kimi öğretmenler de öğrencilerine sözel ve fiziksel şiddet gösteriyorlar. Azarlamak, kulak çekmek, tek ayak ustunde tutmak, herkesin ortasında aşagılamak hep duyduğumuz şeyler. Acaba, okullarda hem öğretmenler hem öğrenciler için “Koruyucu Ruh Sağlığı Programı” uygulansa bütün bunlar tamamen ortadan kalkar mı? Daha huzurlu okul ortamları sağlanabilir mi? Çok kapsamlı bir “Okul Ruh Sağlığı Programı” uygulayan İzmir’deki Deniz Koleji’nde bu ortam sağlanmış. Şiddet, kavga, çatışma gibi olumsuz olaylar tamamen ortadan kalkmış. Yaşasın! Mutfakta annem var... Annabel Karmel’in bebek beslenmesini konu aldığı “Yaşasın Mutfakta Annem Var” adlı kitap, İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı. “Cordon Blue’’ sertifikalı bir aşçı olan yazar Karmel’in kitabının yeni baskısında, minikler için 200’ü aşkın kolay, sağlıklı ve lezzetli tarif bulunuyor. HUZURLU ORTAM Bu konuda kitaplar da yazan okul kurucusu Dr. Berna Bridge’in verdigi bilgilere göre, programa okuldaki tüm öğretmenler de katılıyor. Programın amacı, okullarda öğrenme ve öğretme etkinliğinin arttılması, son yıllarda yaşanan şiddet olaylarının empatiye dayanan bir eğitimle, oluşmadan önlenmesi, okullarda yaşanan disiplin sorunlarının azaltılması, daha huzurlu bir okul ortamı sağlanması ve daha ruh sağlığı yerinde olan gençler yetiştirilmesi. Bu programın içeriğinde multidisipliner bir anlayışla, “Duyguların Eğitimi”, toplumsal etiğe değinen “Etik Değerler Eğitimi”, “Sağlıklı İletişim Eğitimi”, “Duygusal, Sözel ve Fiziksel Zorbalıktan Korunma Eğitimi”, “Stres Yönetimi Eğitimi” ve sonuç olarak tüm bu eğitimler yerine geldiğinde yaşamlar anlam kazanacağı için “Anlamlı Yaşamak Eğitimi” dersleri bulunuyor. Berna Bridge, “Küreselleşen dünyamızda, yüksek öğrenime giriş sınavından bir işe yerleşmeye, iş yaşamında başarılı olmaktan, toplumsal yaşamdaki başarıya kadar günümüzde her alanda rekabet arttıkça, okullarımızdaki öğrencilerimiz için akademik kazanımların yanı sıra kişisel dinamikler, kişisel kazanımlar da her gün daha fazla önem kazanmaktadır. Okullarımızda, öğrencilerimizi eğitirken onları yaşama tam donanımlı hazırlamak ve bu stres dolu rekabet dünyasında onların ruh sağlıklarını korumak için çok açılı bir yaklaşım gerekmektedir” diyor. ANLAMLI YAŞAMAK İlköğretim üçüncü ve lise birinci sınıfta uygulanan “Duyguların Eğitimi’’ dersinde, empati, sevgi, öfke, kıskançlık, mutluluk, kaygı, korku, dürtüsellik, sebat, iğrenmek, şaşkınlık, zevk, hırs, düş kırıklığı, reddetmiş hissetmek, çekingenlik, bencillik, üzüntü, yalnızlık, utanmak, dışlanmak gibi duygusal farkındalıkla ilgili konular işleniyor Kişisel gelişimin ikinci basamağı olan ve ilköğretim dördüncü sınıf ile lise ikinci sınıflarda uygulanan “Etik Değerler Eğitimi’’nde ise dürüstlük, güvenilirlik, adalet, düşüncelilik, saygı, sorumluluk, vefa, iyi vatandaş, zamanında, yanında olmak, erdemlilik, verdiği sözü tutmak, sadakat, dostluk, ilkeli olmak, kibar, iyi dinleyici, hazırlıklı, paylaşımcı, hoşgörülü, hedefleri olmak, vb gibi toplumumuzda gün geçtikçe yitip giden birçok etik değer öğretiliyor. Kişisel gelişim eğitiminin üçüncü basamağı öğrencilere sağlıklı iletişim becerileri kazandırmayı amaçlıyor ve ilköğretim beşinci ve lise üçüncü sınıflarda uygulanıyor. İlköğretim altıncı ve lise son sınıflarda ise “Duygusal, Sözel ve Fiziksel Zorbalıktan Korunma’’ dersi var. Bu eğitim programının bir sonraki basamağı çocuklara ve gençlere yaşamlarına anlam katmaları konusunda rehberlik etmek amacıyla verilen “anlamlı yaşama dersi.’’ Tuncelili Fotoğrafçı Çocuklar Londra’da ? Tunceli Sosyal Hizmetler Çocuk Yuvası’nda kalan çocukların, “Fotoğrafçı Çocuklar” projesi için çektikleri fotoğraflardan oluşan sergi, yarın Londra’daki Renkart Sanat Merkezi’nde açılıyor. Avrupa Birliği Gençlik Projeleri Eylem 3 kapsamında gerçekleştirilen ve Semih Yüksel önderliğinde yürütülen proje süresince, çocuklara doğa ve çevre, kilden heykel yapımı, maske yapımı, yaratıcı okuma/yazma ve resim eğitimlerini de kapsayan, 14 ayrı eğitmenle fotoğrafçılık eğitimi verildi ve aldıkları bu eğitimi kullanabilecekleri, fotoğraf çekebilecekleri çalışmalar yapıldı. Çocukların kişisel gelişimlerini hedefleyen proje, çocuklara dünyalarını gösterebilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri farklı yollar sundu. “Fotoğrafçı Çocuklar”ın ilk sergisi, Şubat 2006’da Tunceli’de açılmıştı. ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Ölümün Oscar’a yolculuğu 1990’lı yılların ortalarından itibaren Almanya’da uzun metrajlı sinema filmleri çekmeye başlayan Türk kökenli genç yönetmenler, bazı istisnalar hariç, hep göç öyküleri anlattılar. Başlarda “TürkAlman Sineması” olarak da nitelenen bu dalgaya göçün damgasını vurması gayet doğal. Türkiye ve Almanya arasında yarım yüzyıldan beri giderek çetrefilleşerek gelişen göç olgusu, yönetmenlerin biyografilerini de şekillendiriyor. Çoğu göç konulu filmlerin yönetmenleri, Almanya’da daha çok Türk, Kürt ya da göçmen kimlikleriyle ön plana çıkarılıyorlar. Bu yaklaşımın farklı bir kisveye bürünmüş en popüler örneği, Altın Ayı’yı kazandığında basının Fatih Akın’a yönelttiği “Artık ne zaman bir Alman hikayesi çekeceksiniz?” sorusuydu kuşkusuz. Türkiye’de ise Alman yapımı bir film, sırf yönetmeni Türkiye kökenli olduğu için, “Türk filmi” olarak algılanabiliyor, sinema festivallerinin ulusal yarışma bölümlerine alınabiliyor. TUNÇAY KULAOĞLU Yeter’in kayıp kızı Ayten’i aramak üzere Türkiye’ye gider. Filmin “Lotte’nin Ölümü” başlıklı ikinci bölümünde ise, militan bir solcu olan Ayten, İstanbul’da başı polisle derde girince Almanya’ya kaçar ve burada tesadüfen tanıştığı Lotte ile birlikte olur. İltica başvurusu reddedilen Ayten Türkiye’ye sürülünce hapse atılır. Bunun üzerine sevgilisinin peşinden İstanbul’a giden Lotte ise burada öldürülür. Filmle aynı adı taşıyan son bölümde ise, Ayten’i bulmak için geldiği İstanbul’da yaşamaya karar veren Nejat ile, kızı Lotte’nin ölümünden sonra kente gelen Susanne’nin tanışmaları ve iç dünyalarına doğru çıktıkları yolculuk anlatılıyor. FİLMİN TUZAKLARI Yönetmen olarak ilk filmi “Yazı Tura”da, Güneydoğu’daki savaşı, Marmara depremini, TürkYunan ilişkilerini ve eşcinsellik gibi dört konunun hepsini birden anlatmak istediği için yoğun eleştiriler alan Uğur Yücel, senaryosunun ilk halinde sekiz konu olduğunu, ancak bu kadar kısaltabildiğini söylerken, her şeyden önce samimi bir derdi olan bir yönetmenin ruh halini betimliyordu kuşkusuz. TANIM ARAYIŞLARI Bu tekyönlü yaklaşımlar aslında olumlu bir noktaya da işaret etmiyor değil. Film eleştirmenleri, basın ve izleyicilerin geneli, filmlerin karmaşık yapısı gereği, biraz körlerin fil tarifi hesabı, ilk “tuttukları” yerden değerlendiriyorlar bu eserleri. Ancak bunu beceremiyorlar, çünkü eşyanın tabiatı gereği, filmler buna izin vermiyor. Sinema sanatını toplumsal olgulardan bağımsız ele alarak, hele göç gibi bir konudan beslenen filmleri ve yönetmenlerini, göçmen toplumunun özünden soyutlayarak değerlendirmeye kalkmak, ister istemez bir çıkmaza götürüyor. Üstelik Almanya’da sadece tek bir “göçmen Türk toplumu” yok. Bu toplumları tektipleştirmek, homojen görmek isteyen anlayış ise, sadece çoğunluk toplumunda değil, göçmenlerin kendilerini algılama anlayışlarında da var. Bunun nedenleri kuşkusuz burada ele alınamayacak kadar karmaşık. Sinema sanatı bağlamında ise bugün gelinen noktada, söz konusu yönetmenlerin ve filmlerinin nereye konabileceği ve nereye varabileceği konusunda yeni ipuçları vermesi açısından Fatih Akın’ın son filmi “Auf der anderen Seite” (Yaşamın Kıyısında) ciddi bir potansiyel oluşturuyor. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve Ekümenik Jüri Ödüllerini kazanan ve yönetmenin “Aşk, Ölüm ve Şeytan” üçlemesinin ikinci ayağını oluşturan “Auf der anderen Seite”, Akın’ın tüm filmlerinde olduğu gibi, göç olgusunu arka planına yerleştiren bir hikaye anlatıyor. Ancak bunu bu sefer çok farklı bir bağlamda yapıyor. Filmin “Yeter’in Ölümü” başlıklı ilk bölümünde, Almanya’da yaşayan emekli dul Ali, fahişe Yeter’le para karşılığı anlaşıp birlikte yaşamaya başlar. Bir kavga sırasında Yeter’i öldüren Ali hapse girerken, üniversitede profesör olan oğlu Nejat, Gerçi “Auf der anderen Seite” bir ilk film değil, ama Fatih Akın’ın da aynı sorunla, yani “derdini” iki saate sığdırma güçlüğüyle boğuştuğunu görmemek de olanaksız. Yolları tesadüfen kesişen altı farklı kahramanın öyküsünü tek potada eritmek ve üstelik bunu yaparken, sunduğu bölüm başlıklarıyla hikayenin sonunu başından izleyiciye açıklayıp dramaturjik anlamda bir “intihara girişmek” her şeyden önce Akın’ın kendine olan güvenini kanıtlıyor. Anlatım kurgusu açısından filmin tuzağa düştüğü anlar ise, “Gegen die Wand” örneğinde neredeyse kusursuz bir ritmi yakalayan yönetmenin, sinematografik dilini çoğu yerde “Auf der anderen Seite”ye de birebir yansıtması ve filmin potansiyelini oluşturan asıl ritmini tutarlı bir biçimde takip edememesi. Asıl ritim, filmin ilk iki planında sahip olduğu potansiyeli ustaca gözler önüne seriyor. Babasının memleketine giden Nejat’ın ne Kazım Koyuncu’dan haberi var ne de bu güzel insanın ölümüne neden olan Çernobil’in Karadeniz’deki etkilerinden. Bir benzinci marketindeki diyaloglar Nejat’ın “Alman” tarafını derinden anlatıyor: Soğuk, akılcı ve mesafeli. Figürlerin izleyiciyle samimi bir Akın’ın en politik filmi “Auf der anderen Seite” her şeyden önce ölüm üzerine bir film. “Auf der anderen Seite” ölümü kutsamıyor, ama kahramanlarına ölümün şerefine kadeh kaldırtacak kadar da tutarlı bir duruş geliştiriyor. Hikayenin dokusuna yedirilen göç olgusu ise, ileride yönetmenin olgunluk dönemini başlatan film olarak nitelenmeye aday farklı bir dil içeriyor ve aynı zamanda Akın’ın en politik çalışması kuşkusuz. Filmin asıl özelliği ise, Alman figürlerin hikayenin başat kahramanları arasında yer alması. Farklı mekanları, farklı köken, kuşak ve kültürlerden insanları yoğuran hikayeyi bu anlamda çokbaşlı olarak tanımlamak mümkün. Birinci kuşaktan emekli bir dul erkeğin bir fahişeyle olan ilişkisi, Türk köklerini istemeden keşfetmeye zorlanan genç bir Alman akademisyen, zamanında 68 kuşağının özgürlük mücadelesini vermiş, ama artık tutuculaşmış bir Alman kadın, lezbiyen bir ilişki yaşayan keskin bir militan Türk solcusu, filmi çokbaşlı yapan öğeler. Filmin anlatım kurgusuna sayısız tuzak kuran da işte bu çokbaşlılık. ilişki kuramadıkları, gelişmelerini inandırıcı kılamadıkları duygusu filmin geneline egemen. Oysa “Lotte’nin Ölümü” yönetmenin derdinin en güzel betimlendiği bölüm. İstanbul’da radikal bir sol grubun üyesi Ayten’in ülkeden kaçmak zorunda kalıp Alman devletinin sığınma ağına teslim olması sırasında ilişkiye girdiği Lotte ile olan birlikteliği, cinselliği ve eşcinselliği afişe etmeden, bütün doğallığıyla, öncesi ve sonrasını bilerek göz ardı ederek, nedenini ve niçinini sorgulamayı radikal bir biçimde reddedip anlatıyor. Çokbaşlılığın tüm dayanılmazlığıyla ortaya çıktığı an bu bölüm. Klasik bir şekilde resmedilen militan solcunun beklentileri yerle bir etmesi. Filmin anlatım kurgusunun tuzağına düşmediği en yetkin anlarını da Patrycia Ziolkowska (Lotte) ve Nurgül Yeşilçay’ın (Ayten) birlikte olduğu anlar oluşturuyor. Ve bu bölüm olduğu içindir ki “Auf der anderen Seite” ciddi bir potansiyele işaret ediyor. Derdi olduğu için de, adeta bir ilk film ruhunda, çokbaşlılığını tüm zayıflıklarına rağmen anlatmakta direniyor. Adeta bir ilk filmin kendine olan sonsuz güveniyle. Aynı özgüvenle “Im Juli”deki naifmasalsı ve “Gegen die Wand”taki sertmuğlak Türkiye tabloları ise yerini bu filmde son derece somut resimlere bırakıyor. Başka bir deyişle Fatih Akın’ın Türkiye’nin gerçekliğine bir adım daha attığını kanıtlıyor. POZİTİF BİR FİLM “Auf der anderen Seite”yi okumanın çok farklı yolları olduğu kesin. Bu yolların hepsi eleştirmenlerin öznellikleriyle biçimleniyor kuşkusuz. Yönetmenin kendisi ise filmini şöyle yorumluyor: “Oğlumun doğumu ve hamilelik bana hayat ve ölüm hakkında düşünme imkanı verdi. Şuna kuvvetle inanıyorum ki, bebeklerin geldiği yer, öldükten sonra gideceğimiz yerdir. Ölüm hakkında pozitif bir film çekme fikri çok hoşuma gidiyor. Rüyada ölüm değişikliğe delalettir. Yeni bir hayata geçiş, bir metamorfozdur. Birçok kültürde ölüm kötü ve negatif bir şey olarak görülmenin tersine, umudu temsil etmektedir. Benim hikayem ölümün nasıl karmaşık dramlar ve aslında çözülemeyen çatışmalar yarattığının göstergesidir. Tüm bu felsefi ve politik fikirlerden gerilimli, keyifli ve değerlendirilebilir bir sinema filmi yapmak istedim.” Unutulmaması gereken bir diğer nokta ise, filmin yapımcılarından ve yönetmenle yıllardan beri ortak çalışan Andreas Thiel’in filmin çekim aşamasında yaşamını yitirdiği. “Auf der anderen Seite” kuşkusuz ölüm üzerine bir film ve yönetmenin Andreas Thiel ile olan yakın dostluğu bu filmin değerlendirilmesinde ayrı bir kulvar açıyor. O Andreas Thiel ki 1999 yılında çektiği “Kısmet” ile ölümü çok farklı bir Mefisto öyküsünde anlatmıştı. Ve filmin başrolünü Fatih Akın oynuyordu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle