19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 02 19/9/07 17:26 Page 1 CUMARTESİ EKİ 2 CMYK 2 22 EYLÜL 2007 CUMARTESİ Bir müze kurmak ve sanatın tarihini sergilemek dorno müzelerin en çok kendini izleyecek birilerine ihtiyaç duyduğunu söyler. Gerçekten de bir çok müzenin temel sorunudur izleyici. Örneğin Alfred Barr 1929’da, henüz 28 yaşında iken, MOMA’nın (New York Modern Sanatlar Müzesi) başına geçtiğinde en önemli vurgulardan birini izleyici üzerine yapar ve müzeyi halkın da katılacağı bir laboratuvar olarak ESRA görür. Barr’ın ALİÇAVUŞOĞLU MOMA’da gerçekleştirdikleri, [email protected] bugün tartışılan sanat anlayışı ve pek çok eylemini bir yana bırakalım; izleyiciyi müzenin içine katma çabasının gerçek bir devrim olduğunu söyleyebiliriz sanırız. Peki ülkemizde böyle bir devrimin yaşanmasına daha ne kadar zaman var ya da kurumlar bu izleyici sorununu nasıl aşmayı düşünüyor? Merhaba “Psikoterapinin çok ciddi mesai tüketeceği bir toplumla karşı karşıyayız. ” Psikolojik rahatsızlıkların da fizyolojik hastalıklar gibi genlerle geçtiği kuramının savunucularından Dr. Mehmet Zararsızoğlu’nun böylesi acı bir tespiti var. Zuhal Aytolun’un Zararsızoğlu ile yaptığı söyleşiyi okuyunca insanın aklına olur olmadık sorular geliyor. Ve insan merak ediyor, agresif davranış sergileyenlerin aile büyükleri acaba ne yaşadılar... Örneğin Başbakan Erdoğan’ın Şişli’deki öğrenciyle bir tuttuğu Şırnak’taki bir çocuğun devraldığı psikolojik mirası düşündünüz mü? Sadece geçmişi değil bugün yaşadığı yoksulluk ve yoksunluğun ileride onun üzerinde nasıl bir travma yaratacağını... Tüm ülkeyi geren ve üzen bir gazeteci cinayetini ve onun katilini öven şarkı yazan İsmail Türüt ve Ozan Arif’in genetik mirası acaba nedir? ‘Töre’ diye gencecik kızını toprağa gönderen baba, bu psikolojik bozukluğu kimlerden devralmıştır? Serinlemek için suya giren yavru ayıyı, taşlar, sopalar ve demir çubuklarla vahşice öldüren zihniyet nasıl bir geçmiş taşıyabilir ki? Evet, belki psikolojik bozukluklarımızın bir çoğu genetik mirastır ama onu reddetmek de elimizde değil midir? Zararsızoğlu’nun dediği gibi “barış önce insanın kendi içinde, kendi ruhunda başlar. ” Mutlu yarınlar adına kendimizle barışarak reddedelim bu ağır mirası... İyi hafta sonları... A İZLEYİCİNİN MÜZEYLE İMTİHANI Cumhuriyetin ilanının ardından ülkenin dört bir yanında açılan ve genellikle depomüze işlevi gören müzelerimizin izleyici ile daha doğrusu ziyaretçi ile ciddi problemleri olduğunu biliyoruz. Genellikle arkeolojik yapıtlar içeren bu müzeler kimsenin uğramadığı ve yapıtların korunması için bile gerekli pek çok donanımdan yoksun mekanlar. Bu müzeler, sadece müzecilik terminolojisinde değil, herkes tarafından gerçekten de “depo” olarak algılanıyor olmalı ki ziyaretçileri bir elin parmaklarını geçemiyor. Anadolu’dakilerin yanı sıra İstanbul’daki müzelerin de ziyaretçi sayısının düşüklüğü karşısında insan ne diyeceğini şaşırıyor; ister hüzün deyin, ister öfke... Türk izleyicinin müzelerle imtihanı, 2000’li yıllardan sonraya, özellikle de özel müzelerin açılmaya ve bu müzelerin getirdiği, popüler ama önemli, geçici sergilere denk geliyor. Kapısında kuyrukların oluştuğu, ülkenin çeşitli kentlerinden otobüslerin kalktığı Sabancı Müzesi’ndeki Picasso sergisi fenomenini saymazsak Türk izleyicilerin müze ile ilişkisi oldukça problemli. İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni günde ortalama 1020 kişi geziyor; Arkeoloji Müzesi’nin yeni bölümlerinde bile kimseler yok; İstanbul Modern’in restaurantı koridorlarından daha kalabalık vs... Galiba müzelerle imtihanımızda başarılı bir sonuç elde etmemiz için daha uzun süre beklememiz gerekiyor. Ancak bu sınavı geçirirken müzelerin de yeniden inşaa edilmesi, daha doğrusu yeni bir zihinsel yapılanmaya gerek duyduğu unutulmamalı. Bunda en büyük pay kuşkusuz yeni açılan müzelere düşüyor. Yaklaşık beş yıldır hazırlıkları süren Bilgi Üniversitesi’nin Santral İstanbul’u işte bu yeni müzelerden biri... 10. Uluslararası İstanbul Bienali ile eşzamanlı açılan Santral İstanbul, Silahtarağa Elektrik Santrali kompleksinin Bilgi Üniversitesi’nce dönüştürülmüş mekanlarından sadece biri ve dışarıdan gelecekler için belki de en önemlisi. Santral İstanbul geçen Temmuz ayında Recep Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle erken açılmış ve seçim öncesine yetiştirilmişti; hatta ön açılış sergileri adı ile bir de sergiyi ağırlamıştı koridorlarında. Şimdi ise gerçek bir sergi ile gerçekten açıldı müze. “Modern ve Ötesi” başlığıyla sunulan sergi, 1950 sonrası Türk sanatı üzerine şekilleniyor. Ama sergiyi gezerken siz de göreceksiniz ki; ilk kez bu denli üzerine düşünülmüş, belki de ilk kez öznelliğin değil tamamen nesnel bir yaklaşımın hakim olduğu düşünce somutlaştırılmış. Popüler olana ve eğlendiriciliği öğreticiliğin karşısına getiren zihniyete kulak asmıyor bu sergi. Ayrıca, Türk sanat tarihini sergilemekle yetinmeyip onu konumlandırmaya, kısaca sanat tarihini yazmak için gerekli verileri günışığına çıkarmaya olanak tanıyor. VERİMLİ BİR KAPI Pek çok açıdan bir milad olarak alınabilir Modern ve Ötesi; özellikle de 1950 sonrası çağdaş Türk sanatı çalışan araştırmacılar için. Çünkü serginin içeriği müzenin elindeki “malzemeye” göre değil, sanatçıların yaşam boyu ortaya koydukları üretimler üzerine şekilleniyor. Dolayısıyla sergilenenlerin pek çoğu daha önce görmediğimiz; kimini kitaplardan takip edebildiğimiz yapıtlar. Örneğin Balkan Naci İslimyeli’nin “Bir Ev Kadınının Fotoromanı”, Erdağ Aksel’in “Dayanıklı Tüketim Malları” dizisi, Gülsün Karamustafa’nın “Kavanozda Venüs”ü, İpek Düben’in “Şerife”si, Şükran Moral’ın kendini çarmıha gerdiği “Sanatçı” adlı çalışması bunlardan sadece bir kaçı. Tam bu noktada serginin küratörlüğünü üstlenen isimleri anmak gerekiyor. Semra Germaner, Zeynep Rona ve Fulya Erdemci çok zor bir işin altından başarı ile kalkıyor, farklarını ortaya koyuyor ve çağdaş Türk sanatı üzerine bundan sonra gerçekleştirilecek okumalar için çok verimli bir kapı aralıyorlar. Bundan önce de bir kaç denemesi yapılan, hatta bu kadar spesifik olmasa da aynı tarihleri kapsayan İstanbul Modern’in varlığı düşünüldüğünde serginin bu denli önemli olması nasıl açıklanabilir? Sorunun cevabı aslında çok basit: Nesnellik ve akademik yaklaşım. Serginin küratörleri, elbette tartışılabilecek, zaten ancak bu şekilde yazılabilecek bir Türk sanat tarihinin görsel birikimini sunuyorlar. Sergi, tıpkı bir kitap gibi kronolojik bir biçimde okumaya elverişli. Bu sergiye giden hemen herkes Türk sanatının kökenlerine, bireysel yaklaşımların kolektifliğine, aynı kaynaktan beslenip farklı üretimlerin çeşitliliğine dair pek çok söz ile karşılaşacaklar ve kendi sözlerini oluşturabilecek veriler elde edecekler. Pek çoğu sanatçıların kendi koleksiyonlarından alınmış, altındaki tarihe baktığınızda o dönem için pek çok yeniliği içinde barındıran, hatta Türk sanatının kırılma duraklarının molalarını gösterdiği için çok heyecan veren bir sergi bu. Ayrıca küratörlerin titizliğinden olsa gerek uzun zamandır ilk kez bir yapıtın künyesini eksiksiz görebilmek de mümkün bu sergide. GERÇEK BİR MÜZE OLMAK Santral İstanbul çok güçlü bir giriş yapıyor. Ama her güçlü adımda olduğu gibi büyük bir sorumluluğu da üstlenmiş oluyor. Osmanlı müzeciliğinin Avrupa’daki müzelerle neredeyse eş zamanlı ilerlemesine karşın geri kalmasının ve sonrasında kurulan müzelerin çevresinde aktif bir yapılanma oluşamamasının nedenlerinden en önemlisi olarak bünyesinde bu işin bilimini oluşturamaması olduğu söylenir. Kısaca onca eşsiz yapıta ve buluntuya karşın Türk müzeciliği, bu birikimden, bilginin paylaşıldığı, tartışıldığı, eleştirinin yapıldığı bir ortam oluşturamamıştır. Bilgi Üniversitesi’nin bu denli başarılı bir sergi ile attığı adımı daha da ileri götürmesi; yukarıda sözünü ettiğimiz izleyici faktörünü unutmaması gerekiyor. Bunun yolu da tarihi sergilemenin yanında bu tarihin yazıldığı, eleştirildiği, incelendiği bir bilim mekanı kurmaktan geçiyor. Seyirlik değil gerçek bir müze olmanın yolu biraz çetrefilli; diğeri için ise bir bina ve koleksiyon yeterli! Santral İstanbul “Modern ve Ötesi” 9 Eylül 2007 29 Şubat 2008 19.0023.00 saatleri arasında gezilebilir Silahtar Mah. Kazım Karabekir Cad. No. 1 SütlüceEyüp Bağdat Yanıyor! İstanbul Modern Sinema Birimi’nin aylık programları Eylül ayında ‘Bağdat Yanıyor!’ filmleriyle devam ediyor. Irak ve savaş üzerine çarpıcı filmlerin gösterileceği programda 2005 yılında Hanna Laslo’ya Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandıran ‘Serbest Bölge/Free Zone’, 2007 en iyi belgesel film Oscar adayları, ‘Memleketim, Memleketim/My Country My Country’ ve ‘Parça Parça Irak/Iraq in Fragments’; ‘Mucizeler Ülkesine Dönüş/Return to the Land of Wonders’ ve ‘Tutsak: ya da Tony Blair’i Öldürmeyi Nasıl Planladım/The Prisoner Or How I Planned to Kill Tony Blair’ gibi filmler bulunuyor. Ayrıca ‘Bağdat Yanıyor!’ kapsamında, her filmden önce, Cynthia Madansky’nin PSA Projesi’nin de gösterimi yapılacak. PSA Projesi Kamu Hizmeti Duyuruları anlamına geliyor. Amerika’nın Irak’a yönelik saldırı ve işgaline ve bizzat savaş eyleminin kendisine karşı çıkan 15 kısa filmden oluşan bir dizi. Amacı belirli konulara ilişkin toplumsal farkındalık oluşturarak insanların davranışlarına müdahale etmek. Yarın son kez gösterilecek PSA Projesi İstanbul Modern’in Medya Lounge’ında olacak. Bağdat Yanıyor programında yeralan filmlerse 30 Eylül tarihine dek görülebilecek. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Yazıişleri Müdürü: Güray Öz Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No. 2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya Reklam Müdürü: İpek Aksoy Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 212251 98 7475 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ hafta?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle