Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 10 8/8/07 16:51 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 11 AĞUSTOS 2007 CUMARTESİ rih Ta Emperyalistlerin zorunlu savaşı Dünya Savaşı arifesinde Avrupa (demokratik değerleri kendine incir yaprağı yapan Fransa hariç) monarşilerin etkin rolüyle yönetiliyordu. Birbirleriyle savaşa hazırlanan söz konusu monarşilerin aralarındaki akrabalık bağı, sürecin garip paradokslarından birini oluşturuyordu. 1910’da ölen İngiltere kralı VII. Edward, Alman imparatoru II. Wilhelm’in dayısıydı. Wilhelm, İngiltere’nin yeni kralı V. George’un yanı sıra Çar II. Nikola ile de kuzendi. Çar’ın karısı Alexandra da, ERDOĞAN eski İngiliz Kraliçesi Viktorya’nın torunu ve yeni kral George’un AYDIN yeğeniydi. Kayzer, yeni İngiliz Kralı George’tan “çok iyi çocuk” diye sözederken Nikola’ya yazdığı mektuplarını, “Sevgili Nicky” diye başlayıp “en sadık kuzenin ve dostun Willy” diye bitiriyor, aynı samimiyette yanıtlar alıyordu. (Nur Bilge Criss, DoğuBatı, sayı 24, s.33) Özetle birbirleriyle akrabalık ilişkilerini özenle sürdürüyor, aralarına başka asilleri almıyor, ama ayrı ulusal kimlikler altındaki ayrı emperyalist gurupların siyasal temsilcileri olarak birbirlerini boğazlamaya hazırlanıyorlardı. e ç I. Sırbistan Başbakanı Nikola Pasıç Fransa Başkanı Raymond Poincare eaydin?cumhuriyet.com.tr SAVAŞIN SORUMLUSU KİM? Emperyalist politikaların, amaç için her türden aracı mubah gören Makyavelist niteliği çerçevesinde taraflar birer yalan makinesi olarak çalışıyordu. Örneğin savaşın ilk saldırganı olan Almanya’nın Başbakanı Bethmann Holweg’in, “Rusya evimizin içine ateş topu fırlattı” diyerek bütün suçu Rusya’ya atmaya çalışıyordu. (Norman Davies, Avrupa Tarihi, s.927) Oysa Rusya sadece seferberlik ilan etmişti ve bu da Avusturya’yı Sırbistan’ı ilhak etmekten caydırmak amacı taşıyordu. Aynı Bethmann, Almanya’yı Belçika işgalinden vazgeçirmek amaçlı ültimatomun yanıtsız bırakılması üzerine ayrılmak üzere gelen İngiliz Sefirine; “Barış için bütün çabalarım boşa çıkarıldı. Kimin tarafından? İngiltere tarafından. Neden? Belçika’nın tarafsızlığı için. Zorunluluktan, hayatta kalmak için tecavüz ettiğimiz bu tarafsızlık bir dünya savaşına neden olmaya yeter mi? Almanya, İmparator ve hükümet barışseverdir. Büyükelçi de bunu benim kadar bilirler. Savaşa vicdanımız temiz olarak giriyoruz. Fakat İngiltere’nin sorumluluğu anıtsaldır” demekte beis görmeyecekti. Bu sırada Alman militarizminin başındaki adam Kayzer Wilhelm ise, “kılıcı kınından temiz bir vicdan ve elle çekmekten” söz edebiliyordu. (N. Davies, age., s.938) Dahası Nikola’ya, hem de kendi savaş ilanından 6 saat sonra, “savaşı önlemek tamamen senin elinde. Askerlerinin sınırı geçmesine izin verme” diye telgraf çekebiliyordu. (N. B. Criss, age., s.44) Hatta aynı anda düşmanlarına bile silah satma fırsatlarını kaçırmayan Alman savaş sanayinin devi Krupp bile, “bir Avrupa savaşı olsun istemez” görünüyordu. (N. B. Criss, age., s.36) Esasen herkes, halklarını daha rahat güdebilmek amacıyla savaşı öbür tarafın başlattığını, kendisinin ‘mazlum’ olduğunu, dolayısıyla halkın ‘vatan için’ savaşa koşmasını sağlamaya yönelik dezenformasyon içindeydi. Bethmann’ın, “eğer acele etmezsek sosyalistleri savaştıramayacağız” sözleri de, bu yalanların bir diğer nedeni olarak kaydedilmeli. (N. Davies, age., s.938) Dünyayı bu korkunç katliama sürüklemekte elbirliğiyle yarışan, bunu önlemeye yönelik hiçbir sorumluluk göstermeyen taraflar, savaş suçunu karşı tarafın sırtına atmakta ve gerçekte savaş istemedikleri, ama önleyemedikleri fikrini empoze etmekteydi. İşin gerçeği, başta Almanya olmak üzere Avusturya ve Osmanlı dahil İttifak güçlerinin tümü savaşa saldırgan taraf olarak katılmışlardı. Ancak bu durum diğerlerini masum ve mazlum kılmıyordu. İngiltere ve Fransa, dünya üzerindeki gayrımeşru sömürge tekellerini, hem sömürge halklarına hem de diğer emperyalistlere karşı savunmaktaki uzlaşmazlıkları yanında Osmanlı, İran ve Çin’i parça parça yutmaktaki gözü karalıklarıyla da, en az Almanya ve Avusturya kadar savaşın failiydiler. Bu bağlamda savaşı kimin başlattığı sorusu önemsiz olmamakla birlikte, diğerlerinin sorumluluğunu azaltmıyor. İNSANLIĞA KARŞI CİNAYET Görünüşte kimse savaş istemiyordu; oysa taraflar, kendi sömürgelerinden vazgeçmediği gibi yenilerini ele geçirmeye çalışarak hem adaletsizliği derinleştiriyor hem bu sektörün emperyalistler için vazgeçilemezliği, ikincisi ise bu sektörün ürünleri sayesinde rakip emperyalistlerin yeniden paylaşıma zorlanabilmesi ve yeni topraklara el konulabilmesidir. İşte bu iki nedenle emperyalist kapitalist sistem silahlandıkça silahlanacaktı. Özetle silahlanmayı ve savaşı, dünya ekonomisinin o günkü emperyalist karakterinden bağımsız olarak, dolayısıyla savaşı da salt savaş olarak doğru anlamak olanaksızdır. “Modern savaşların esas nedeni kapitalizmdir. Çünkü bu ekonomik tarz, yapısı gereği belli bir coğrafyada dengeye gelemez; kâr hadlerinin düşme eğilimi yüzünden mutlaka dünyanın tümüne doğru genişlemek, yani globalleşmek zorundadır. Bu genişlemeyi iktisadi yollardan yapmayı tercih eder, ancak direniş gördüğünde savaşa başvurmaktan çekinmez.” (M. A. Kılıçbay, DoğuBatı, sayı.24, s.145) 1914 dünyasında Almanya’nın geldiği nokta, diğer emperyalistlerin, kendisini savaşa başvurmaktan başka çare bırakmayan bloklaşmış direnişiydi. Bu direniş, daha 1906 yılında şekillenmiş Schlieffen Planı’nın, uygulamaya geçmek için kendisine bahane aramasına neden olacaktır. DEMİRYOLU VE SAVAŞ Savaş öncesi yirmi yılı incelediğimizde, yükselen güç olan Almanya’nın, dünyanın yeniden paylaşımını esas olarak iktisadi yollarla gerçekleştirmeye çalıştığını görürüz. Dahası bu süreçte, ekonomik performansının özgüveniyle, ele geçirdiği kimi büyük imtiyazları rakipleriyle paylaşarak İtilaf Bloğunu bölüp etkisizleştirmeye çalışacaktır. Ancak ekonomik ve askeri yükselişinin yarattığı kaygı öylesi büyüktür ki, İngiliz, Fransız ve Rus emperyalistleri Ona karşı kenetlenen bir yönelime girecekti. Bu süreçte İtilaf Bloğunu, salt ekonomik araçlarla parçalayamayacağını, ‘barışçı yayılma’ yönteminin artık yeterli olmadığını anladığı oranda Alman egemenler savaş yöneliminde bütünleşecek ve önceden dizginlediği Avusturya’yı, Saraybosna suikastı ardından Sırbistan’a saldırması yönünde destekleyecekti. Esasen içlerinde Krupp, Kirdorf, Thyssen, Stinnes, Reusch, Röchling gibi ağır sanayi tekellerinin bulunduğu sermaye gurubu II. Wilhelm ve Alman militarizmiyle birlikte önceden de bu karardaydı. 1914’e gelindiğinde Deutsche Bank çevresindeki gurup da, Alman emperyalizminin dünya üzerinde egemenlik kurabilmesi için savaşın kesinlikle gerekli olduğuna inanmaya başlayacaktı (Lothar Rathmann, Berlin Bağdat, s.123) Böylece Alman egemenleri bir bütün olarak savaş politikasında birleşiyordu. Tabii bu gelişmenin rakiplerin dünyasındaki yankısı da saflarını sıklaştırmak oluyordu. Özellikle Osmanlı’daki nüfuz alanlarının, adım adım Alman emperyalizmince ele geçirilmesi ve Babıali’nin Bağdat Demiryolu ve askeri eğitim konularında gün günden Alman emperyalizminin uzantısı haline gelişi, bu saflaşma ve karşılıklı mevzilenmeyi daha da belirginleştirecekti. Osmanlı örneğinde de somut olarak gördüğümüz gibi demiryolu imtiyazları, barışçıl yeniden paylaşımın temel sektörünü oluştururken, savaşın da yolunu düzlüyordu. Demiryolu imtiyazları üzerinden hem ciddi bir kâr elde ediliyor hem de imtiyazın alındığı ülke üzerinde ciddi bir hakimiyet elde ediliyordu. Bu yolla kredi olarak yüksek faizli sermaye ihracı gerçekleştiriliyor, o krediyle emperyalist demiryolu konsorsiyumları finanse ediliyor, ek olarak ticaret geliri, hammadde talanı, mal ithalatı sağlanıyordu. Diğer yandan demiryolu imtiyazı alınan bölgeler adeta diğer emperyalistlere karşı ipotek edilmiş nüfuz alanları haline geliyordu. Bütün bu getirileri nedeniyle emperyalistler, demiryolları imtiyazları için kıran kırana bir kavga veriyordu. Öyle bir rekabetti ki bu, savaşa aynı cephede girecek olanları bile zaman zaman savaşın kenarına getiriyordu. Bu süreçte ilginç bir durum da, savaşa yaklaşıldıkça demiryolu imtiyazlarının, bu amaçlı pazarlık ve kavgaların da hızla artmasıydı; öyle ki 1914 öncesinde döşenen her yeni ray, savaşa biraz daha yaklaştıran bir lokomotif işlevi görüyordu. İngiltere Kralı George V. Rus Çarı Nikola II. de savaşı zorunlu kılıyorlardı. Özetle sözde savaş istemeyenler, sömürge halklar karşısındaki gayrımeşru egemenlik alanlarından “gerilemektense savaşmayı yeğliyorlardı.” (William H. McNeill, Dünya Tarihi, s.546) Donanma Bakanı Winston Churchill’e inanacak olursak İngiltere’nin savaşa katılımı, bütünüyle “kendini ve dostlarını korumak” zorunluluğundan kaynaklanmıştır. Nitekim savaşa karşı kaygılarını belirten karısına, “sevgili Cat, olan oldu. …Görüşünü çok iyi anlıyorum, fakat dünya aklını kaçırdı. Kendimizi ve dostlarımızı korumalıyız.. Tatlı Cat, aşkım...” diye yazacaktı. Oysa aynı sırada Başbakan Asquith, sırdaşı Venetia Stanley’e, “üzerine savaş boyalarını süren Winston, bir deniz savaşı için ölüyor” diyecekti. (N. Davies, age., s.932) Böylesi ‘ölümüne’ istenen savaşın faturası ise, ulusal servetlerin denize/toprağa gömülmesi ve tabii asıl önemlisi milyonlarca genç hayatın (Churchill’inki gibi değil, gerçek) ölümüydü. Ama bunlar emperyalist tekellerin ve onlar adına yönetenlerin umurunda olmayacaktı. Onlar, aşkları karşısında bile dürüst olamayacak kadar gözleri dönmüş canavar kimlikleriyle yürüttükleri bu pazar kavgasında, sorumluluğu rakiplerin sırtına atma telaşındaydılar. Yine bir diğer emperyalist gücün, Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sazanov’un, kendi parlamentosu Duma’da, “I. Dünya Savaşı’nı insanlığa karşı işlenmiş cinayetlerin en büyüğü” olarak nitelerken işitebiliyorduk. Oysa savaşın kıvılcımı olan Balkanlar üzerindeki güç kavgasının mimarı olan Sazanov, daha sonra Bolşeviklerin açıklayacağı gizli Rus belgelerinden de öğreneceğimiz gibi, Boğazların ilhakı konusunda da müttefiklerini dize getiren adamdır. (Sazanov’un Anıları, s.2) Almanya’nın 3 Ağustostaki savaş ilanına cevaben Fransa’nın “dünya önünde hürriyeti, adaleti ve bilgiyi temsil” ettiğini, “bütün oğullarıyla vatanı, hakkı kahramanca savunmak” durumunda olduğunu ilan eden Cumhurbaşkanı Poincare, savaş sonrasında da, “harbin önünü almak için her şeyi yaptığını” söyleyebilecekti. Oysa aynı Poincare, Fransız militarizminin AlsaceLoraine’e yönelik saldırı politikasının savunucusu olarak seçildiği 1912’den beri, AlsaceLoraine üzerinde hak talebiyle milliyetçiliği kışkırtacak, sömürgeciliği yayacak ama paylaşmayacak, Rusya’nın Balkanlarda hakimiyet politikasını destekleyip bloklaşmayı ve silahlanmayı geliştirecek, özetle dünyaya savaştan başka bir seçenek bırakmayacaktır. (Cemil Bilsel, Lozan, s.63 ve 119) SİLAHLANMA VE EMPERYALİZM Özetle herkes kendi kamuoyundan gelebilecek muhalefeti etkisizleştirmek için mazlum rolü oynuyordu. Bu oyunun başarısı oranında, Avrupa’nın savaşa sürülecek halkları, hem savaşın emperyalist karakterini hem de bu süreçte kendi egemenlerinin en az karşı taraf kadar sorumlu olduğu gerçeğini göremez hale geliyorlardı. İşte bu toz duman içindeki Avrupa, 1914 yılına, karşıt bloklara bölünmüş, uzlaşmaz önyargılarla birbirine karşı koşullanmış ve topyekün savaş dışında tüketilmesi imkansız büyüklükte bir savaş stoku ile girecekti. Esasen bu kadar yoğun silahlanmanın savaşa yol açmaması da olanaksızdı. Bu silah stoklarını tüketememek demek, bu en kârlı sektörde bile kâr oranlarının hızla düşmeye başlaması, dolayısıyla kriz demekti. Böylesi bir krizin, yurttaşların tüm kazanımlarına el koymak dışında hafifletilmesi ise mümkün değildi; ki bu da, işçi sınıfı ve sosyalist hareketin ulusal ve uluslararası düzeyde çok ciddi bir örgütlenme düzeyine ulaştığı o koşullarda ayaklanma demekti. Bu durumda geriye kalan tek seçenek savaştı. Tabii bu noktada emperyalistlerin niçin bu kadar çok silahlandıkları sorusunun da nesnel yanıtına ihtiyacımız var. Savaşın sorumluluğunu deşifre etmesi nedeniyle sorulmaktan kaçınılan bu sorunun birbirini tamamlayan iki yanıtından birincisi, kâr oranı çok yüksek olduğundan Bu Akşam Televizyonda Bol Bol Orman Yangını Haberi İzleyeceksiniz TEMA Fidan Dikim Hattı: (0 212) 284 80 00 www.tema.org.tr Ormanlarımız Yanıyor. Seyirci Kalmayın.