19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 20/6/07 15:15 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 23 HAZİRAN 2007 CUMARTESİ rih Ta Osmanlı neden geri kaldı? O smanlı devletinin evrimini, içerideki iktidar mücadeleleri ve üretim ilişkileri boyutuyla irdelediğimizde, bize öğretilenlerden bambaşka bir bilince varıyoruz. Osmanlı tarihinin, fetih öncesinde, saray içi iktidar kavgasınca belirlenen kritik eşiklerinden birini yaşadığını genellikle bilmiyoruz. Oysa 12 yaşında küçük bir çocuk olan II. Mehmet’i, üstelik II. Murat henüz 41 yaşının zindeliği ve olgunluğundayken, 1444’te tahta geçiren bir bilek güreşi söz konusu. Bu güreş, Macarların Edirne ERDOĞAN Segedin anlaşmasını bozarak savaş ilan etmeleri ve para ayarındaki bozulmayı AYDIN takiben Yeniçeri ayaklanması üzerine Çandarlı Halil Paşa’nın, Zağanos Paşalara karşı tekrar inisiyatif kazanarak II. Murat’ı geri getirmesiyle sürer. Bu durum, ders kitaplarımızda, neden sonuç ilişkisinden koparılarak “padişah bensem emrediyorum, gel!” diyen bir tiyatro repliğine çevrilecektir. Oysa söz konusu gelgitler, sarayda kıran kırana süren hizipler savaşının aşamalarıdır. İki güç birbirine karşı mevzilenmiş iktidar kavgası vermektedir. 12 yaşında bir çocuğu tahta oturtacak inisiyatif edinmiş devşirmeler ile onların önünü kesip kendilerine taht karşısında güvence oluşturacak bir değişim gerçekleştirmeye çalışan beylerin kavgasıdır bu. Osmanlı’nın bu krizi, yaşanan feodalleşmeyle uyumlu ya da devşirmelerin çıkarına uygun bir yeniden yapılandırmayla aşılacaktır. Bu anlamda İstanbul’un fethini, 19 yaşındaki genç padişahın olağanüstü iradesinin ürünü ve kâfire karşı cihat olarak değil, onu daha 12 yaşındayken babasına karşı tahta oturtacak kadar güçlü bir hizibin iktidar vizyonu olarak görmek çok daha gerçekçi olacaktır. Bundandır ki fetih, sadece dış ilişkilerde değişim ve imparatorluk vizyonu getirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazananların kaybedenleri hal’ledip sistemi yeniden kurumsallaştırmasını sağlayacaktır. (Ayrıntılı bilgi için, Fatih ve Fetih, Cumhuriyet Kitapları) Özetle “kazanan Osmanlı kaybeden Bizans” eksenli bir tarih yazımı oldukça yüzeyseldir; fetih aynı zamanda (kimi istisnaları bir yana) devşirmelerin kazandığı, beylerin ise kaybettiği bir sürecin çözüm halkasıdır. olabilecekti. Çıkar çelişkisi içinde olan farklı ekonomik ve siyasal güçlerin, tanımlanmış ve birbirini dengeleyen rekabetinden ekonomik bir dinamizm, bilimsel atılım ve sivil toplum oluşacaktı. Kuşkusuz merkezin kazanması, Anadolu halkı açısından, Avrupa’daki koşullara oranla görece bir ‘adalet’ ortamı oluşturmuştur; ancak elli yıl sonraki ölüm fetvaları ve kitlesel kırımlarda da göreceğimiz gibi, bu da kalıcı olamayacaktı. Bu noktada soruna üretim ilişkilerinin bu coğrafyadaki evrimi açısından yaklaştığımızda, Fatih dönemi kurumlaşmasının, Bizans’ın Osmanlı kılığındaki yükselişi olduğunu görürüz. Yani Bizans’taki çürümenin, Osmanlı kimliği altında onarılmasıyla karşı karşıyayız. Ancak o çağın, o dünyanın koşullarında bu onarımı kalıcı kılmak olanaksızdı. Bizzat despotik kurumlaşmanın kendisi, yeni çürüme öğeleri yaratıyordu (nitekim Kanuni dönemi Bizans çürümesini aşan örneklerle doludur). İşte bu koşullarda kendini dönüştürerek yükselen Avrupa, iç dinamizmi ezilmiş Osmanlı’yı ağına alıp kemirecekti. Sonuç olarak devasa bir siyasal güçlenme sağlayıp dünyayı titreten Osmanlı, “Uygarlık paylaşımında başarısız kalacaktır” (S. Özbaran). değerlerinin Osmanlı’da kemikleşmesini sağlayacaktır. Osmanlı’nın önce dünyanın en hızlı yayılan imparatorluğu haline gelmesi ile ardından içsel çürümeye, giderek gerileme ve bağımlılaşmaya uğraması arasında yapısal bir ilişki bulunmaktadır. Bu neden toplumsal ve ekonomik dinamizmi üreten tüm merkezkaç eğilimleri ezen despotik yapılanmada belirginleşmektedir. Kendisi üretici olmadığı gibi vergiye bağlayıp savaşa sürdüğü halkla da organik bağı olmayan devşirme bürokrasinin, kendi dar çıkarlarıyla özdeşleşen egemenlik aygıtını koruma ve egemenliğini yayma refleksi, Osmanlı’yı, üstelik en güçlü olduğu zamanda çağın dışına atacaktır. İçeride ve dışarıdaki ötekilere karşı yayılma ve talan ekseninde gerçekleşen bu kurumlaşma, bir başka açıdan da onun handikabı olacaktı. Çünkü sürekli zaferlere bağlı bu hassas bir dengede, talan gelirlerinin artan giderleri karşılayamadığı her durum, ciddi bir enflasyon olarak devleti ve toplumsal düzeni aşındırıyordu. Bu aşınma, artan vergiler, bunu toplamak için uygulanan zulüm ve buna karşı gelişen itirazların tenkili ile güngünden artacaktı. Özetle sorun, talan üzerine kurulu bir devşirme egemenliğin bizzat kendisidir. Nitekim devletin, dış talanın devamı üzerine kurumlaşan ‘adalet çemberi’ ve ‘nizamı alem’i, bu talanı sürdüremediği noktada içerinin talanına yönelerek bizzat kendisi aşındıracaktı. Dolayısıyla Yeniçağın dinamiklerini yakalayamamak bir yana kendi doğasının üretici dinamiklerini bile tahribe yönelen bir akrep refleksiyle karşı karşıyayız. Osmanlı ise, nedenini anlayamadığı bu durumu, kendi geleneksel yapısına daha sıkı sarılarak, astarı yüzünden pahalı hale gelmeye başlayan yeni fetih akınlarıyla göğüslemeye çalışacaktı: ancak bu yönelimler sorunu daha da derinleştirecekti. Esasen içine girilen çağda bir önceki çağın siyasal kurumlarıyla durumu düzeltmek olanaksızdı. Üstelik Ortaçağ’ın yöntemleriyle, geleneği koruyup onararak durumu düzeltme çabasının önceki çağda bile başarı şansı (diğer imparatorlukların tarihinde de gördüğümüz gibi) bir yere kadardı; ki aynı yöntemlerle Yeniçağ’ın dünyasında sorun çözmek tümden olanaksızdı. Bir dünya imparatorluğu olduğu halde dünyadaki değişimi izleyemeyen, fetihlerden fetihlere koşarken üretim yapısını yenileyemeyen, başta üretim güçlerinin temsilcileri olmak üzere farklı dinamik ve şehirleşme potansiyellerini sürekli budayan, teknik olarak kontrol edemediği egemenlik alanını bile genişletmek için seferden sefere koşarken soluğunu tüketen, bu tıkanmayı içerdeki üretim güçlerini ağır vergilerle tahrip ederek öteleyen, asalak ve statik bir yapı ile karşı karşıyayız. Özetle Osmanlı’nın Avrupa benzeri bir değişimi niye gösteremediği sorununun yanıtı, bütünüyle talan ve şeriatla desteklenen merkezi despotizminde, bir dönem onu Avrupa’ya karşı üstün kılan yapısının kemikleşmesinde yatmaktadır. Bu açıdan Osmanlı devleti, geç bir zamanda da olsa geleneksel yapısını kırma ve dönüştürme becerisini gösteren Rusya ve Japonya’nın iradesini de ne yazık ki gösteremeyecekti. e ç ASIL NEDEN İÇERİDE Bu noktada kimi sol çözümlemelerde de yansıyan, “Avrupa Amerika’nın altın ve gümüşünü talan ettiği için kalkındı ve oradan edindiği birikimle bizi geri bıraktırdı” şeklindeki yaklaşımın da, içerdiği kimi doğrulara karşın durumu aydınlatıcı olmadığını belirtmeliyim. Avrupa kalkınması ve dönüşümünü Amerika’nın soyulması ekseninde açıklamak, Avrupa’nın okyanusları aşan, matbaayı bulan, üretim tekniklerini geliştiren önbirikimini anlamamızı olanaksızlaştırır. Dahası bu yaklaşım, önceki dönem boyunca geniş bir talan ve vergi soygunu gerçekleştiren Osmanlı’nın, bu birikimi niye üretim teknolojisinin dönüşümü ve açık denizlere açılıma aktaramadığı sorusunu da yanıtsız bırakır. Soğukkanlı bir yaklaşımla kabul edilmelidir ki, tüm Ortaçağ rejimleri gibi Osmanlı’nın statik yapısına karşın Avrupa, kendi parçalı sosyo ekonomik yapısının olanaklı kıldığı yaygın şehirleşme, ticari birikim ve bilimsel atılımlardan hareketle dinamik bir yapıya ulaşmıştır. İşte bu temel sayesindedir ki Avrupa, Rönesans’ını gerçekleştirerek sanayileşme ve aydınlanmaya yönelirken, herşeyi ağır bir denetim altında tutan merkezi despotik egemenliği altında Osmanlı Ortaçağ’da donmuştur. Durumu anlayamayan, anlasa da kendi çıkarlarına dokunduğundan değişime karşı çıkan egemen kadroları aracılığıyla Osmanlı, gelecek vizyonu üretmek yerine günü kurtarmaya yönelik çözümlerle yetinmiştir. Ebussuud Efendiler üzerinden halka yönelik ölüm fetvaları ve İslamcı tahkimat örgütlenirken, tıkanmanın nedenini yönetim aygıtındaki yozlaşmada gören Koçi Bey’ler de, geleneksel yapıyı sıvayarak güçlendirme önerileri geliştirecektir. Sonuçta nedenin parçası olan şeriatçı ve devşirme bürokrasi güçlenirken halkın hakları ve üretim kapasitesi gerileyecek, dünya Avrupa’nın egemenliğindeki yüzyıllara geçecektir. Özetle Osmanlı, Avrupa’nın gösterebildiği dinamizmi gösterememiş, o çağın koşullarında bunun gerektirdiği (yaygın şehirleşme, ticaret, bilim, sivil toplum, özgürlük, vb.) ilişkileri engellemiş veya elde edememiştir. Dolayısıyla sömürgecilikten önce sorgulanması gereken Osmanlı’nın bizzat kendi üretim ve iktidar yapısıdır. KENDİ DİNAMİKLERİNİ ÖLDÜRMEK Gerçekte pek çok imparatorluğun tarihinde yaşanmış olanın benzeri yaşanıyordu Osmanlı’da: Ya kapıkullarıyla birlikte padişah mutlak anlamda egemen olacak ve merkezi despotik bir yapı şekillenecek, ya da Avrupa’da yaşanmakta olduğu gibi, kralın eşitler arasında birinci olacağı feodal bir yapı kurumlaşmaya başlayacaktı. Bu öylesi önemli bir ikilemdir ki, Osmanlı’nın sonraki dönemdeki yükselişi ve gerilemesinin de anahtarı olacaktır. Sorunun bu yanı tarih bilinci anlamında çok önemli olmasına karşın garip bir şekilde en az işlenen ve işleyenlerin çoğunun da nesnellikten kaçan yanıtlar ürettiği bir sorun alanıdır. Fethin avantajıyla kendi merkezkaç eğilimlerini tasfiye edip katı bir merkezi yapı oluşturan Osmanlı, Anadolu beyliklerini de kendine katarak feodal Avrupa karşısında büyük bir askeri üstünlük elde edecekti. Ancak Osmanlı’ya devasa fetih kapıları açacak olan bu gelişme, bir paradoks olarak, Osmanlı’nın Yeniçağın ruhuna uygun bir dönüşüm yaşamasını da olanaksızlaştıracaktır. Oysa tersi olsaydı, Osmanlı sonraki yüz yılında bu denli geniş bir yayılma gösteremeyecek, buna karşılık Yeniçağ’ın kaçırılması durumuna da düşmeyebilecekti. Bütün topraklarının gelirleri sadece İstanbul’a ve onun üretici olmayan bürokrasisinin asalak ihtiyaçlarına akıp tüketilmeyecek, Avrupa’daki gibi her ekonomik bölgede şehirleşmenin, üretim ve ticaret eksenli gelişimi söz konusu DIŞARIDA TALAN İÇERİDE TALAN Fatih dönemini bu çok önemli noktada irdeleme dışı bırakan bir gelenek, ne yazık ki tarih yazımlarımıza egemen olmuştur. Türkİslamcı tarih yazıcıları, konuyu fetih, güç, ‘Batıya üstünlük’, vb. üzerinden irdelemekle yetinmişledir. Daha ciddi olanları ise, İstanbul’un fethi üzerinden Osmanlı’nın imparatorluk olarak yeniden düzenlenişini irdelemiş, ancak fetih ve bununla Osmanlı’nın sonraki yüzyıllardaki durgunluğu arasındaki bağı genellikle es geçmişlerdir. Oysa bu sorunu irdelemeyen bir tarih yazımı, tarih bilincimizde ciddi bir kara delik oluşturuyor. Burada Fatih’in şahsiyet analizinden hareketle kuşkusuz bir Rönesans imparatoru ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyim. Bilime verdiği değer, ulemaya teslim olmaması, çok kimlikli bir İstanbul inşasındaki evrensel vizyonu bunu göstermeye yeter. Ancak kurumsallaştırdığı yapı, onun bu vizyonuna sahip olmayan ardıllarının elinde, Ortaçağ eaydin?cumhuriyet.com.tr YANLIŞ REÇETELER 16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı, üstelik saldırı kapasitesinin en üst düzeye çıktığı bir zamanda içsel bir çürüme sürecine girerken Avrupa, feodal parçalanmışlığının olanakları üzerinden üretim tekniklerini arttıran bir değişim sürecine giriyordu. Üretim tekniklerini ve bununla örtüşmek üzere savaş teknolojisini geliştiren Avrupa, buna bağlı olarak yayılma ve talan kapasitesini güçlendirmeye başlıyordu. Bu değişim hem ekonomik düzlemde Osmanlı’dan Avrupa’ya kaynak akışını hem de 17. yüzyıl sonrası savaşların kaderinde değişim olarak belirginleşecekti. BODRUM’UN BİTEZ KOYU’NDA MAVİ BAYRAKLI, DENİZE SIFIR MANUELA HOTEL Botanik bahçesini andıran doğası ile mavi ve yeşilin buluştuğu bir tatil cennetidir. Özel plaj keyfi, konforlu odalarda TV klima rahatlığı, 20 yılı aşkın, kaliteli ve güleryüzlü hizmetiyle Haziran Ayı Fiyatları Siz Cumhuriyet okurları için 58 YTL. Tam pansiyon, gazeteniz kahvaltı masanızda... OTELİMİZE AİT TEKNEYLE ÜCRETSİZ TEKNE VE BALIK TURLARI Tel: 0 252 363 79 04, Cep: 0 533 722 81 81, Faks: 0 252 363 77 88 Daha fazla bilgi: www.manuelahotel.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle