19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 21/3/07 16:47 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 24 MART 2007 CUMARTESİ rih Ta Çanakkale Zaferi’ni S doğru okumak on 10 yılda Çanakkale Savaşı’na dair yapılan anmalar, atıflar, yayınlar ve ziyaretlerin sayısında olağanüstü bir artış oldu. Kuşkusuz hem yaşandığı dönemdeki büyük önemi hem de neden olduğu korkunç insan kaybıyla Çanakkale Savaşı’nı anmak değil, anmamak anormal olurdu, ki Soğuk Savaş dönemindeki ittifakların yüzü suyu hürmetine böylesi bir anomali sergileniyordu. Ne ki uçlar arasında gidip gelen bir anlayışın toplumu olarak, Çanakkale Zaferi’ne ilişkin son yıllarda da bir anormallik olduğu ERDOĞAN yaşadıklarımızda kesin. Çanakkale Savaşı yıl dönümleri, anmanın AYDIN çok ötesinde bir gösteriye, bir ideolojik mücadele alanına döndürülmüş durumda. Öyle ki iç sorunlarımız artışıyla koşut olarak Çanakkale anmalarının dozu da, eklentileri de artıyor. Sonuçta geldiğimiz yer, herkesin güncel ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği, gerçek bağlamından kopararak güncel bir politika nesnesi kılmaya çalıştığı kendi Çanakkale’si olmuştur. Bu Çanakkalelerin içinde, İngiliz Kraliyet Birliği’ni yutan bulutlardan, düşmanın attığı top mermilerini elleriyle tutup düşman gemilerine geri atan sarıklı ve yeşil cüppeli evliyalara kadar herşey var. Haluk Şahin, (yanılmıyorsam) geçen yıl, M. Akif’in “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” adlı ünlü şiirinden hareketle yazdığı bir makalede bu duruma değinmişti. İslamcıların, milliyetçilerin ve hümanistlerin Çanakkale Savaşları’nın, farklı savaşlar haline geldiğine, zaman zaman ortak cümleler kullansalar da temelde üç farklı Çanakkale yorumunun şekillendiğine işaret ediyordu. İslamcıların yorumu, esas olarak İslamın Hıristiyanlıkla savaşı ve uzlaşmazlığı ekseninde, Çanakkale’ye bir cihat anlamı yüklüyor. Bu perspektifle dinler/medeniyetler savaşı olarak görülen Çanakkale, bugün için de toplumun İslamcı dönüştürülmesi ve tahkimatının arka planı yapılıyor. Çanakkale zaferi, ‘milli’ kültür olarak İslama sarılınması halinde maddiyatçı/kâfir Batı medeniyetinin yıkılabileceğinin göstergesi olarak sunulurken bu illüzyonu güçlendirmek amacıyla Çanakkale Savaşı’na ilişkin bir dizi dinsel efsane üretiliyor. Milliyetçi bakış ise, Çanakkale Savaşı’nı, I. Dünya Savaşı içindeki diğer savaşlardan ve savaşın sonuçlarından kopararak Türklüğe yüklenen önsel bir üstünlüğün kanıtı olarak sahipleniyor. Çanakkale’nin milliyetçi anlatımı konjonktürel ilişkilere göre de değişiyor; örneğin Soğuk Savaş döneminde sadece bir ‘milli şahlanış’, bir ‘yiğitlik destanı’ olarak anlatılıp işgalciler adeta belirsizleştirilirken son yıllarda Batı karşıtı bir toplumsal tahkimata malzeme yapılır. Bu her iki bakışın da garip ortak paydaları var tabii. Örneğin bizi Çanakkale Savaşı’na sürükleyen politikaları gözden gizleme ve savaşın salt kahramanlığımız ve şahadetimiz üzerinden bir milli övünç vesilesi olarak anlatılması, bunlardan birini oluşturuyor. Gerek I. Dünya Savaşı süresince gerekse de onun bir parçası olarak yaşanan Çanakkale’deki Alman yönetimi de gözlerden gizlenmeye çalışılan ikinci ortak payda oluyor; çünkü bu Alman gerçeği, İslamlık veya Türklük eksenli resmi anlatımı gölgeleyen bir sorun oluşturuyor. bağlamda Çanakkale ile Kurtuluş savaşları arasında dolaysız bir neden sonuç ilişkisi kurmak öznel bir zorlamadır. Çanakkale Zaferi’nin bir diğer sonucu, ordu ve halk üzerinde yarattığı ciddi moral katkıdır; ancak bu moral katkı, Dünya Savaşı’nın sonraki yenilgisiyle yerini ağır bir travmaya bırakacağından, Kurtuluş Savaşı’na bu anlamda bir katkı işlevi göremeyecektir. Onun Dünya Savaşı sürecinde sağladığı moral katkıya gelince, bu katkı, Osmanlı’ya egemen olan İttihatçı zihniyet tarafından, onurlu bir barış için değil, savaşa daha çok yüklenmek, yeni maceralara yönelmek için kullanılacaktır. Nitekim Çanakkale’den sağ çıkan tecrübeli Mehmetçikler, bonkör bir mirasyedi tavrıyla, Doğu Avrupa cephelerinde sıkışan Almanlara sunulacak; Çanakkale savunmasında ölmeyen halk çocukları, Galiçya’ya, Dobruca’ya, Eflak’a ölüme yollanacaktır. e ç FELAKETLERİN MÜSEBBİBİ BAŞIMIZDAKİLER Çanakkale Savaşları’nın da içinde yeraldığı I. Dünya Savaşı ve bu savaşa Osmanlı’nın katılım kararı, dünya ve Osmanlı halkları açısından, bizzat Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi, bir “felakettir”. Bu felaketin, bir zafer olan Çanakkale’deki faturası bile, 60 bini ölü olmak üzere 250 bin kayıptır. Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutası’nı alırkenki diyalogunda M. Kemal, “Müsterih olunuz, sizde hiçbir kusur ve kabahat düşünemiyorum. Kusur ve kabahatin büyüğü, sizi mensup olmadığınız bir milletin orduları başına getirenlerdir. Şimdi siz belki feci âkıbetlere duçar olacaksınız. Belki ben, yalnız ben değil bütün Türk milleti aynı âkıbetlere uğrayacağız, fakat ikimizin de müsterih ve müteselli olabileceğimiz bir nokta vardır; o da felaketlerin müsebbibi siz veya ben olmayışımızdır; mensup olduğumuz imparatorlukların başında ve idaresinde bulunanlardır” diyecektir. (Cevat Abbas’tan akt. Sermet Atacanlı, Atatürk ve Çanakkale’nin Komutanları, s.184) Özetle Çanakkale Savaşı, dünyanın dört tarafında sürdürülen ve AlmanAvusturyaOsmanlı bloğunun RusyaBelçikaFransa’ya saldırısı ile başlayan savaşın cephelerinden biri olarak yerli yerine oturtulduğu oranda doğru anlaşılabilecektir. Onun bu bağlamı, Çanakkale’ye yönelik saldırıyı veya onun böylesi erken bir tarihte gerçekleşmesini de bize açıklayan başlıca nedendir. Çanakkale anmalarının, hiç olmazsa 92. yılında bu bağlamı gözlerden gizlemeden yapılması ise, benzeri felaketlerden uzak durabilmemizin güvencesi olarak önem taşımaktadır. Bu bağlam, tarihe neden sonuç ilişkileri içinde bakabilen, zaferleri gibi yenilgileriyle de yüzleşebilen bir yurttaşlık bilincinin temelidir. 92. yılda soğukkanlı olmak Çanakkale Savaşı’nın anlatımında karşılaştığımız bir diğer sorun da, ölçüsüz ekleme ve abartılardır. Oysa kendi yalın gerçekliğinde olağanüstü bir kahramanlık destanı olan bu direnişi, dinsel ve milliyetçi efsanelerle süslemeye kalkanlar, gerçekte onu gölgelemiş oluyorlar. Böylesi destanlar için ihtiyacımız olan koşullandırma değil, inandırma ve insana güvenmektir. Bugün Çanakkale anmalarında işittiğimiz sözler öyle ölçüsüzdür ki, salt bunları dinleyenlerin, yedi düvel’in birleşip saldırdığı, bizim de onları yendiğimiz şeklinde kendi başına bağımsız bir zaferin anıldığını veya yenilgiye giden bir savaşı tersine çevirdiğimiz gibi bir sonuç çıkabilirler. Oysa bu doğru değil. Kuşkusuz başarı örneklerine gereksinimimiz var, ama gerçeklerden kopartılmışlara değil. Unutulmamalı ki, Çanakkale’nin de cephelerinden birini oluşturduğu emperyalistlerarası savaş, Osmanlının da parçası olduğu ittifakın yenilgisiyle sonuçlanacaktır. Osmanlı’nın bu yenilgi sonrasında yaşadığı insani ve ekonomik yıkım ise, müttefiklerininkinden çok daha ağır, sözcüğün gerçek anlamında bir felaket olacaktır. Dahası 1915’te, Osmanlı’nınki kadar büyük kayıplar vererek Çanakkale’den geri çekilmek zorunda kalanlar, genel savaşı kazandıktan sonra tek bir kurşun bile atmadan Çanakkale’den geçip İstanbul boğazına demir atacaklardır. Tarih, salt görmek istediğimiz taraflarıyla değil bütünlüğüyle tarihtir. Ve içinde boğuştuğumuz sorunların çözümü, bu bütünlüğün bilinci üzerinden mümkün olabilecektir. Bu bağlamda “Çanakkale Deniz Zaferi bir milletin, dünya tarihine yeniden hükmetme güç ve iradesini gösterdiği savaştır” (Bülent Arınç) yargısı, ciddi bir şekilde düzeltilmeye muhtaçtır. Düzeltilme gereği yanında bu görüş, ülkemizin yarını açısından tehlikelidir de. “Dünya tarihine yeniden hükmetme” hayalleri, Osmanlı’yı savaşa sürükleyen zihniyetin görüşüydü ve bu hayalle girilen savaşın sonucu, halkın ve ülkenin korkunç yıkımı olmuştur. Dolayısıyla bizzat Çanakkale’nin anısı, bu ülkeyi yönetenlerin, dünya tarihine hükmetmek gibi imparatorlukçu düşlerden kendilerini kurtarmalarını gerektirmektedir. Kaldı ki bu yaklaşım, tarihin doğru okunmasından da tümüyle uzaktır; çünkü bu zafer, bırakalım “dünya tarihine yeniden hükmetmeyi”, sadece bir ara zafer olarak, savaşı uzatmıştır. Devlet katlarından dillendirilen, Çanakkale Savaşları’nın, “Türk Ulusu’nun yazgısını ve tarihin akışını değiştirdiği” iddiası da aynı şekilde yanlıştır. Türk Ulusu’nun yazgısı, Çanakkale’de değil, korkunç bir yıkımın sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda değişecektir. Çanakkale sonrasında ise söz konusu yazgı, Almanların ve İttihatçıların elinde kalmaya devam ederken, halk ve Anadolu hergün daha da ağırlaşan bir yıkımın pençesine tutsak olacaktır. Bu tutsaklığın sonucu ise bilindiği gibi Sevr’dir. Durum buyken Necmettin Halil Onan’ın, “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir” diye seslenen şiiri, kuşkusuz çoğumuzun gönlünü okşamaktadır, ama itiraf edilmelidir ki gerçeklikten kopartılışımızın estetize edilmiş yansımalarından öte nesnel bir anlam taşımamaktadır. Çanakkale Zaferi’nin 92. yılında soğukkanlılığa, tarihimizle gerçekçi bir ilişki kurmaya, bizi yeni savaşlara, düşmanlıklara sürüklemeyecek ve sorunlarımızı barışçıl yollarla çözme bilinci oluşturacak dersler çıkarmaya ihtiyacımız var. ÇANAKKALE VE KURTULUŞ İLİŞKİSİ Oysa bu yaklaşımlar Çanakkale Savaşı’nı kendi nesnelliği ile anlamamızı engellediği gibi, tarih bilimini de, toplumu gütmeye yönelik ideolojik araca indirgiyor. Bu bağlamda gerçeklerin yerini tek yanlılık alırken tarih yazımı da, benzeri tekerrürlerden kaçınmamızı sağlayan bir ders olmaktan çıkarak bir koşullandırma ve hamaset aracına dönüşüyor. Oysa Çanakkale’yi dinci ve milliyetçi hamasetten kurtarıp gerçek temelleri üzerinden yeniden anlamaya ve buna uygun anlatmaya gereksinimimiz var. Böylesi egemen ideolojik bakışların bir diğer ortak paydası da, Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı’nı dolaysız bir şekilde birbirinin devamı göstermektir; ki bu da doğru değil. Kuşkusuz Çanakkale Savaşı, ulusal bir bilinç oluşumu ve Mustafa Kemal’in, “birçok merhalelerden ve tecrübelerden geçerek kariyer yaptığı”, ulusal bir lider olarak kendini kabul ettirdiği bir süreç olarak Kurtuluş Savaşı için ciddi bir katkı oluşturmuştur. Ancak bu dolaylı ilişkiye karşın Çanakkale savaşı, Osmanlı’nın İttihatçılar eliyle sürüklendiği emperyalist savaşın cephelerinden ve aşamalarından biridir. Kurtuluş Savaşı ise, onun yıkıntıları arasından sadece emperyalizmle değil, imparatorluk kalıntılarıyla da savaşarak kendini Misakı Milli’de (Ulusal Ant) belirlenen toprakların kurtarılmasıyla sınırlayarak ve yüzünü Batı medeniyet değerlerine, cumhuriyete, laikliğe dönen yeni bir kuruluş sürecidir. Bu ASLOLAN MEŞRUİYET Çanakkale’ye emperyalist saldırı, işte bu bağlamı içinde yerli yerine oturtulduktan sonradır ki, onu I. Dünya Savaşı’ndaki diğer muharebelerden ayrımla olağanüstü bir zafere dönüştüren özgünlükleri doğru kavranabilecektir. Bu özgünlükler içinde öncelikle anılması gereken öğe ise, kuşkusuz onun meşru bir savunma savaşı olmasıdır. Çanakkale’de saldırgan doğrudan emperyalizm, savunulan meşru vatan topraklarıdır. Bu fark aynı zamanda hem Çanakkale’nin sonucunu hem de tarih içindeki anlamını diğer savaşlardan farklılaştırmıştır. Bu bağlamda Çanakkale, doğru yerde, doğru şekilde yönetilen bir savaştan, güç eşitsizliğine rağmen başarıyla çıkılabileceğinin, bu noktada aslolanın meşruiyet olduğunun anlamlı bir göstergesidir. Alman işbirlikçiliği içinde bizi felakete sürükleyen İttihatçılara rağmen Çanakkale Savaşı, emperyalist saldırganlara karşı meşru bir savunma savaşı olarak gerçekleşmesi nedeniyle, başka hiçbir savaşta gözlenemeyen büyük bir toplumsal seferberliğe yol açmıştır. Bu meşruiyet, içlerinde Ermeni, Yahudi, Rum ve tabii Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut Osmanlı tebaalarının olduğu bir halklar harmonisinin emperyalizme karşı seferber edilebilmesini ve hepsinin cansiperane bir şekilde saldırıyı püskürtmesini mümkün kılmıştır. İşte bu nitelikleriyledir ki Çanakkale, tüm teknik üstünlüğüne karşın emperyalizmin yenilmez olmadığını göstererek tüm kurtuluş savaşlarına bir örnek olmuştur. eaydin?cumhuriyet.com.tr ‘İlk Göz Ağrısı’ S ahne tozu Borchert’in eserinden uyarlanan oyun ‘Kapıların Dışında’ II. Dünya Savaşından sonra, yurduna dönen bir askerin, hayatta kalmakla ölümü seçmek arasındaki çatışması anlatılıyor. Wolfgang Borchert’in eserinden uyarlanan oyunu Yiğit Sertdemir yönetiyor. Aynı zamanda oyunda da rol alan Sertdemir’e Ebru Gözdaşoğlu, Onur Kahraman, Seda Özen Yürük, Yaman Ömer Erzurumlu ve sesiyle Tomris İncer eşlik ediyor. Kapıların Dışında, 28 Mart tarihinde Göztepe AFL Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. (Tel: 0 216 338 15 12) S ergi Bin feetten Türkiye manzaraları Doğa ve hava fotoğrafçısı Alp Alper’in 1000 feet yükseklikten çektiği, Galata Kulesi’nden Ölü Deniz’e, Kapadokya’dan Nemrut Dağı’na, Kekova’dan Meke Gölü’ne kadar Türkiye’nin doğal güzelliklerini yansıtan 16 fotoğraftan oluşan sergi, 3 Nisan tarihine dek Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Gidiş Salonu’nda görülebilecek. Tezat sergisi 3. sayfa haberleri Beckett’ın ünlü sahneleniyor... eseri ‘Oyun Sonu’ Feraizcizade Mehmet Şakir’in 1900’lü yıllara yakın yazdığı İlk Göz Ağrısı’nda, evlilik kurumu ve dönemin gelenekleri komedi formunda işleniyor. Oyunda Bestem Türen, Hazım Körmükçü, Burteçin Zoga, Gürol Güngör, Yonca İnal gibi oyuncular rol alıyor.“İlk Göz Ağrısı”nın yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu, alaturka bir oyunu günümüz seyircisinin ilgisine modernleştirerek sunuyor. Oyun, bugün, yarın ve 29, 30 ve 31 Mart tarihlerinde Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak. (Tel: 0 216 349 04 63) Palet Sanat’ta Karayalçın’dan üç üç ressam boyutlu desenler Palet Sanat Galerisi, yine üç değerli resim sanatçısını birleştiriyor. Bugüne dek Türkiye’de ve yurtdışında pek çok sergiye katılan Süleyman Saim Tekcan, Ayşe Erte ve Sinan Demirtaş’ın yapıtlarıyla oluşan karma sergi, 15 Nisan’a dek sürecek. (Tel: 0 216 302 78 50) Sanatseverlerin heykelleriyle de tanıdığı Eşber Hrant Karayalçın bu kez üç boyutlu desenleriyle, izleyenlere boşluğa çizdiği objelerin içinde dolaşma imkanı sunuyor. Sergi, 14 Nisan tarihine dek Pi Artworks Ana Galeri’de izlenebilecek. (Tel: 0 212 236 68 53) İstanbul Halk Tiyatrosu’nun oyunu Can Tarlası, gazetelerin 3. sayfa haberlerinden derlenen 11 kısa öyküyle, artan şiddet olaylarına bir yorum getiriyor. Oyunu Kemal Kocatürk yazıp yönetiyor. Dolunay Soysert, Levent Üzümcü, Yıldıray Şahinler, Bahtiyar Engin, Ertan Saban, Mehmet Özbek’in rol aldığı oyun, yarın Caddebostan Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. (Tel: 0 212 231 54 97) Beckett’in ünlü eseri, Dostlar Tiyatrosu tarafından sahneye koyuluyor. Biri yürüyemeyen, biri de oturamayan iki insanın birbirlerine bağımlılıklarının kara bir mizahla anlatıldığı oyunda rolleri Genco Erkal, Bülent Emin Yarar, Meral Çetinkaya, Hikmet Karagöz paylaşıyor. Oyun Sonu, 29 Mart’ta Akatlar Kültür Merkezi’nde. (Tel: 0 212 287 52 80) Article Art Gallery, iki genç sanatçının zıtlıklarını ortaya koyan bir sergiye ev sahipliği yaparken Haluk Aykan’ın figüratif çalışmalarının yanı sıra, Burcu Kozan’ın farklı malzemeler üzerine soyut çalışmalarına yer veriyor. Sanatçılar kendi içlerindeki ve stillerindeki tezatlıkları, gerek form, gerek içerik, gerekse malzeme olarak seyirciye göstermeyi amaçlıyor. Sergi, 7 Nisan tarihine dek görülebilecek. (Tel : 0 212 251 86 07)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle