19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 07 14/11/07 15:46 Page 1 CUMARTESİ EKİ 7 CMYK 17 KASIM 2007 CUMARTESİ 7 Yanlış karar geri alınsın HAKAN DİRİK Fişek gibi bakışları, mahkemenin soğuk duvarlarını delip geçen “kararlı” bir adam, “dava arkadaşları”yla birlikte hazırladıkları ortak savunma metnini okuyordu. “Aydınlık yüzü” patlayan flaşla bir kez daha aydınlandı. Resmi giysili birisi bir adam, çevredekileri umursamadan içeriye girdi, fotoğrafını çekti ve sessizce dışarıya çıktı. Aynı işlem, iki kez daha tekrarlandı. Davada 23 kişi yargılanıyordu, ancak resmi giysili adam, yalnızca üç kişinin fotoğrafını çekmişti. Nedeni, mahkeme sonunda anlaşılacaktı; çünkü onlar, “idam edilecek” olanlardı! Can Yücel’e “aşk olsun” dedirtecek olanlar da: En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez luverin namlusundan fırlayarak... En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun Onlar “üç fidan”dı; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan. Onların solmasına hükmeden ferman, TBMM’de kabul edildiğinde, takvim yaprakları 2 Mayıs 1972’yi gösteriyordu. O gün “idam edilsinler” diye el kaldıranlar, yıllar sonra, “timsah gözyaşlarını” andıran bir üslupla pişmanlıklarını dile getiriyordu. “Evet”çilerden Süleyman Demirel, 30 yıl sonra kendini şöyle savunuyordu: “Devirler değişiyor. Bundan 30 sene evvelin şartları bugün yoktur. Başka şartlar vardır. Bugünkü şartları düne götürerek düşünemezsiniz, çok yanlış olur. Binaenaleyh insani tarafını düşündüğümüz zaman, kimsenin, karıncanın incinmesine razı olmayız. Fakat bir olay var; Hikmeti idare, devletin bekası gibi kavramlar bizim geleneklerimizde vardır. Padişahlar, kardeşlerini, çocuklarını astırmıştır!..” Anayasa’yı zorla değiştirmeye çalışmakla suçlanıyorlardı. Oysa Anayasa’ya sahip çıkmak için Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsızlık İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” gerçekleştirenler onlardı. Yine de 6 Mayıs 1972 sabahı, evetçilerin kaldırdığı eller, üç fidanın boynuna ilmeği doladı. CHP İzmir Milletvekili Bülent Baratalı, Deniz’ler hakkında halen geçerliliğini koruyan yasanın kaldırılması için geçen hafta TBMM’ye yasa teklifi sundu Üç fidan, TBMM’nin çıkardığı “Deniz Gezimiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın Ölüm Cezalarının Yerine Getirilmesine Dair Kanun” ile asıldı. Aradan geçen 35 yıl sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrenciliği sırasında Deniz Gezmiş’le aynı havayı soluyan CHP İzmir Milletvekili Bülent Baratalı, meclisin çıkardığı idam yasanın peşine düştü. Baratalı, Deniz’ler hakkında halen geçerliliğini koruyan yasanın kaldırılması için geçtiğimiz hafta TBMM’ye yasa teklifi sundu. Ancak bir “iadei itibar” çabası değil Baratalı’nınki, çünkü halkın gözünde onların itibarları hiç zedelenmedi. Baratalı da, ölmelerine rağmen önderliklerinin devam ettiğini düşünüyor. İdamların darbe hukuku ve diktatörlerin cezalandırma biçimi olduğunu kaydeden Baratalı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bağımsız bir mahkeme tarafından yargılanmadığını, idamın “siyasi” bir karar olduğunu vurguluyor, bunun hukukçular tarafından da kabul edildiğini dile getiriyor. İdam kararı alan mahkemenin savcısının, yıllar sonra “Onlar , mahkemeye iyi davransalardı, indirim uygulanır, cezaları müebbete çevrilebilirdi” sözlerinin, yargılama sürecinin “önyargılı” ve hukuk dışı olduğunu kanıtladığını belirtiyor. Meclisin idam kararı almasında büyük etkisi olan dönemin başbakanı Nihat Erim’in de daha sonra “mahcup” bir ifadeyle “Biz cezanın infazına oy verdik. O günkü koşullar onu gerektiriyordu” dediğini de anımsatıyor. Baratalı, 1972’de çıkarılan yasanın yürürlükten kaldırılması için TBMM’ye sunduğu yasa teklifinin gerekçelerini şöyle sıralıyor: “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kuşağı, daha iyiye ulaşmak için memleketi ve halkı uğruna kendini hiçe sayabilen, şu anda sahibi olduğumuz vazgeçemeyeceğimiz haklar için kendilerini ateşe atabilmiş, haksızlığa isyan etmiş bir kuşaktır. Ulusal kurtuluş mücadelesi vermiş bir ülkenin çocukları, maalesef bu mücadeleden 50 yıl sonra, tam bağımsız Türkiye istedikleri için idam edildiler. Onlar, ‘tam bağımsız Türkiye’ talebiyle Türkiye’nin üslerinin kullanılmasına karşı çıkmışlar, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik bağımsızlığını savunmuşlardır. Hırsızlığın, yolsuzluğun, yoksulluğun bitmesini, demokrasi ve adalet istemişlerdir. Bu talepleri ve özlemleri nedeniyle idam edildiler. Türkiye, bu idam cezalarının infazıyla bir kuşağı ve o kuşağın iddialarını yok etti. Bir kuşağın özlemlerini yok etmek Türkiye’ye pahalıya mal oldu. Türkiye, hala o kuşağın iddialarını yok etmenin bedelini ediyor. Bu kanun teklifi, bir itibar iadesi talebi değildir. 2 Mayıs 1972 tarihinde meclis tarafından alınan yanlış bir kararın düzeltilmesi, geri alınması talebidir. Bu teklifin kanunlaşması, idam cezaları ve infazının toplumsal vicdanda yarattığı tahribatı giderecek ve toplumsal barışa katkı sağlayacaktır.” Deniz Gezmiş, asılmadan hemen önce babasına yazdığı mektuba “mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum” diye başlıyor, ailesini “devrimciliğinin olanca ateşiyle kucaklayarak” bitiriyordu. Şimdi Baratalı’nın başlattığı girişim sonuç verir mi, bilinmez, ancak 28 Ocak 1971 tarihli mektubundaki satırları, onları idama gönderenlerin çoktan tarihin çöplüğüne gömüldüğünü, kendilerininse düşünceleriyle yaşadığını belgeliyor: “Baba, Sana her zaman için müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Baba, biz Türkiye’nin ikinci Kurtuluş savaşçıla?rıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da... Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı’nda ol?duğu gibi... Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onla?rı... Düşün baba; Bugün hükümet işini, gücünü bı?rakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdadırlar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız...” ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ‘O Güzel İnsanlar’ın öyküsü ‘O Güzel İnsanlar’... Zihinleri dinç, yürekleri açık, daha yaşanılır bir dünya hayali kurarak, enerjilerini ve yaşama sevinçlerini hiç kaybetmeden gerçekten üreten ve gerçekten emek harcayan insanlar... Bir gün bile yılmadan, bir gün bile umudunu yitirmeden üreten, ülkesi için çalışan, insanını seven, sahip oldukları yeteneklerle her biri ayrı birer kahraman olan insanlar... Abidin ZUHAL Dino, Ahmet Arif, Aliye Berger, Aziz Nesin, Azra Bedri Rahmi Eyüboğlu, Can Yücel, Eren AYTOLUN Erhat, Eyüboğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Fazıl Say, Füreya, Genco Erkal, Gülten Akın, Haldun Taner, İdil Biret, İsmet Ay, Leyla Gencer, Melih Cevdet Anday, Münir Özkul, Nahit Hanım, Nazım Hikmet, Onat Kutlar, Ruhi Su, Sıdıka Su, Salah Birsel, Semiha Berksoy, Sezen Aksu, Yaşar Kemal, Yıldız Kenter ve Zeynep Tanbay, gazetemiz yazarlarından Zeynep Oral’ın kaleminden hem özyaşam öyküleri hem de anılarıyla değerlerin ve fikirlerin asla baskı altına alınamayacağını, asla ölmeyeceğini hatırlatıyor okuyanlara. Sezgileriyle bu 30 isimde karar verdiğini söyleyen Oral, içinde kalan isimler için yeni bir kitap daha yazmayı düşünebileceğininin de sinyallerini veriyor. Oral’la yitmeyecek değerleri konuştuk... Gazetemiz yazarlarından Zeynep Oral, 35 yıllık birikim ve anılarını hiç kaybetmediği heyecanıyla kaleme dökerek Türkiye için çok önemli 30 değeri hatırlatıyor ‘O Güzel İnsanlar’ kitabıyla... FİKİRLER ÖLMEZ, ÖLDÜRÜLEMEZ! Kitapta Aziz Nesin için ‘Silahı mizahtı’ diyorsunuz. Bunu okuduğumda fikirler ve değerler ölebilir ya da öldürülebilir mi diye sordum tekrar kendime. “Ölmez, öldürülemez. Bu insanların düşüncelerini biliyoruz. Kitaplarını okuyor, eserlerini takip ediyoruz. O halde bizlerin de kafalarımızı kesmeleri gerekir. Fikirlerin önüne kimse geçemez. Bu insanlar öldürmedi, çalmadı, çırpmadı, kimseyi aldatmadı, yumruk atmadı, şiddet göstermedi. Her biri güzel, şiddetsiz, yaşanılır ve barışsız bir dünya için çaba harcadı. Her biri çok önemli. Onlardan her okur minik birşey öğrense umutlu bir dünyanın yolu açılabilir.” Siz umutlu musunuz? “Umutlu olmak zorundayım. Başka seçenek yok.” Bu kitapta gençlere ve hatta okumayan, izlemeyen sanattan uzak bir topluma fikirleriyle ölmeyen değerleri hatırlatıyorsunuz. Ölmeyen ve ölmeyecek düşünceleri... Sizce bu kitabın nasıl bir etkisi olacak? “En azından bir merak uyandırıp, bir insanı tanımak istemine yöneltmek de yeter. Eğer meraklarını kamçılayabilirse bu kitap görevini yapar. Leyla Gencer kitabı bir çok insanı yaptıkları işe dört elle sarılmasına sebep oldu. Geri dönüşlerde bunu duymak bana en büyük ödül oldu. Bu değerler, gençlere yaptıkları işe tutkuyla bağlanmayı ve yaşama sevincini öğretecektir. Üretirken, emek verirken dünyayı anlamaya ve kavramaya çalışmayı hatırlatacak.” KİTABI KENDİM İÇİN YAZDIM 30 değerli sanatçının portresi yer alıyor kitapta. Nasıl bir birikim sizi bu kitabı yazmaya getirdi? “35 yıllık bir birikimin ardından 6 ayda hazırladım bu kitabı. Mesleğimin ilk günlerinden beri kimiyle tanışma fırsatı buldum, kimiyle de çok yakın arkadaş oldum. Sevdim, saydım, beslendim. Kitapta özellikle arkadaşlarımı yazmamaya çalıştım. Arkadaşlıklar da bir gün bitebilir, iş ilişkileri de. Onların hesabına girmektense dostluk kurduğum, anılarımın yer aldığı çok değerli isimleri, herkesin yakından tanımasını istedim. Çünkü bu değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılması gerekiyor. Kültürü var eden bu insanları içselleştirebilmiş olmamız gerekir, okullarda okutulması da. Ancak kültürü var eden bu insanlar toplumda gereken değeri görmüyor. Magazin sanatçıları yer alıyor artık her yerde. Oysa ki bu denli önemli sanatçıların tanınması, bilinmesi gerekir. Öyle gençler tanıyorum ki, tiyatro yapmak istiyor ancak Haldun Taner’in ismini hiç duymamış.” Reyting canavarı ile boğuşan kültürel bir düzlem söz konusu. Peki bu noktada kimlere, ne gibi görevler düşüyor sizce? “Bireylerin yanı sıra aile, medya ve eğitim sisteminin sorumluluğu var.” Kitabı 30 kişiyle sınırlandırmak zor olsa gerek. Seçimlerinizi nasıl yaptınız? “Kronolojik sıra gütmek istemedim. Eski, yeni, genç, yaşlı, kadın erkek gibi çeşitliliğe önem verdim. Kendime yakın hissettiklerimi, genellikle sezgilerimle yaptım seçimlerimi. Onlarla buluşmaktan çok keyif aldım. Belki yaşla belki de uzun meslek yaşamımdan dolayı artık kendi keyif aldığım şeyleri yapmak istiyorum. Bu kitabı bir anlamda da kendim için yazdım.” Torosların Üzerine Yıkıldığı An (...) Çook sonra, konuşmamızın sonlarına doğru bir ara en büyük acısını ve en büyük sevincini sorduğumda, ister istemez dönmek zorunda kalacaktı konuya. Keşke sormasaydım, en büyük acısını... Anlatmaya başladı: “En büyük acıyı kan içindeyken duymuyorsun. En çoğu bayılıyorsun... Genç insan dayanıyor. İşkence gören tüm çocuklardan özür dilerim. Sansaryan Han’dayım, dokuz numaradaydım. Çok hastaydım. Aylardır ifadem alınmıyordu. Yattığım yerde, zeminden lağım akıyordu. Lağımla beni bir ızgara ayırıyordu. Bitaptım. Geceyarısı bir telgraf geldi. Telgrafta şu sözler yazılıydı. Baban öldü. Cenaze yerde. Oralara gelemiyorum. Annen Arife.” Yıl 1953. O an tüm dünyası yıkıldı. Bana anlatırken Ahmet Arif’in tutamadığı gözyaşlarına bakıp görüyorum, o anda tüm dünyasının yıkıldığını... Babasının cenazesi yerdedir... O, içeride. Söylenecek hiçbir şey yok. Sessizlik. Bitti sandım. ‘En büyük acı’sını anlattı, bitti sandım. O, “Hala anlatabilmiş değilim,” dediğinde, birbirimize bakmamaya çalışıp gözlerimizi yere indirdiğimizde, bitti sandım.. Anlattı bitti. Ama hayır bitmemişti. En büyük acıyı henüz anlatmamıştı. Ahmet Arif sürdürüyordu konuşmayı.: “Beni hastaneye kaldırdılar bir süre sonra. Orada, hastanede öğrendim. Bir doktor, ‘O telgraf yalandı, nasıl yuttun, hiçbir ana öyle bir telgraf çekmez, nasıl olur da inanırsın’ dedi.” Önce şaşırdı. Sonra tüm Toroslar üzerine yıkıldı. Ya da “Tüm Toroslar üzerine inse, böylesine yıkılmazdı.” Hayır. Babasını, bir türlü doyamadığı babasını daha sonra kaybedecekti. Ve babası oğlunun içeride olduğunu bilmeyecekti. “Babam benim yurtdışında olduğumu sanarak öldü.” Yine sessizlik. Yine söylenecek hiçbir şey yok... Benim ülkem ne biçim bir ülke? Ne biçim insan bunlar? İnsan mı bunlar? Kitapta yer alan isimlerden hepsini az ya da çok tanıdınız. Bu değerlerle tanışmak sizi nasıl besledi? “Çok zenginleştirdi. Farklı renklerden tad almamı sağladı. Bilgimi ve öğrenme isteğimi arttırdı. Bu değerleri tanımak insanlarla daha yakın ve sıcak ilişki ile empati kurmamı, aklımla değil yüreğimle düşünmemi, cevaptansa soru sormamı ve dünyaya farklı açılardan bakmamı sağladı.” Türkiye bu değerlerin birikimlerinden, enerji ve emeklerinden yararlanabilseydi nasıl bir konumda olurduk? “Türkiye hiç bir zaman onlardan yararlanamadı. Değil yaşamlarını kolaylaştırmak, değil gölge etmemek, değil devlet olarak değer vermek, yaşamlarını zorlaştırdı Türkiye onların. Acı çektirdi. Çok acı çektiler. Bizim en genel ve en önemli sorunlarımızdan biri de tüketmeye yönlendiren bir toplum oluşumuz. Biz üretici olmayı, değer vermeyi öğrenebilirdik. Onlardan yararlanabilirdik.” Sunuda sanatın magazinleşmesinden söz etmişsiniz. Nasıl bir magazinleşme Türkiye’nin yaşadığı? “12 Eylül sonrasında insanlar okumaktan, düşünmekten uzaklaştırıldı. Suç aletleri olarak kitaplar gösterildi. Günümüzde de sanat ve kültür televizyon ve gazetelere girdiğinden beri üreticiliğe değil, tüketime teşvik çıkıyor her yerden. Tüketim endüstrisine hitap eden bir sanat ve kültür ortamı var. Bir alışveriş gibi. İçselleştirerek tüketilmiyor sanat ürünleri.” AHMET ARİF ÇOK ACI ÇEKTİLER “Bu insanlar öldürmedi, çalmadı, çırpmadı, kimseyi aldatmadı, yumruk atmadı, şiddet göstermedi. Her biri güzel, şiddetsiz, yaşanılır ve barışsız bir dünya için çaba harcadı. Her biri çok önemli. Onlardan her okur minik bir şey öğrense umutlu bir dünyanın yolu açılabilir. Bu değerler, gençlere yaptıkları işe tutkuyla bağlanmayı ve yaşama sevincini öğretecektir. Üretirken, emek verirken dünyayı anlamaya ve kavramaya çalışmayı hatırlatacak.” Onca Zulüm Varken Bile (...) Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Haftası’ndaydı. Şan Sineması’ndaydı. Yasaklar dönemiydi. Yasaklar arasında Ruhi Su’ya konser yasağı da vardı. Program yoğundu. Ruhi Su’nun birkaç türküyle programa katılıp katılamayacağı belli değildi. İzin sorunu kesin değildi... Sakıncası belli değildi... Son anda yasaklayacakları tutabilirdi. Belirsizlikler arasında o, elinde sazı, koca sahnede göründü, öylece duruyordu. Alkışlar sanki orada bin kişinin alkışı değil, on bin kişinin alkışıydı. O, öylece duruyordu. Alkışlar bitmiyordu. Adı söylenmiş miydi söylenmemiş miydi, anımsamıyorum, ama alkışlar bitmiyordu. O, öylece duruyor, gülümsüyor, heyecandan titriyordu... Onca yasak, onca hasret, onca özlem, alkışlarla kanatlanıyor ve hiç bitmiyordu. Sanki hiç bitmeyecekti... O elinde sazı öylece duruyordu. Ve alkışlar bitmiyordu. Daha ne sazının bir teline dokunmuş, ne de bir ses vermişti... Adı söylenmemişti... Geceyi sunan Halit Kıvanç, “Şimdi çok özlediğimiz...” diye başlamış ama alkışlardan sözün sonunu getirememişti. O öylece durdu, bekledi, baktı ki çarpan, çırpınan yüreklerin durulacağı yok, sazına davrandı. O anda bin kişi soluğunu tuttu. O güne dek sessizliğin bunca somut, bunca yoğun olabileceğini hiç görmemiştim... Neden sonra, sahneden gelen Ruhi Su’nun sesi, oradakilerin sesi soluğu oldu: “Bu memleket bizim/Bizim dostlar bizim” diyen o gür ses hepimizin oldu. Özlem ve hasret... Çünkü üç yıldır Ruhi Su konser veremiyordu, sahnelere çıkamıyordu. Çünkü 12 Eylül askeri darbesi yasaklamıştı. Çünkü bu darbe bu ülkenin aydınlarını, düşünen, yaratan insanlarını susturma, yok etme kararı almıştı. Ülkemin üzerinden silindir gibi geçen, şiddet eken, kin ve nefret kusan, idam, öldürme ve işkence uygulayan bir dönemdeydik. (...) RUHİ SU
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle