Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 07 28/9/06 15:51 Page 1 CUMARTESİ EKİ 07 CMYK 30 EYLÜL 2006 CUMARTESİ 7 Bademler aydınlık yayıyor OZAN YAYMAN Ülkede bir köy düşünün ki, tiyatro salonu olsun. Hatta tüm oyuncuları köylülerden oluşsun. İlk oyun 1930’larda sahnelensin. İlkokul cumhuriyet ile yaşıt, okuma odası yetmiş dört yıllık olsun. Yaşayanlarının hayat hikâyelerinden yola çıkılarak çekilen film başyapıtlardan sayılsın, karakterler roman kahramanı bilinsin. Oyuncak müzesi olsun hem de eşi benzeri bulunmayan. Tarihsel süreçlerini yansıtan etnografya müzesi bile kurulsun. Bir de denilsin ki; ‘‘Burada yaşayanlar, cumhuriyetin aydınlanma devrimini daha ilk günden benimsedi’’. Öyle bir köy olsun ki burası, cami de bulunmasın. Hadi artık, bir köy olacak ve orada cami yer almayacak. Olacak iş mi şimdi bu, demeyin. Kentten uzak, kırsalda ne yapar insanlar? Din olgusuyla vakit geçirmez de neyle avunurlar diye söylenmeyin. Gençler kızlı erkekli köy meydanında toplansın da edebiyatla, felsefeyle başlayan yaşama dair sohbetler yapsın. Her önüne gelen politikacı elini kolunu sallaya sallaya giremesin. Bilsin ki; buraya adım attığında sorgulanır. Ülkenin kalkınması, insanlarının ferahlığı için ne yaptığı, neler yapacağı ele alınır. Çok mu fantastik oldu? Ama böyle bir yer var. Ülke şartlarında bir köy için hayal diye sayılacak olguların tümü İzmir’in yanı başında, Urla ile komşu Türkmen AleviBektaşi Köyü Bademler’de yaşamsal karşılığını buluyor. Satır başlarıyla sıralayalım: Bademler İlkokulu cumhuriyet ile yaşıt. Okuma, yazma odası 1932 yılında kuruluyor ve o tarihten bu yana açık. Daha İzmir’de Devlet Tiyatrosu olmadığı dönemde Bademler’de halk, köy meydanında tiyatro oyunları sahneliyor. İlk temsil tarihi 1932. 1937 yılında Bademler Tiyatrosu kurumsal kimlik kazanıyor. İzmir’in unutulmaz Valisi Kâzım Dirik, 1932 yılında köyde Tarım Kredi Kooperatifi kurduruyor. Kâtibi de köyden seçiyor. Kooperatifin merkezi daha 10 yıl öncesine kadar köydeydi, şimdilerde Urla’ya taşındı. 1962 yılında Bademler Kalkınma Kooperatifi hayata geçiyor. Arkeolog Musa Baran, Türkiye’nin ilk oyuncak müzesini Bademler’de kuruyor. Ege uygarlıklarının izini süren, soluyan ve yaşatan Bademler halkının mayası, köye 1926 yılında gelen öğretmen Mustafa Ararat’ın kattıklarıyla daha da pekişiyor ve bugün adı değil Ege Bölgesi’nde, Türkiye genelinde ‘‘aydınlık köy’’ olarak bilinen Bademler biçimleniyor. Ararat, köye ilk geldiğinde halk yoksul. Tarlada, bağda, bahçede çapaya gidiyor ya da mendil kadar küçük toprağını işleyerek yaşamını kazanıyor. Mustafa Hoca, Türkmen geleneğiyle AleviBektaşi kültürünü harmanlayan yöre insanının bu artısını, üst üste tuğla örercesine işliyor. 1937 yılında köyden ayrılma vakti geldiğinde arkasında örnek diye gösterilecek bir köyün, ilk neslini bırakıyor. Köyde birisi, birisine bir el veriyor derken o birisi gidiyor aldığı güç ile bir başkasına dayanak oluyor. Bademler’de yaşamlar biraz da Edip Cansever’in ‘‘Yerçekimi Karanfil’’ şiiri gibi... Şimdi sadece bunu yazar isek, ‘‘Neyzen’i niye yazmadın Neyzen’i’’ derler. Anlatalım o halde: Tiyatro sahnesinde rol almayan köylü yok gibi. En başarıyla yansıttıkları karakter kahramanının adıyla anılıyorlar oyundan sonra. Ve ömür o rolün kahramanı olarak tamamlanıyor. ‘‘Şadi Bey’’, ‘‘İmam’’, ‘‘Yahudi Madam’’, ‘‘Biriketçi’’, ‘‘Hınzır’’ bunlardan bazıları. Şadi Bey ile tanıştık köy meydanında. Nüfus kağıdındaki ismi Hüseyin Kınık ama gel gör ki, kendi dahil kimselerin bu ismi kullandığı yok. Bademler’de 72 yıldır Şadi Bey olarak bilindiğini söylüyor. Arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Birisi soru soracak, ‘‘Şimdi Şadi Bey...’’ diye başlıyor söze. Tanıdıkları onu arıyorlarsa, kahvehaneye gelip ahaliye, ‘‘Şadi Bey’i göreniniz var mı?’’ diyor. Kendisi inanmış, köy halkı inanmış biz niye inanmayalım. Şadi Bey ilk oyununu 1934 yılında ‘‘Hasan Ağa’’ ile sahneliyor. Oyundaki ağalardan Şadi Bey’i canlandırıyor. Şadi Bey, oynadığı diğer oyunların başlıcalarının, ‘‘tak Ali’’, ‘‘Yüz Akı’’, ‘‘İlan Hatası’’, ‘‘Boş Beşik’’ ve ‘‘Paydos’’ olduğunu söylüyor. En son 1970’li yıllarda tiyatroda rol aldığını ve sonrasında izleyici koltuklarına geçtiğini söylerken tiyatro ile Bademler arasındaki ilişkiyi şu sözlerle aktarıyor: ‘‘Bizi izlemeye gelenler ya kahkaha ile ayrılsın aramızdan ya da gözyaşlarını silerek dedik yıllarca. Bunda da başarılı olduk. Bademler’deki tiyatro tüm köylüleri yaşama hazırladı. Şimdi her bir köylü dünyanın neresine giderse gitsin tutunacak bir dal bulur. Çünkü bu köyün insanı yaşamın dramını da biliyor gülmecesini de.’’ Necmettin Erbakan vardı bir dönem şimdikilerin hocası, o demişti: ‘‘Bizde gıy gıya ayıracak para yok’’ diye. Kültür Bakanlığı’nın bütçesini kıstıkları sıra gelen eleştirilere verdiği yanıt böyle olmuştu. Bertolt Brecht çok uzun yıllar önce söylemişti, ‘‘Tiyatroya gelen günahıyla gelsin. Yüzleşsin, arınsın öyle ayrılsın.’’ Şadi Bey de, ‘‘Bizim tiyatromuza gelen ya gülerek ya da gözyaşlarını silerek ayrılsın yanımızdan’’ diyor. Bademler’in farkı bu tavır işte. Türkiye’nin uluslararası alanda ödül aldığı ilk sinema yapımı ‘‘Susuz Yaz’’ da, Bademler’de çekiliyor. Necati Cumalı’nın yöre insanının yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı aynı adlı yapıtında köylüler de rol alıyorlar. Cumalı o dönem, Urla’da avukatlık yapıyor. Aldığı dava, Bademler’in kuzeyindeki Ovacık’ta su yolunun hangi tarlaya akacağı konusunda çıkan tartışma ve sonucu cinayetle biten bir dram. Cumalı bu yaşanmış öyküden edindiği izlenimleri, ‘‘Susuz Yaz’’ adıyla kitaplaştırıyor ve ardından sinema filmine uyarlanıyor. Metin Erksan’ın çektiği filmde Hülya Koçyiğit, Erol Taş gibi isimler de yer alıyor ve bugün Bademler’de hepsinden saygıyla söz edilir. Susuz Yaz da rol alan köylülerin mağrurluğu bir ayrı. Bunun en canlı örneği Kemal Karabacak’ın düşman kardeşi Sadık Akyüz ile atışmasında gözleniyor. Sadık Akyüz 86 yaşında. Onunla çok uğraşıyorlar. Kâhya Sadık olarak taktim ediyor kendisini ama ‘‘düşman kardeşi’’ aynı görüşte değil. ‘‘İnanma sen ona’’ diyerek ekliyor, ‘‘Yahudi kızı Madam’ı oynadı o vakti zamanında. Olsa olsa madam olur.’’ ‘‘Sus sen’’ diyor ki Sadık Akyüz bir başkası karışıyor söze, ‘‘Yaşı da 86 değil 87 onun.’’ Kahvehanede şamata sürerken boyacı Turgut da lafa, ‘‘Buranın ilk boyacısı benim’’ diye giriyor. Beri yandan ona da söz yetiştiriyorlar hemen: ‘‘Köye cami yapılırsa ilk imamı da sen olacaksın. Kes şu sakalları artık.’’ Bu sırada eski muhtar Mehmet Oral yetişiyor. Bektaşi bunlar, köyün eskileriyle konuştuğumuzu ve not aldığımızı görünce lafı koyuyor gediğine, ‘‘Ne o köye, ölümü yaklaşanların listesini tutmaya mı gelmişler?’’ Kâhya Sadık, ‘‘Gelmeyin üstüme daha fazla, Ali’nin dükkana gidiyorum ben’’ diyerek geçiyor başka bir köşeye. Ali’nin dükkan ufak, salaş ve bir o kadar da temiz bir köfteci. İzmir’den ve civar yerleşimlerden müşterileri var. Duvarlarında Kâhya Sadık’ın dediği gibi eskilerin fotoğrafları, bir de altında Neyzen Tevfik yazan dizeler. Dizelerden önce Bademler’e cami yapım hikayesini anlatalım ki; dizeler daha bir anlamlı olsun. ‘‘Niye dua edip af dileyeyim günahım olduğuna inanmıyorum ki’’ demişti yıllar önce bir büyük. O da yoksuldu. Evine giren hırsızın babadan kalma kazağı çaldığına üzülmüyordu da, ‘‘Niye gelip istemedi, verirdim giyerdi’’ diye içleniyordu. Bademler’in yerini bile bilmezdi ama en fazla oraya yakışırdı. Bademler Mezarlığı’nda yatsaydı keşke. Mezarlığı da bildik gömü alanlarından değil. Mezar taşlarında, ‘‘Ruhuna Fatiha’’ların üzerinde şiirler var. Nice şairlerin ve yatanların kendi dizelerinden oluşmuş şiirler... Trafik kazası geçirmiş karı koca. İkisi de yitirmiş yaşamlarını, yan yana gömülmüşler ve tek mezar taşının altında birleşmişler. Taşın üzerini kocanın eşine duyduğu aşkı yansıtan dizeler. Yıllar önca genç yaşta yaşamını yitiren bir başkasının mezar taşında, Çiğdem Talu’nun sözleri: ‘‘Ya mevsiminde bir çiçeğin, ya pembesinde/ Bazen de bir söğüt dalının serin gölgesinde/ Yaşa dostum gönlünce ömrünün keyfini sür/ İnsanlar değilse de/ Kelebekler özgürdür...’’ Ölümü; ‘‘kalanlara selam olsun’’ diye karşılayan, yaşamı doya doya soluyun diye mezar taşlarına not düşen bir topluluğu kandıramazsın ki... Ama denemişler. Köyde cami olmadığını haber alan dönemin İzmir İl Müftüsü soluğu Bademler’de almış. Toplaşmışlar köy meydanına: ‘‘Size cami yapacağız. Hiçbir masrafta da bulunmayacaksınız. Tüm harcamalar il özel idaresinden olacak.’’ Niye demiş köylü. Niye girersin Allah’la arama? Müftü anlatırken usul usul, köye konuklar geldiğini haber alan kadınlar da gelmiş meydana. Uzatmışlar ellerini müftüye doğru. Müftü geri çekmiş elini, yabancı bir kadınla bir erkek toka yapmaz diye. Kıyamet kopmuş o vakit. Sen kimsin ki; içindeki aczi, bastırılmış duyguları kaçar gibi görünerek burada yansıtmaya ne yüzün var demiş köylü. Def etmişler gelen gideni. Tiyatromuz var o bize yeter demişler hep bir ağızdan. Söylemek gerekir ise köyde ‘‘cem evi’’ de yok. Altında Neyzen Tevfik yazan dizelerin sırası şimdi: ‘‘Ne ararsın Tanrı ile aramda/sen kimsin ki orucumu sorarsın/hakikaten gözün yoksa haramda/baş açığa niye türban sorarsın Rakı şarap içiyorsam sana ne/yoksa sana bir zararım içerim/ikimizde gelsek kıldan köprüye/ben dürüst isem sarhoşken de geçerim.” ‘Bizim köyün çocuğu’ Bademler köylüsünü, ‘‘senin emeğin, senin hakkın’’ diye başka bir yere yönlendiren biri var ki; sadece o yörede değil tüm Ege Bölgesi’nde adından saygıyla söz ediliyor. Bademler insanı o da. Adı Mahmut Türkmenoğlu. Künyesinde, Gümrük ve Tekel Bakanı yazsa da köyün toprağını, çamurunu, çukurunu, ırgatlığını, eziyetini ve daha bir çok halini yaşayan ve bilen birisi. Bademler’de kime sorsanız Mahmut Türkmenoğlu’nun adı geçtiğinde bir başka oluyorlar. Bunun adı gurur olur, coşku olur ama ‘‘Bizim köyün çocuğu’’ diye bağlarlar sözü. Dile kolay köyden bir bakan çıkarmışlar ve o bakan köylüyü zengin etmiş. Nasıl mı?: Türkmenoğlu, 1974 seçimlerinden sonra meclise giriyor İzmir’den birinci sıra milletvekili olarak. Sonrasında Gümrük ve Tekel Bakanı. Onun döneminde Ege Bölgesi’nde tütün baş fiyatının açıklanacağı gün bayram günü sayılıyor. Çünkü, bir köylü çocuğu belirleyecek baş fiyatı. Hak ettiğini veriyor köylünün... Sonra Süleyman Demirel bir gün TBMM’de, Mahmut Türkenoğlu’nu gördüğünde şunu diyor: ‘‘Bu çocuk mu köylünün yattığı yastığın altını parayla dolduran.’’ Türkmenoğlu duyuyor ve diyor ki: ‘‘Ben bildiğiniz çocuklardan değilim. Ben o ezilen, hor görülen, yaşamını topraktan kazanan köylülerden biriyim. O bakımdan iyi bilirim o hayatları. Onlar fazla para almadılar. Hak ettiklerini aldılar. Eksiği var, fazlası yok.’’ Mahmut Türkmenoğlu adını tüm ülke bilir. Ege Bölgesi unutmaz. Ama Bademler’de yaşayanlar, ‘‘Bizden’’ diyorlar daha ne desinler. Köy tiyatrosundaki panoda Bademler’in tarihsel sürecini yansıtan fotoğraflar asılı. Türkmenoğlu ile halkın beraber görüntüsü en başta. Bir başka fotoğrafta gençler poz vermiş toplu halde, 68 kuşağının ‘‘çiçek çocukları’’ gibiler. Bol paça pantolonlar, kızların boyunlarındaki fularlar... Kalkınma kooperatifinin açılış günü çerçevelenmiş bir başka fotoğrafta, ortalık bayram yeri. Bir başkasında meydana inmişler, stüdyoda poz verir gibi her biri. ‘‘Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’’mi yoksa burası?.. Ölüm anı gelip de, toprakla karışılacağı sırada en sevdiği, kendilerini en çok simgeleyen eşyalarıyla gömülüyorlar. Öğretmen ise kalemi, defteri. En çok kullandıkları giysileri, gözlükleri, tarağı gibi. Dedik ya Bektaşi bunlar. İçlerinden biri, ‘‘Ben en fazla bisikletimi seviyorum, öldüğümde ne yapacaklar bakalım? Genişce bir mezar gerek bana’’ diyor. Her kızın rüyası ‘Deyre’ Bir de gelinlerin düğünün ertesi günü giydikleri, ‘‘üç etek’’leri var ki... Bunun hikayesi kaleme alınsa başlı başına bir yapıt olur. Düğün dernek yapıldıktan ertesi gün geline, erkek evine geldiğinde üç etek giydiriliyor. Eteğin hazırlanması birkaç ayı buluyor. Düğün hazırlıkları başladığında etek de dikilmeye başlanıyor. ‘‘Deyre’’ dedikleri bu eteğin Türkmen kıyafeti olduğunu söylüyorlar. Kadınlar ömrünün sonuna kadar saklıyor üç eteklerini ve yaşam bittiğinde toprağa bununla veriliyorlar. Üzerlerine örtülüyor deyreleri. Şayet genç kız, baba evinden kaçtı ve düğün yapılmadan evlendiyse deyresini çocuğuna hamile kaldığında giyiyor. Sonrasında, sonsuza kadar üzerinde örtü olacağı güne saklıyor. Evlenmez ise genç kız ya da gebe kalmadıysa, belki de öleceğine değil de, bir deyresi olmadığına üzülüyor. Düğünlerin değişmez bir görüntüsü de, düğünevlerine sopanın üzerinde asılan ve rengarenk tülbent, oyalı işlemeler, ayna, bayraktan oluşan yöreye özgü simge. Köylüler, aynanın ‘‘aydınlığı’’ yansıttığını söylüyor. Şaman kültürü bir yerlerde yaşatılıyor ise ülkede bunun adresi, Bademler’den başkası olmasa gerek. Hayata dönük yüzleri ve güzellikler katma isteği, kara büyülere alet olmayan iradeleri ve daha nice değerleriyle yaşama kucak açmayı sürdürüyorlar.