Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 04 28/9/06 16:47 Page 1 CUMARTESİ EKİ 04 CMYK 4 30 EYLÜL 2006 CUMARTESİ ü yk Ö Dava Eski bir doç kamyonetti tuttuğum. Kısa bir pazarlıktan sonra şoför’ün yanına yerleştim. Neşeli, çalçene bir adam. Kendini bahara kaptırmış. Kontak anahtarını fiyakalı bir el hareketiyle çevirdi. Hırıltılarla çalıştı araba, öne doğru bir hamle yapıp durdu. Bir daha çalıştı, bir daha durdu. Şoförü çileden çıkarana kadar devam etti bu durum. ‘‘Geçim dünyası be abla, kazandığımı yiyor bu meret. Satacağım satmasına ya, olmuyor işte...’’ Durmadan konuşuyor. Yetmiyor, beni de ortak ediyor gevezeliklerine. Sonunda araba yola geldi, aynadan sarkan nazar boncuğunun devinimlerine uydu. Sallana sallana yol aldık. Apartmanın önünde durduk. Şoföre benimle gelmesini söyledim; anlaşmamız öyleydi, taşıyıcılık da yapacaktı. Kırık dökük, bir merdivenden aşağı indik. İki polis memuru bizi bekliyordu, mührü söktüler, girdik içeri. Keskin bir rutubet kokusu doldu içimize. Kiracılar tutuklanalı bir yılı geçmiş, tahliye davası altı ay sürmüştü. Memurlardan biri güneşliği çekti çıkardı pencereden. Birkaç paslı raptiye düştü yere. Daha iyi görebilmek için lambayı yaktım. Kirli bir ampulün soluk, sarı aydınlığı doldurdu odayı. Toz, örümcek ve nem. İç burkan bir sahipsizlik. ‘‘Başlayın’’ dedi memur. Etrafa baktım; mobilyasının cilası dökülmüş koltuklar, süngerleri çökmüş minderlerde sigara yanıkları, kırmızısı bol bir halı. Eski. Püskülleri kopmuş. Pencerenin karşında, çelik rafları paslanmış bir kütüphane. Sağa sola atılmış kitaplar. Dört genç birlikte kalıyormuş. İkisi tutuklanmış, ikisi ortadan kaybolmuş. Eşyaları toplamaya başladık. Şoför aceleci, uçarı, biran önce işini bitirmenin, parasını alıp uzaklaşmanın derdinde. Bir oraya bir buraya koşturuyor. Dudaklarının ucundaki sigaranın külü uzamış. Memurlar odaları dolaşmaya başladı. Pencerenin önündeki koltuğa oturdum, görünen sadece duvar, yarıklardan sarkmış yeşillikler, sınırsız bir yaşama tutunma isteği. Sehpayı önüme çektim. Üzeri fotoğraf dolu. Albümler boş, terk edilmiş; halı gibi, koltuklar gibi, bu ev gibi. Fotoğraflar siyah beyaz. Bazılarının kenarları kıvrılmış, solmuş, bükülmüş, görüntüler kaybolmuş. Bazıları yırtılmış, ya da sağından solundan kesilmiş. Göz bebeklerime yapışıyor her bir yüz. Kim bu insanlar? Bütün çiçeklerin açtığı, yeşilin azdığı bahar gününün kokulu akşamüstünde benimle alış verişleri ne? Solmuş görüntüleri hüzün çökertiyor kalbime. Onlarca siyasi davaya girdim, yüzlerce icrada bulundum, ardı önü bir ev tahliyesi; ne oluyor bana? Pencereyi açtım. Baharın kokusu fotoğrafların arasında dolaştı, dudaklarıma, saç tellerime ilişmeyi denedi. Boşuna. 1958 Ağır bir iç sıkıntısıyla mutfağa geçtim. Ocağın yanındaki doğumlu. Eğitimci. kül tablası ağzına kadar yanmış kibrit dolu. Sapı kırık Yayımlanmış bir öykü kitabı bir çaydanlık, kapaksız bir tencere. Buzdolabı var. Öyküleri küflenmiş, içindekilerin ne olduğunu anlamak çeşitli dergilerde GÜLDAL olanaksız. Çöp kutusu devrilmiş, kakalaklar dört yayımlandı. bir yanda dolaşıyor. Onları görünce hayata dair bir Cumhuriyet OKUDUCU iz bulduğum için seviniyorum. Halk Partisi İki polis memuru odada, biri ayakta, diğeri İstanbul milletvekili, eğilmiş bir sandığı karıştırıyor. Odada bir divan, Kadın Kolları kapıları açık bir dolap. İçindekiler kadın giysisi. Genel Başkanı ve Ucu kırık elektrik düğmesinin kenarına sıkıştırılmış Merkez fotoğraftaki kızın odası belki de. Esmer olmalı kız. Yönetim Kurulu Saçları uzun. Gür kavisli kaşlar, iri gözler. üyesi. Polis memuru sandıktakileri çıkarmayı sürdürüyor. Bir çeyiz sandığı bu. Oymalı. Antika. Evin diğer eşyalarına yabancı. Dışarıda şoförün sesi, ‘‘Abla tamam, burası boşaldı.’’ Gözüm Şoför seslendi çeyiz sandığında ,‘‘Mutfağı taşı’’ diye seslendim. ‘‘Hadi abla.’’ Boy boy dantel, tülbent, havlu, katları arasından çengelli Her yağmadan bir iğneyle seccadeye iliştirilmiş kehribar bir tespih sarkan bir pay düşer yağmacıya. seccade. İğneye de bir nazar boncuğu geçirilmiş. Yağmadan ben de payımı aldım, Memur ‘‘Vay be,’’ dedi ‘‘Bu da ne demek oluyor şimdi.’’ İyice fotoğraf elimde, sessizce çektim evin açtı seccadeyi. Divana yaydı. Kahverengi etamin üzerine kapısını. Memurların söktüğü mührü koparıp işlenmiş dar kubbeli, iki minareli bir cami. Ayakucu, ince attım. dantelli bir karış eninde beyaz kumaşla çevrilmiş. Arabanın motorundan gelen hırıltılar apartmana yayıldı. ‘‘Neyin nesi bu şimdi?’’ dedi öteki memur. ‘‘Dini bütün Egzozdan çıkan duman havayı boğdu, rüzgâr kısa saçlarımı komünistmiş bunlar; hücre evinde seccade!.’’ dalgalandırdı. Şoförün yanına oturdum, araba öne doğru bir hamle Sandıktan son olarak kanaviçe işli bir yatak takımı çıktı. yaptı, durdu. Çalıştı... Durdu... Çalıştı. Beyaz patiskaya bahar nakışlı, ne çok kelebek, ne çok kuş Yanımızdan baharla yarışa çıkmış bir kız geçti. Bacaklarının uçuyor. Renkler çiçeklenmiş dere boylarında. Güneş yakıyor. güzelliğini ortaya çıkaracak kadar kısa giyinmiş, rüzgâr eteklerini Şoför kapıda göründü, ‘‘Tamam abla’’ dedi. ‘‘Bunları da’’ havalandırdı. dedim, odadaki eşyaları göstererek. Divanın üzerine yayılanları Başımı camdan çıkarıp baktım. sandığa koymaya başladım. Esmer miydi kız? ‘‘Bir dakika,’’ dedi memur. Arkadaşına döndü. ‘‘Avni, sen Saçları uzun ve siyah mıydı? geçenlerde kızı nişanlamadın mı? Al, bunlar benden düğün Kulağının arkasına da bir gelincik mi iliştirmişti..? hediyesi. Oğlum bir torba bul!’’ ‘‘Çek oğlum’’ dedim şoföre, ‘‘Eşyayı teslim edeceğiz.’’ Bütün kuşları, kelebekleri, gelincikleri, papatyaları, yaprakları, Uykunun içindeyim. dalları topladı. İki minareli, dar kubbeli, uçları dantelli camiyle Rüzgârın kanatlandırdığı bir periyim. birlikte torbaya koydu. Karadeniz’in dalgaları üzerindeyim. Gözlerim çok keskin. Baharı torbaya koydu. Beyaz köpükleri görüyorum geceye rağmen. Sesleri duyuyorum Minnetle baktı Avni arkadaşına, dalgaların ayın ve yıldızların aksine eşlik eden. ‘‘Sağ ol Ekrem, sağ ol.’’ Sesi kısık çıktı. Düşlerimin düğünündeyim. Hiç bu kadar genç, hiç bu kadar Torbayı almak istedim, başaramadım. Bir gelincik, köküyle güzel olmamıştım. Davetliler beni gelin sanıyorlar. elimde kaldı, daha açmamış. Su gibiyim. İnce sazların nağmesiyim. Uzun, belime değen ‘‘Bizim işimiz bitti’’ dedi memurlar. ‘‘Avukat hanım, sana kuzgun renkli saçlarım dolaşıyor, çözülüyor. Sonra yine dolaşıyor, kolay gelsin.’’ yine çözülüyor. Savruluyor, elimdeki kristal şampanya bardağının Öylece kaldım. Şaşkın... Neden sonra hatırladım elimdeki içine doluyor. Saçlarım ve ben, birlikte içiyoruz, dudaklarıma gelinciği. Kırık elektrik düğmesinin kenarına sıkıştırılmış, değmeleri içimi bir hoş ediyor. siyah beyaz resimdeki ışıltılı, esmer kızın kulak arkasına, Dalgalar gecede esen rüzgarı göğüslerine dolduruyor. Sahil saçlarının arasına takıverdim. Kız güldü. Gülünce yüzü boyunca ateşler yanıyor. Ateşler hiç sönmüyor. Kırmızı üniformalı aydınlandı. Uzunca bir süre baktım ona. görevliler azalmasına izin vermiyor alevlerin. Durmadan besliyorlar yeni kütüklerle. Harlanıyor ateş. Korlanıyor. Közleniyor. Alevler dillerini çıkarıyor geceye. Dilleri sivri, parlak bazen. Bıçak gibi kesiyor. Bazen soluk, dingin. Okşayıp, dinlendiriyor. Üzerlerinde dudak izleri, yediveren gülüşler boy gösteriyor. Şavkımaları ateşböcekleriyle yarışıyor. Ateşböcekleri parıltılı bir taç gibi kıvrılıyor, bükülüyor, iniyor , çıkıyor. Ateşten bir gece. Kırmızı. Benim elbisem de. Arkası açık. Açıklık ince bir kavisle kuyruk sokumuma kadar iniyor, saçlarım sırtımı örtüyor belime kadar. Elbisemin yakası kapalı. Göğüs dekoltesi yok. Bir avukat hanımın memeleri görünmemeli. Sol mememi yokluyorum, yerinde. Sağdakini yokluyorum, o da yerinde. Kalp atışlarım göğüs kafesimi zorluyor. Bir terslik var bu işte! Nasıl olur? Yıllardır tek memeliyim ben. Yeniden avuçluyorum, ikisi de yerinde. Pişman oluyorum göğüs dekoltesi olan bir elbise giymediğime. Sadece arkası açık olsun demiştim. Kırmızı olsun, şu alev dilleri gibi. Yırtmacı da kalçanın hemen altında başlayıp yere insin. Eteklerim geniş. Çok geniş. Rüzgârda uçuyor, çocukların uçurtmalarıyla yarışıyor. Bıraksam yıldızları örtecek. Ayakkabılarımın topukları ince ve yüksek. Çok yüksek. Bana bücür desinler istemiyorum. Ama, kum topuklarımı içine çekiyor. Yürümeye çalıştıkça kısalıyorum. Bu gece en güzel benim. Gelinden de güzelim. Şampanya kadehim billur ışıklar saçıyor. Işıklarla dans ediyorum. Alevlerin arasındayım. Kayıyorum... Kayıyorum... Gelin nerde? Damat benimle dans ediyor. Çok uzun boylu. Ah! Topuklarım kuma gömülüyor. Battıkça batıyorum. Çekip çıkarmasını istiyorum kumdan beni. Belim ince. Çok ince. Tek koluyla kavrayıp çıkarabilir. O da öyle yapıyor. Sıkıca sarılıyor. Döndürüyor, döndürüyor, döndürüyor... Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr... Alevler gözlerimde yanıyor, eteklerim yıldızlara değiyor. Ne kadar yakışıklı! Gözlerinin rengi gönlümde geziyor. Tanıyorum ben bu yüzü! Tanıyorum! Uçuyorum ben! Uçuyorum! Kadınlar ve erkekler, kendilerini bizim yerimize koyuyorlar. Alkışlar yükseliyor. Birden Ekrem amcanın sesi duyuluyor: ‘‘Gelinle damada bir sürprizim var.’’ Garsonlar ortaya üstü örtülü bir kutu taşıyor. Ekrem amca bu, ne yapacağı belli olmaz. Çeyizimin en güzel parçaları onun armağanı. Nefesler kesiliyor, alevler büyüyor. Alkışlar coşuyor. Havai fişekler gündüzü geri getiriyor. On iki garson; hepsi aynı anda örtüyü kaldırıyor. Örtünün altından kuşlar havalanıyor. Her renk, her cins kuş ‘‘Bizimle gel, bizimle gel’’ diye sesleniyor. Havai fişeklerin ışıklarında eriyorlar. Gece bitti. Bu benim düğünüm. Gelin benim. Nabzımda çılgın bir ritim. Duvarlarını dalgaların çevrelediği evimize yürüyoruz. ‘‘Caminin yanındaki ev’’ diyor Ekrem amcam. İki minareli, dar kubbeli bir cami. Etrafını beyaz, ahşap bir duvar çevreliyor. Küçük evimizin, küçük kapısını açıp giriyoruz. O, yani damat, başını eğerek giriyor. Benim boyumun birazını kumlar yuttu. Elimdeki çantayı koyacak yer bulamıyorum. Yatak odasına yürüyorum. Benim odam. Düşlediğim gibi. Yatak örtüleri, yastıklar, çarşaflar, perdeler beyaz. Beyaz saten. Açık camdan içeri deniz doluyor. Yastıklarım çok yumuşak. Kuştüyünden. Yüzlerce kuşun, yüzlerce renkli tüyüyle dolu. Ekrem amcamın kuşlarının tüyleri. Beyaz saten kılıfın altından renkleri seçiliyor gökkuşağı gibi. Karyolaya serilen örtüler, çarşaflar işli. Yorganın ağzı işli. Kelebekler uçuşuyor nakışlarda, dere boylarında renkler çiçeklenmiş. Düğün gecem. İlk gecem. Elimi uzatıyorum. Dokunuyorum. Uçuyorum! Uçuyorum! İnce bir sızı duyuyorum, bacaklarımın arası akıyor. Kalkıp bakıyorum. Beyaz saten çarşafım kırmızı. Çok korkuyorum. Babamın sesini duyuyorum. O, yani damat, bana ‘‘Avni amca sesleniyor’’ diyor. Babam ‘‘evlilik armağanın’’ diye bir paket uzatıyor. Armağanı alıyorum, korkum geçiyor. İçinden bir gerdanlık çıkacağını düşünüyorum. Alelacele açıyorum. O, yani damat bana yardım ediyor. Bir fotoğraf çıkıyor paketten. ‘‘Bu gerdanlık değil...’’ diyorum. Siyah beyaz fotoğrafta bir kız var. Güzel, uzun saçlı. Kulağının arkasına bir çiçek takmış. Bir gelincik. Gülümsüyor... Hayır... Hayır... Ağlıyor... Ağlıyor. Ne çok ağlıyor... Çarmıhını yüreğinde taşıyor. Gözyaşları beyaz saten çarşafımın üzerindeki kana doğru akıyor. Leke büyüyor, yayılıyor, saydamlaşıyor, fotoğrafın sureti üzerine düşüyor. Kız dar ve karanlık bir odada, dar ve karanlık bir masada. Sırtüstü. Çıplak. Çıplak bedeninde eller. Memelerinde, karnında, bacak arasında teller, ince teller, elektrikli teller. Kız bağırıyor. Kan beyaz saten çarşafıma yayılıyor. Kan akıyor... Her şeyi örtüyor... Hepsi aynı anda çaldı. Kapı, saat, telefon. Bütün sesler boşaldı. Ter içindeyim. Can havliyle fırlıyorum. Göğsümü yokluyorum. Tek memeliyim. Boş yanımın sızısını duyuyorum, un ufak oluyor rüyam. Sabahın aydınlığını içime alıyorum. Saat on birde duruşmaya gideceğim. İzleyiciyim. Hazırlanıp yola çıkıyorum. Tam zamanında ulaşıyorum. Mamak’ta loş, kasvetli bir duruşma salonundayız. Mahkeme heyeti kürsüde. Savunma makamı ve sanıklar hazır. Evin tahliyesini gerçekleştirdiğim günden beri davasını izliyorum. Fotoğraftaki kızla ilgili her şeyi biliyorum. Son duruşma. Sıra onda. Konuşmuyor. Kendini savunmuyor. Gözleri, ‘‘Hadi kızım anlat. Ne eveleyip geveliyorsun, senin önceki ifadelerinde de bir b.k yok’’ diyen hakimde. Avukat ayakta. ‘‘Efendim biraz önce belirttiğiniz gibi, müvekkilimin ifadelerinde bir b.k olmadığından tahliyesini talep ediyorum.’’ Avukatın sözleri salonu hareketlendiriyor. Gülüşmeler havaya dağılıyor. Heyettekiler, başlarını öne eğiyor güldükleri görülmesin diye. Gülüşmenin hafifliği adalet adamı olmanın ağırlığını zorluyor. Sırçadan bir kase yüreğim, hakimin kararıyla bin parçaya bölünmeye hazır. Hakim ‘‘Gereği düşünüldü’’ diyor. Hakim ‘‘Sanık tahliye’’ diyor. Gözüm onda. Gözbebekleri delip geçiyor. Yosunlu gözpınarları titriyor. Kenetlenmiş dudakları aralanıyor. Önce küçücük gülüyor, sonra büyüyor gülüşü, ağır ağır yayılıyor. Gülümseyen bir gelincik oluyor; eğreti duruşlu. S zuhalay@yahoo.com Dönme Dolap iyatro İstanbul’un Sabancı Kültür Merkezi’nde sahneleyeceği, Eric Assous’un yazıp, Gencay Gürün’ün yönettiği, Cihan Ünal ve Berna Laçin’in oynadıkları ‘‘Dönme Dolap’’ adlı oyunda, evli ve çocuğu olan Pierre’in karısı ve çocuğu tatildeyken, bir akşamüstü barda güzel ve neşeli bir kadın olan Juliette’le tanıştıktan sonra yaşananlar anlatılıyor. Oyun, 11, 12, 13, 14 ve 15 Ekim tarihlerinde İzmir Sabancı Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. Tel: 0 232 464 76 95 ahne tozu Kiralık Oyun T n son 1986 yılında sahnelenen ‘‘Kiralık Oyun’’ yenilenen oyuncu kadrosuyla yeniden seyirci karşısına çıkıyor. Ferhan Şensoy’un yazıp yönettiği ‘‘Kenef Penceresinden Denizi Gören Güldürü’’ alt başlığıyla da sahnelenen oyun, kiracılar ve mal sahipleri arasındaki sorunları anlatırken, 80lerle birlikte büyüyen göç sorunu, gecekondulaşma, sıkışmışlık, türedi zenginler, rant kavgaları, görgüsüzlük cehalet ve umursamazlığı da gözler önüne seriyor.Okan Bayülgen, Ali Çatalbaş,Elif Durdu, Özgü Namal, Rasim öztekin, Ebru Soyuerden, Nefrin Tokyay ve Ferhan Şensoy’un oynadıkları oyun, bugün İzmir Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda saat 21.00’de sahnelenecek. Tel: 0 232 464 76 95 E Hırçın Kız yun Atölyesi perdelerini Shakespeare’in ünlü komedisi ‘‘Hırçın Kız’’la açıyor. Kemal Aydoğan’ın yönettiği oyunda, Aybanu Aykut, Fırat Tanış, Timur Acar, Osman Akça, Gözde Başaran, Pınar Bekaroğlu, Uğur Bilgin, Evren Erler, Mert Fırat,Gözde Kırgız, Neslihan Kolaylı, Aylin Kontente, Muharrem Özcan, Selen Öztürk,İnan Ulaş Torun, İpek Türktan ve Onur Ünsal oynuyor. Hırçın Kız, kadın erkek ilişkilerinde, kadının erkek tarafından baskı görmesini, evcilleştirilip, boyun eğdirilmesini anlatıyor. Oyun, 1, 2, 5, 6, 7, 8, 16 ve 17 Ekim tarihlerinde Oyun Atölyesi’nde sahnelenecek. RİFAT MUTLU Tel: 0 216 345 39 39 O